“Türk Oğuz begleri budun esid: uze tengri basmasar asra yir
telinmeser Türk budun ilingin törüngün kim artati udaçı erti? Türk budun ertin, ökün!”
(Bilge Kağan Abidesi-Doğu Yüzü)
“Türk, Oğuz beyleri, kavmi, işitin! Yukarıda gök basmasa, aşağıda yer delinmese, Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar? Türk milleti vazgeç, pişman ol!”
Çetin bir bozkır günüydü. Gün doğmasına az vakit kala, Ulu Kağan yirmi çalayırı[1] ve yoldaşı Kara Kam[2] ile, savaş kedimliglerini[3] giymiş, Tengri Tağının[4] tepelerini atlarıyla tavaf ederek zirveye doğru ilerliyorlardı. Nihayet çiseleyen yağmur eşliğinde tağ tepesine vardıklarında, hep birlikte sunağa doğru ilerlediler. Beraberlerinde getirmiş oldukları binicisiz atın, kendi atına bağladığı iplerini koparan çalayırlardan biri, onu Kağan’a teslim etti. Kağan, yoldaşı Kara Kam ile birlikte atın eğerinden tutup onu sunağın eşiğine getirdiler. Tam o vakitte kulakları sağır eden bir gök gürültüsü koptu. Ardından düşen çağan[5], geceyi gün eyledi. Hakan’ın erleri derhal genç böriler[6] gibi uluyarak çağanın düştüğü yöne doğru at koşturup, ulu göğü oklarıyla deldiler. Kara Kam, gökten gelen bu işaretten hoşnut değil gibiydi. Kağan ile göz göze geldiler. Bu bakışma, mânasını bildikleri fakat ikisinin de dillendirmenin uğursuzluğundan çekindikleri bir hakikatin özünü yansıtıyordu. Daha sonra Kağan, erlerine eliyle işaret ederek yağışı[7] hazırlamalarını söyledi. Erler, atı ayaklarından bağlayarak onu yere devirdiler. Her şey hazır olduktan sonra, geriye çekilerek töreni Kara Kam’a teslim ettiler. Kara Kam, yağışın yerde korku içinde çırpındığını görünce, dizlerinin üstüne çökerek elini atın başına koydu. Ardından kulağına doğru eğilip adeta onunla fısıldaşır gibi birtakım sesler çıkarttı. Kam’ın bu cılız sedasını dinleyen yağış, anasından ninni dinleyen bir bala gibi uysallaşarak kendini toprağın dinginliğine bıraktı. Ardından Kara Kam, giysisine bağladığı bıgrığından[8] çıkarttığı otları yere serdi ve bunların üstünde temir ve taşı birbirine vurup kıvılcımlar düşürdü. Kıvılcımlar, serdiklerini güçsüz bir ateşle yakmaya başlayınca Kam, bu ot paresini avucuna alıp üfleyerek hem ateşi büyüttü hem de etrafında bir duman halesi yarattı. Avuçlarının içindeki kıvılcım iyice büyüyüp alev halini aldıktan sonra ise, Kam elindekileri yere bırakarak ateşe doğru eğildi. Gür bir sesle haykırdı:
“Ey bukan[9] Elbis[10] Kağan! Sözlerimizi eşid ! Sana yağışlar sunalı nice bödge[11] oldı. Kutlugundan[12] dileğimiz odur ki, erlerimizi sobay[13] eyle, düşmanlarımızı bunluğ[14] eyle. Tokuz Oğuz begleri budunı[15] gözet. Türk budununu Ötüken’den ayrı ıçğınma[16]. Kılıcımızı kümüşten, bügdemizi[17] elmastan, Oklarımızı alazdan[18] eyle. Yağı erin[19] ciğerini kor eyle, közlerini[20] kör eyle!”
