Bu sabah fakültenin kapısından içeri girerken her zamankinden daha heyecanlı ve gururluydu. Yardımcı doçent doktor olarak çalıştığı hastanede artık doçent doktor olarak görev yapacaktı. Yıllardır verdiği emeklerin karşılığını almış, en büyük hayallerinden birine kavuşmuştu. Haberi yolda arayan eşi vermişti. İçi içine sığmıyordu. Haberi alır almaz telefonla memlekette olan annesini aradı ve bu güzel haberi ona da verdi.
Odasına girdikten bir süre sonra haberi alan mesai arkadaşlarının doldurduğu odada keyifle tebrikleri kabul ediyordu ki odanın kapısı ağır ağır açıldı. Açılan kapıdan içeri kısa boylu, bir ayağı aksayan, yuvalarında kaybolmuş gözleri, uzun yüzü, dökülmüş saçları, eski püskü giyisileriyle buralardan olmadığı belli olan zayıf bir adam girdi. Sohbete o kadar dalmıştı ki adamın girdiğini bile farketmedi. Arkadaşlarından biri adamın konuşmasına bile fırsat vermeden “amca bu gün doktor bey müsait değil aşağı inerseniz sizi başka bir doktora yönlendirsinler” dedi. Adam başını hayır anlamında yukarı kaldırdı ve “ben Sami’ yi görmeye geldim” dedi. Bir anda bütün bakışlar adamın üzerinde yoğunlaştı. Günün adamı, her zamanki nezaketi ve samimiyetiyle yerinden kalktı yaşlı adama doğru bir kaç adım attı.
“Buyrun amca nasıl yardımcı olabilirim.”
“Sami değil mi? Sami Sarpaç.”
“Evet benim.”
“Ben Cemal’ in arkadaşlarından Haşmet.”
“Cemal?”
“Baban Cemal”
Baban Cemal sözü onu alt üst etti. Zaman durdu Sami için. Neşesinden, keyfinden eser kalmadı. O mağrur adam gitmiş yerine küçücük bir çocuk gelmişti adeta. Bir süre adamla göz göze ayakta hiç bir şey söylemeden bakıştılar. Bakışırken ikisinin de aklından aynı adamla ilgili farklı şeyler geçiyordu. Babası bu gün doçentliği hak ettiğini duymuş ve bu garip arkadaşını kendi yerine ona göndermişti sanki.
Ortada özel bir durum olduğunu anlayan arkadaşlarından birinin müsade isteyen sözleriyle kendine gelen Sami teşekkür ettiği arkadaşlarını uğurladıktan sonra “Buyrun şöyle oturun Haşmet Amca” diyebildi. Kendisine gösterilen koltuğa oturan adam hiç bir şey söylemeden elini koyun cebine soktu ve cebinden çıkardığı gümüş tabakayı açtı. Adamın ne yaptığını anlamayan Sami şaşkın şaşkın adamı izliyordu. Adam gümüş tabakanın içinden alelade katlanmış, kömür karasına bulanmış eski bir kağıdı, kutsal bir emaneti yerinden çıkartıyormuşçasına ihtimamla çıkardı ve Sami’ ye uzattı. Adamın uzattığı kağıdı alan Sami, aynı özenle açtığı kağıdı okumaya başladı.
Yıllar öncesi
Vardiya arkadaşlarıyle birlikte ahşap tahkimatlarla çevrelenmiş firavun mezarlarının girişini andıran koca bir delikten içeri girdiler gözünün alabildiği her yer simsiyahtı. Ayaklarının ezberlediği yolda ilerlemeye başladı. Dalgındı, arkadaşlarından birinin uyarısıyla baretinin ışığını yaktı.
İlk molaya kadar vardiya amirinin girişte verdiği gazla seri bir şekilde çalıştılar. Moladan sonra hiç çalışası yoktu. Saatine baktı daha normal mesainin bitmesine altı saat vardı. Birde ondan sonra kalacakları mesaiyle dokuz saat daha madende kalacaktı. Kendini çok yorgun hissediyordu. Son günleri ya uykuda ya madende geçiyordu. Çıkıp gidesi geldi bir kez daha isyan duyguları depreşti lakin oğlu, kızı, eşi ve ödemesi gereken borçları geldi aklına. Buradan çıkarsa aynı şartlarda başka bir iş bulma imkanı yoktu.
Yeniden işe yoğunlaşmışken insan kulağının duyabileceği en şiddetli patlamalardan birinin etkisiyle yere savruldu. Kıyamet kopuyordu adeta. Yer yer çöken tahkimattan üzerine kömür parçaları düştü canı acıdı. Etrafı toz bulutları kapladı bir anda. Madende çığlık, feryat, figan sesleri yankılanıyordu.
Can havliyle yerinden sıçramaya çalıştı. Tahkimattan üzerine dökülen kömür parçaları kalkmasını engelledi. Zor güç bela göçüğün altından çıktı. Düşerken başından çıkmayan bareti ezilse de ışığı yanıyordu. “Şanslı günümdeyim” dedi kendi kendine. Arkadaşları geldi geldi aklına bağırmaya başladı. “Selim, Musa, Haşmettttttttttttttt!” arkadaşlarından birinin “İmdattttttttt” çığlığı ile sesin geldiği tarafa yöneldi. Üzerine büyük parçalar düşmüş olan arkadaşını bir süre uğraştıktan sonra göçüğün altından çıkardı. Arkadaşının bir ayağı kırılmıştı. Onu yere oturttu, hemen onun yanında yatan ve sadece ayaklarını gördüğü arkadaşına müdahale etmek istedi. Bir süre uğraşsa da arkadaşından hiç bir tepki alamayınca arkadaşının öldüğüne kanaat getirdi. Diğer arkadaşlarına yeniden seslendi ama ses seda yoktu. Sağa sola baktı gözüne düşmen gibi görünen simsiyah kömürden başka bir şey göremedi.
İçerisi dumanla dolmaya başlamıştı. Bir an önce ne yapması gerektiğine karar vermesi gerekiyordu. Bir kaç saniye düşündükten sonra yerde kıvranan arkadaşını sırtına aldı ve çıkışa doğru yöneldi. Bütün madenciler can havliyle çıkışa doğru birbirlerini ezerek koşar adım ilerlemeye çalışıyrlardı. Osmanlı zindanlarını andıran madende tam bir can pazarı yaşanıyordu. Kaos ortamında ya arkadaşını bırakıp gidebileceğini yada zehirlenerek ikisinin ölebileceğini düşündü. Birden bir yerlerde yaşam odası adı verilen bir prefabrik olduğu geldi aklına. Sırtındaki arkadaşıyla yıkıntılar arasında o tarafa doğru ilerlemeye çalıştı. Patlamanın etkisiyle yıkılan tahkimat ve kömür göçükleri yüzünden zar zor ilerliyordu. İlerlerken her adımda bir imdat çığlığı yükseliyordu ama zaten zor nefes alıp veriyordu bu artlarda arkadaşını kurtarabilirse haline şükredecekti.
Bir kaç dakika yürüdükten sonra karşısında prefabriği görünce, çölde su bulan bedevi gibi sevindi. Yavaşça arkadaşını yere indirdi, prefabriğe doğru ilerledi. Kapısı çoktan açılmış ve içerisi karıştırılmış olan prefabrik yapının içine madende kullanılabilecek malzemeler yerleştirilmişti. Bu odalar patlamalarda ve acil durumlarda madencileri kurtarmak için yapılmıştı güya. Prefabriğin sağına soluna bakmaya başladı. Gözüne uzun zamandır kontrol dahi edilmediğinden tozlar arasında kaybolmuş gaz maskeleri ilişti. Onlardan önce gelenler bu meskeleri farketmemişlerdi. Gaz maskelerinden birini taktı ama taktığı maske çok eski olduğundan hiç bir işe yaramıyordu. Birer birer bütün maskeleri denemeye başladı. Kullanılabilecek durumda olan ilk maskeyi bulunca yerde oturan arkadaşına götürdü ve taktı.