Sözlerini bitirdikten sonra Kara Kam, belindeki kınında duran kamasına dokunarak yağış ile göz göze geldi. Yağışın göz bebekleri büyümüştü. Kam, gece karanlığında alev ışığıyla aydınlanan yüzünü göğe dönerek, fısıldamalara koyuldu. Gök gürültüleri ve çağanlara eşlik eden, ıslık çalan yeller ormanın dört bir yanını sarmıştı. Bu orman sedalarının yanında Kara Kam, davulunu tokmağıyla döverek atın etrafında dolanıyordu. Bedeni ilahi bir tinin boşluğunda dört bir yana savruluyor gibiydi. Kam, adeta göğün ve yerin katlarıyla hemhal olmuştu. Onu izleyen savaşçılar kendinden geçerek sanki tertipli bir şuurla hırıltılar çıkarıyorlardı. Nihayet Kara Kam, son tokmak darbesini de davuluna vurduktan sonra irkilerek kendine geldi. O anda ormana bir sessizlik hakim oldu. Kara Kam, derin bir nefes aldı. Ardından hızlı bir hareketle, kınından kamasını çıkarttı ve yerde bağlı yatan yağışın göğsüne doğru çetin bir darbe indirdi. Açtığı yarıktan hızla kalbine ulaşarak onu içinden çıkarttı ve yağışın kutlu kanını toprakta ziyan etmeden Elbis Kağan’a hizmetini tamamlamış oldu. Temirindeki kanı üstündeki kürküyle sildikten sonra kınına yerleştirdi. Ellerindeki kanı ise sırayla Kağan ve çalayırlarının alınlarına sürdü. Yağış ordası[21], savaş alazıyla dolmuş özlerinin şevkiyle tekrar atlarına binip tağ tepelerini etrafını döndükten sonra obaya dönüş yoluna düştüler. Ellerindeki meşaleler geceyi aydınlatıyor olsa da ateşin ışıkları ancak önlerinde iki atlı kadar yolu görebilmelerine imkân sağlıyordu. Tengri Tağın bu yolundaki sık çalılar ve dört bir yandan biten sivri kayalıklar, gün vakti dahi etrafı görmeyi zorlaştırıyordu. Her şeye rağmen, bu yolun gide gele her bir taşını ezberledikleri için kaybolacaklarına dair bir kuşkuları yoktu. Ayrıca burası sadece tören ordasının kullandığı gizli bir yol olduğundan kendilerini güvende hissediyorlardı. İçlerinde sadece Kara Kam ve Kağan, sunakta yakınlarında biten çağandan sonra, yüreklerine dolan huzursuzluğu atamamışlardı. Akıllarında binbir karanlık düşünceyle atlarını sürmeye devam ediyorlardı. Tüm bunlar yaşanıp çalayırlar kahramanlık türkülerini söyleyerek ilerlerken, yollarını at ile geçilebilecek, dar bir dere kesti. Kağan ve erleri dere yatağından atlarıyla geçmek üzereyken, karanlığın içinden şahin gibi uçan bir ok, Kara Kam’ın dizine saplanarak onu acılar içerisinde atından düşürdü. Ardından bir ok fırtınası bulundukları yeri ve yanlarındaki erleri, atlarıyla birlikte tarumar etti. Karanlığın dört bir yanından yağan bu temir uçlu ısız[22] çırpılar, başını yerden kaldıranı perişan ederek tekrar kanlar içinde dereye yığıyordu. Bir süre sonra okların ıslığı kesildi. Atların çığlıkları, erlerin inlemesine karışıyordu. Derenin ay ışığıyla parıldayarak akan kutlu suyu, er kanıyla sulanmış bir tarlaya dönmüştü. Kuytularından çıkan yağı erleri, ellerinde mızraklarıyla kalabalık bir köpek sürüsü gibi atılarak, ayakta kalıp kılıç kaldırabilen bir kaç yürekli eri uçmağa[23] kavuşturdular. Kara Kam, yüzleri ve kedimliklerinden, bunların Tabgaç budundan[24] olduklarını anladı. Belli ki kendi içlerinden çıkan bir Tabgaç körüğü[25], bugün yapılacak yağışı ve sürülecek gizli tağ yolunu düşmana bildirmişti. Acı içinde sürünerek erlerine yardımda bulunmak isteyen Kara Kam’ın yaralı bacağını bir Tabgaç eri, pençesiyle suya bastırdı. Acıyla inleyen Kara Kam’ı kaldırıp kollarına giren yağı erleri, onu derdest edip bir ağacın altına, diğer yaralılar ile birlikte sürükleyip topladılar. Kara Kam, burada Kağan’ını, gözleri bağlı bir şekilde, yaralı ve başında ona bekçilik eden iki yağı eriyle gördü. Elleri ve ayakları da gözleri gibi bağlanmış, yaralı ve biçare bir halde oturuyordu. Kara Kam, onun bu halini görünce sızlayan özünün acısıyla, yaralı dizine rağmen ıstırapla ayaklandı ve haykırdı:
“Ey Kağan! Ey yağız Anda[26]! Işlıg[27] ol, başım uçmağa dek yolunda!”
Gerçekten de Kara Kam için Kağan’ı, sadece yurdunun başı değil, aynı zamanda kan kardeşi idi. Balalıktan beri birlikte yetişmişler, bu günlerinde temirleriyle kestikleri özlerinden akan kanlarını birbirine içirmişler ve and içerek kan-kardeş olmuşlardı. Bu kardeşlik, uçmağa değin uzanan bir bağlılık ve birbirini gözetmek anlamına gelen bozulmaz bir yemin mânasına gelirdi. Kara Kam, işte bu balalık günlerini hatırlayarak acı bir tebessüm etti. Yağı erlerinin sert bir darbesiyle yere düşerek tekrar beklemeye koyuldu. Bu bekleyiş sırasında gözünü karanlıkta ışıldayan bir parlaklık aldı. Gözlerini dikkatle bu parlaklığa doğru verdiğinde ise, ufukta tağ tepeleri arasında beliren alevleri gördü. Burası onların yurduydu. Yurtları ateşler içinde yanan bir köze dönmüştü. Kara Kam, gözyaşları içinde kalarak düşündü; Yüce Tengriye ne fenalık etmişlerdi de böyle bir kıyıma uğramışlardı?
Yağı erleri, buradaki yaralılarla birlikte Türk obasında sağ kalanları da toplayıp Tabgaç yurduna doğru yola çıktılar. Kara Kam, Ötüken’den[28] uzaklaştığı her adımda tinindeki kudretin biraz daha azaldığını hissedebiliyordu. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet bir çiftlik yerine vardılar. Burada ellerindeki bağlar çözüldü ve salındılar. Üstlerini ve başlarını soyunduran yağı erleri, onlara Tabgaç köylülerinin giysilerini giydirdiler. Artık ölene kadar hizmet edecekleri yer burasıydı. Bu diyar, kalabalık Tabgaç budununu doyurabilmek için göz alabildiğine tarla ve çiftlikle nizam edilmişti. Burada yüzlerce Türk bulunu[29] çalışmakta ve Tabgaç erleri bunlara gözcülük etmekteydi. Bu erlere yardım eden, budununun yurdunu ve dilini unutmuş tay boyunda Türk balaları dahi vardı. Görünen o ki Tabgac yurdu, kendilerine bu çiftlik ve tarlalarda aş edindikleri gibi er de ediniyordu. Türk bulunlar, çalıştıkları ovalardan ufuğa baktıklarında, uzaklarda Ötüken dağlarını görebiliyorlardı. Bazen yurtlarıyla bu bakışmaları içlerini hüzne boğup gözlerini yaşlarla sular, fakat diğer yandan gelecek günlerine uzanan umudun diri kalmasını sağlardı. Kara Kam da aynı şekilde Tengri’nin soluğunu içinde hiç kaybetmemişti şüphesiz. Özünün haline acımıyordu fakat, Tengri’nin balaları olan budunun ahvali tininin kudretini günden güne zayıflatıyordu…
Kara Kam çiftlikte çalıştığı günlerden birinde, yanına Türk dili bilen iki Tabgaç eri yanaştı. Ona kendi Hanlarının Türk Kağanını idama mahkûm ettiğini ve eğer isterlerse kağanlarını kendi inançlarına göre gömebileceklerini söylediler. Tabgac budunu, hayattayken düşman gördüğü her budunun erine zulmederler fakat, düşmanların ruhlarından çekinir ve bunlar tarafından rahatsızlığa uğramamak için ölü törenlerine oldukça hürmet gösterirlerdi. Kara Kam, duyduğu öfke ve acıyı içinde saklı tutmaya çalışarak bunu kabul etti. Ona eşlik eden bir Tabgac ordası ile birlikte bilmediği bir gömü mekânına gittiler. Meskene vardıklarında Kara Kam, uzun zamandır hissetmediği bir biçimde, içine dolan bir kutun sedasıyla irkildi. Etrafını biraz kolaçan edince, buranın bir Türk gömütlüğü[30] olduğunu gördü. Tabgaç Çiftlikleri ve tarlalarında çalışırken ölen Türk bulunlar, burada kendi dinlerine uygun bir biçimde defnedilmişler, binlerce bengütaş[31] ve balbal[32], tarlaların üstündeki otlar gibi topraktan bitmişlerdi. Gördüğü vaziyet, Kara Kam’ın özünü bir an için kinden arındırıp büyük bir huzurla doldurdu. Gözlerinden umudun yaşları süzülen Kara Kam, yağı erlerine; buraya başka bir zamanda da ata tinini kutsamak için gelebilme imkânının olup olmadığını sordu. Erler ona, sadece öldüğünde toprağın altına girebilmek ve ölülerini gömebilmek için gelebileceğini söylediler. Bu cevapla özü yeniden kin ile dolan Kara Kam, budunundan yuğ[33] için gelmesine izin verilen erlerle birlikte ölü ağıtını başlattı. Yaşarken Kağanları ile birlikte kılıç sallayan erleri, temirleri olmadığından yüzlerini tırnaklarıyla keserek kan ağladılar. Acılı böriler gibi haykırarak, Kağanlarının erliğini öven sözleri tekrarlayıp durdular. İçlerinden bazıları, kesemediği için saçlarını yolup Kağanlarının kutlu göğsünün üstüne bıraktı. Kağanın yuğ töreninde, birlikte kurban edilip gömülebilecek ne atı ne hatunu, ne de bir hizmetkarı vardı. Ondan geriye, yalnızca bulun düştükleri gün üzerindeki kedimliği ve kılıcı kalmıştı. Kara Kam, bunları ölü Kağanının bedenine kuşandırarak, kalan eksikler için Tengri’den af diledi. O’nun sonsuz bağışlayıcılığının Kağanının tinini her hâlükarda yanına kabul edeceğini biliyordu. Defin işlemi de bittikten sonra, başta yaptıkları ağıt ve yakınmaları tekrar ettiler.
Dönüş yolunda Kara Kam’ın aklında mezarlığa bir daha ne zaman dönebileceği ve burada nasıl uzun süre yalnız kalabileceği üzerine düşünceler geziniyordu. Gömütlüğe varır varmaz içinde hissettiği kut boş yere olamazdı. O günden sonra çiftlikteki Tabgaç zulmüne dayanamayıp can veren her kişinin yuğu için Kara Kam gömütlüğe getirildi. Buraya her vardığında Ata kutunu özünde hissedip sedalarını duyabiliyor, fakat çiftliğe tekrar döndüğünde bu kudretin zerresi dahi kalmıyordu.
Bir gün yine bir yağı eri, çiftlikte çalışırken ona doğru yanaştı. Ele geçirilen Türk bulunlarından birinin çiftliğe getirilirken yol üstünde öldüğünü ve onun kendisi gibi bir kam olduğunu söyledi. Ölü kamın cesedi, getirildikleri at arabasında duruyordu. Kara Kam, heyecanla ölünün yanına gitti. Oradaki Tabgaç erlerine, kamın cesedini derhal kutsayarak yıkaması gerektiğini, aksi takdirde onu tanıyan kötü ruhların çiftlikteki herkese fenalık getirebileceğini söyledi. Ölülerin aleminden hiçbir şeyden olmadığı kadar korkan Tabgaç erleri, Kara Kam’a müsade edip onu cesetle birlikte bir çeşme başına götürdüler. Ölen kamın üstünde tören giysileri vardı. Ya yakında bir törene katılacaktı, ya da birinden henüz gelmişken bulun düşmüştü. Kam giysisinin tüm bıkrıgları tören otları, kemikleri ve taşlarıyla dolu, eksiksiz bir vaziyetteydi. Kara Kam, bu malzemeleri Tabgaç erlerine belli etmeden çeşme başında kendi giysisinin cepkenlerine doldurdu. Ardından ölü kamı yıkayarak erleri çağırdı. Tabgaç erleri, cesedi sabah gün ışırken defnetmek üzere tekrar at arabasına atarak yerlerine çekildiler. Çiftliğe geri dönen Kara Kam, önce budunundan kişilere, sonra da pencereden Ötüken’in ufuktaki ormanlarına hüzünle baktı. Elini giysisinin cepkenine atarak içindeki ottan aldığı bir tutamı hızlıca yuttu. Önce suratı ekşiyerek dizlerinin üzerine yığıldı. Ardından gözleri kapandı ve yere serilen vücudu kaya gibi berk[34] kesildi. Onun düştüğünü görüp ahvalini anlamak isteyen Tabgaç erleri, Kam’ın yüreğini ve soluğunu dinlediklerinde sessizlikten öte bir şey bulamadılar. Budunundan onun öldüğünü görenler ve duyanlar, orada göz yaşları içinde dizlerini dövüyorlardı. Tabgaç erleri, Kara Kam’ın cesedini de at arabasına atarak sabah diğer ölülerle birlikte gömütlüğe ulaştırmak üzere beklettiler. Gün ışıdığında Türk gömütlüğüne gelen yağı erleri, artık cesetleri kendi geleneklerine göre defnedebilecek bir kam da kalmadığı için, ne yapacaklarını düşünmeye koyuldular. Fakat çiftliğe yeni bir kam gelene kadar yapacak bir şey yoktu. Kara Kam’ın cesedini ve birkaç ölüyü daha açtıkları derin bir çukura gömüp üstünü kapattılar. Bu işten sonra da atlarına binip çiftliğe geri dönerek gömütlüğü derin bir ıssızlık içinde bıraktılar. Güneş, gömütlükte yavaş yavaş yüzünü dağların ardına saklayarak kaybolmaya başlıyor ve karanlık ovaya yavaş yavaş çöküyordu…
Hava tamamen kararıp gece avlanan mahlukatın sesleri ormanı sardığında, bir çukurdan göğe dogru uzanan bir el, gömütlükte ölümün saatlerdir süren durağanlığını bozdu. Canhıraş bir şekilde etrafını eşeleyip toprağın üstüne çıkmaya çalışan Kara Kam, çukurdan dışarı uzanabildiğinde derhal cepkeninden ateş taşı ve temirini çıkartarak çalı çırpı toplamaya koyuldu. Sonra yine aceleyle cebindeki kuru otları çıkarıp inceledi. Bunlardan biri de, Kara Kam’ı çiftlikte yuttuktan sonra yere yığan kam otuydu. Bu ot, Tengri Tağın sarp tepeleliklerinde açan, sadece yılın güz başlangıcında, Tengrinin ulu kıldığı kamlarının veya kağanlarının görebileceği, dikenli bir bitkiydi. Kam, içinden göğün sedasını uluduktan sonra bunu yutar ve tini bedenini terk ederek bir süre için gök ve yer aleminin ücralarında dolaşabilirdi. O sırada bu alemlerdeki tüm mahlukatla iletişime geçebilir, ölü ataları ile bağ kurabilirdi. Bir süre sonra ise Kamın tini, bedenine tekrar girerek onu uyandırır ve kutlu törenine devam etmesini sağlardı. İşte böylelikle şimdi istediğini elde edebilmişti Kara Kam, fakat vakti azdı. Topladığı kuru yaprak ve dal parçalarını birleştirerek aceleyle bir ateş yaktı. Ateşe cepkenlerindeki uyluk kemiği parçalarını da atarak gözlerini kapattı ve alevlerin sesini dinledi. Sonrasında bu ateşe doğru eğilip bir fısıltıyla kutsal sözlerini dillendirdi. Çıkarttığı türlü kuru tören otunu da bu ateşe atarak etrafında dönmeye başladı. Yer yer ateş etrafındaki döngüsünü keserek dizleri üstüne çöküp çeşitli hırıltılarla sedasını yayıyor, sonrasında kalkıp yine döngüye devam ediyordu. Bir süre sonra aniden durarak büyük bir heyecan içinde ateşi izlemeye koyuldu. Zaman geçiyor ama ateş sabit bir şekilde yanmaya devam ediyordu. Kara Kam, tam ümidini kesip hayal kırıklığıyla arkasına dönmüştü ki o anda harlanan ateş, önündeki çimenlerde Kam’ın gölgesinden başka gölgeleri de gösterdi.
O sırada Tabgaç Çiftliğinde nöbet tutan yağı erleri hariç herkes inzivadaydı. Bulun koğuşunda Türk erleri, hatun ve balaları, yorgunluk, ağrı ve hastalık içinde inliyor, bu sesler içinde imkân bulanlar uyuyup dinlenmeye çalışıyordu. Her gün birileri bu barakalarda uykusunda veya uzandığı yerde hastalıktan uçmağa varırdı. Sabah olduğunda ise barakalarda kolluğa çıkan Tabgac erleri bu ölüleri sürükleyerek at arabalarına atarlar, gün içinde de emirlerine direnen bulunları çiftliğin mahzeninde eziyetten geçirirlerdi.
Ormanın avcılarının sesleri ve rüzgâr hışırtıları, geceye eşlik ediyordu. Bir Tabgac eri, bulun balalardan birine, kendisine ve diğer erlere mahzenden bir kap baiju[35] getirmesini emretti. Bala korku içinde mahzene doğru gittiğinde, Kara Kam’ın yere yığıldığı pencerenin önünde kahkahalarla gülüşerek toplaşan Tabgaç erleri, muhabbete koyuldular. Baijularını içen erler, muhabbetlerine devam ederken, pencerenin ardında bir hırıltı işittiler. Sesin kaynağını anlamak için içlerinden biri pencereye yaklaştı fakat hiçbir şey göremedi. Arkasına dönüp yerine oturacağı sırada, büyük bir gürültüyle parçalanan pencereden içeriye dev bir karanlık doluştu. Neredeyse bir ayı büyüklüğünde, kara bir böri, kanlı dişleri ve iri pençeleriyle askerlere doğru bakıyordu. Bu bakışların sahibi, Kara Kam’dan başkası değildi.
Kara Kam’ın atılmasıyla yıkılan duvardan, ellerinde kılıçlarıyla Türk yiğitlerinin cesur tinleri içeriye akın etti. Şaşkınlık içinde kalan Tabğaç erleri, bir yandan kendini bu etten ve kemikten yoksun mahlukata karşı müdâfaa etmeye çalışıyor, diğer yandan bağrışarak uykudaki Tabgaç erlerini uyandırmaya çalışıyorlardı. Bu karmaşayı duyup kaldıkları yerden çıkarak çiftliğe doluşan bulunların, önce gördükleri karşısında nutku tutuldu. Biraz sonra, korkuyla baktıkları tinlerin kutunu içlerinde hissettiklerinde, onların kendileri için geldiklerini anlamışlardı. Yaratılışlarının gereğini yaparak ölen Tabgaç erlerinden buldukları her türlü silahı kuşanıp savaşa katıldılar. Türk erlerinin tinleri ve böriye dönmüş Kara Kam’ın yanında, insana benzemekten uzak, tek gözlü ve 3 ayaklı karartılar, gözleri ve ağızlarından ateş saçan mahlukatlar, yüzüne bakılan anda insanı çıldırtan silüetler dört bir yandan beliriyordu. Tabgaç Çiftliği, geceyi aydınlatırcasına bir alaz misali cayır cayır yanıyor ve yağı erinin çığlıkları dört bir yandan yankılanıyordu. Samanlıklar kan deryası olmuş, serbest kalan hayvanlar parçalanan Tabgac erlerinin cesetlerini yiyordu. Doğrusu, böyle bir gözü dönmüş vahşet, zalim Tabgaç budununun bile yanına yaklaşamayacağı vaziyettendi. Ezilen ve zulme uğrayanın intikamı, tüm çılgınlığıyla çiftliğe yayılıyordu. Nihayet tüm Tabgaç askerlerinin bedenleri tarumar edildikten sonra, bulunlar ve onlara eşlik eden karanlık ve aydınlık tüm tinlerinden mahlukat, diğer Tabgaç çiftliklerine hücum ederek, kalan budunu da özgürlük ile buluşturmaya koyuldular. Vaziyeti izleyen Kara Kam, huşu içinde, kendinden geçercesine uluyordu. Fakat budununa katılıp diğer çiftliklere gitmek yerine, her şeyi başlattığı gömütlüğe doğru canhıraş bir biçimde koşmayı tercih etti. Vardığında, saatler önce yakmış olduğu ateşin hâlâ yandığını gördü. Günün ilk ışıkları gömütlüğü aydınlatmaya başlamıştı. Kara Kam, gün ışığı tüylerine değer değmez dönüştüğü böri halinden kam haline geçti. Yanan ateşin içinde bir sülüet gördü ve ona yaklaştı. Bu silüet, Ardası, Kağan’ıydı. Tini gömüldüğünden beri budununun vaziyetinden sebep huzura kavuşamamış, bu alemde bir zindan hayatı yaşamıştı. Fakat şimdi Tengri ile bütünleşebilirdi. Kara Kam’a minnet dolu gözlerle baktıktan sonra, göğe doğru alevden bir kartal gibi yükselerek kayboldu. İşte o zaman Kara Kam da yeminini yerine getirdiğine ve Kağan tininin uçmağa vardığına emin oldu. Kağan’ın kaybolmasıyla birlikte yanan ateş sönerek yerde derin bir obruk oluşturdu. Çukurun dibinde, tasviri imkânsız bir dehşet tüm gerçekliğiyle belirmiş, buradan yeryüzüne çıkan sesler, duyan orman mahlukatını dahi dağlara kaçırmaya yetmişti. Bir alev denizinin suretine eşlik eden kederli sesler, ne dedikleri tam olarak anlaşılmasa da yalvarmalar, yakınmalar ve çığlıklar şeklinde gün yüzüne çıkıyordu. Kara Kam, bir süre bu dehşeti izledikten sonra, sükûnetini koruyarak çukurun kenarından kendini aşağıya bıraktı ve derin karanlıkta süzülerek gözden kayboldu. Ardından yerdeki obruk kapanarak tekrar eski haline döndü.
Böylece Kara Kam, Kağan’ına verdiği anttan sonra, tamuyla[36] yaptığı andı da yerine getirmiş oldu. Budunu uğruna kutalmış tininden göğü sakınarak, tamunun derinliklerinde sonsuza dek hizmete koyuldu.
[1] Çalayır: Tecrübeli asker
[2] Kara Kam: Eski Türk dininde, kötü,karanlık ruhlarla iletişim kurabilen, onların gazabından korunmak, kimi zaman ise yardımlarını dilemek hususlarında kabiliyeti bulunan şamanlardır.
[3] Kedimlig: Zırhlı savaş giysisi
[4] Tengri Tag: Tanrı dağları
[5] Çağan: Şimşek
[6] Böri: Kurt
[7] Yağış: Kurban edilecek hayvan
[8] Bığrığ: Kese, torba
[9] Bukan: Büken, güçlü, yenilmez
[10] Elbis Kağan: Eski Türk dininde Savaş Tanrısı
[11] Bödge: Zaman
[12] Kut: İlahi kudret
[13] Sobay: Yetenekli savaşçı
[14] Bunluğ: Kederli
[15] Budun: Halk, Millet
[16] Içğın: Bırakmak
[17] Bügden: Hançer
[18]Alaz: Ateşten yaratılmış kutsal güç
[19] Yağı er: Düşman askeri
[20] Köz: Göz
[21] Orda: Tertipli topluluk. Ordu
[22] Isız: Kötü, lanetli
[23] Uçmak: Eski Türklerde cennet, göğe yükselmek
[24] Tabgaç Budunu: Orhun Yazıtlarında, Çin ulusu yerine kullanılan tabir. Tabgaç, o dönemde Çin’in bir bölgesidir. Geçmişte burada kök salmış ve devletleşmiş Tabgaç Türkleri ile karıştırılmamalıdır.
[25] Körüg: Casus
[26] Anda: Kan kardeşi
[27] Işlıg: Güçlü, metanetli
[28] Ötüken: Türklerin ana yurdu
[29] Bulun: Esir, savaş esiri
[30] Gömütlük: Mezarlık
[31] Bengütaş, Bengitaş: Eski Türklerde anıt, dikilitaş. Ayrıca Türk mitolojisinde sonsuzluk taşı gibi anlamları da mevcuttur.
[32] Balbal: Eski Türklerin mezarlarında görülen, ölen kişinin yaşarken öldürdüğü düşmanlarının öldükten sonraki yaşamında ona hizmet etmesi için ruhlarının içinde saklandığına inanılan, düz dikilitaşlar.
[33] Yuğ,Yığ: Eski Türklerde cenaze törenine verilen isim.
[34] Berk: Sıkı, sert
[35] Bir tür alkollü Çin likörü.
[36] Tamu: Eski Türk dininde cehennem.
- Tabgaç Çiftliği - 1 Ekim 2020
- Müdür Bey’in Sıkıntıları - 1 Ağustos 2020
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.