Maskeleri kontrol ederken oksijen oranı her geçen saniye azalıyordu. Deneyebileceği bir kaç maske kalmıştı ki duraksadı. Ölüm geldi aklına. “Ölmek, yok olmak sanki hiç dünyaya gelmemiş gibi toprak olmak” dedi kendi kendine. Sonra da “Belki de ölüm meleği çoktan tünelden içeri girmiş, mesaisine başlamıştır da, sıra bana gelmemiştir.” dedi. Eline aldığı maskeleri bir kenara bıraktı. On beş yaşından beri gece gündüz demeden çalıştığı madene doğru uzun uzun baktı.
Karısı, oğlu ve kızı geldi aklına. Onları burada bırakıp gitmek istemiyordu. Hayattan da çok bir beklentisi yoktu. Birden ironik bir şekilde gülümsedi. Kimsenin normal günde onları arayıp sormayacağı lakin öldükleri zaman birilerinin onları arayıp soracağı geldi aklına. Bizim cesedimiz, canlımızdan daha değerli diye düşündü.
Her gün mezara girer gibi girdiği madende son anlarında bir şeyler yazabilmek için cebinden eksik etmediği not defterini ve kalemini çıkardı. Kömür karası elleriyle bir şeyler yazmaya başladı. Yazısını bitirdikten sonra ayağı kırık olan arkadaşının yanına geldi. ” Yaşarsan bu notu delikanlı olunca oğluma ver Haşmet” dedi. Arkadaşı ne olduğunu anlayamadı. Başındaki maskeyi çıkardı ve Cemal’ e uzattı. Hiç oralı olmayan Cemal katladığı not kağıdını arkadaşının cebine sıkıştırdı ve yeniden prefabriğin içine döndü. Haşmet sürünerek yanına gelmek için bir hamle yapsa da kırık ayağı ilerlemesine engel oldu.
Oturduğu yerde cigerlerine dolan dumanın etkisiyle öksürüğü arttı. Ayağa kalktı bir süre kustu. İçi dışına çıkmıştı. Derman kalmayan bacakları onu daha fazla taşıyamadı ve yüz üstü yere yığıldı.
Yaşlı adamın Sami’ ye uzattığı kömür karası olmuş not kağıdında,
“Canım oğlum buradan çıkamayacağımı biliyorum. Ölmek zor ama daha zoru sizi bırakıp gitmek. Siz olmasanız ölüm meleğini gülerek karşılardım. Anneni ve kardeşini sana emanet ediyorum. Biliyorum okuyup büyük adam olacaksın bir gün, onlara sahip çıkacaksın ve madenci babanı gururlandıracaksın. Annene, kardeşine selam söyle. Hakkınızı helal edin. Cemal.”
Güzel bir hikaye olmuş, elinize sağlık. Arkadaşlarının hayatını kurtarmak uğruna canını feda eden madencilerimizi güzel bir şekilde betimleyip onurlandırmışsınız. Sonunu ortasından itibaren tahmin etsem de yine de duygulandım.
Tek eleştirim şu: tüm maden başına yıkılırken, dört bir yandan çalışma arkadaşlarının feryatları yükselirken Cemal’in “Şanslı günümdeyim,” demesi. “Allah vere de baret sağlammış,” gibi bir laf etmek istemiş, ama olmamış. Bence tabii…
Kaleminize sağlık…
Değeri yorumunuz için teşekkür ederim Mit. Haklısınız bence de o ortamda şanslı günümdeyim sözü gereksiz olmuş.
Bu ay yer alan öykülerden beni en çok etkileyeni bu oldu diyebilirim. Zaten daha önce okumuş olduğum öykülerinizden aşina olduğum gibi, duygular yine beni sarıp sarmaladı. Tebrikler.
Doğrusunu söylemek gerekirse “Şanslı günümdeyim” cümlesini okuyunca hafiften bir gülümsedim. Yani bu sözlerin yer alması beni hiç incitmedi. Hatta Cemal’in o an ki samimiyetini gösterdi. Anlık mutluluklar. Yani diyelim maden kazasında gözlerinizin önünde on iki arkadaşınızı kaybettiniz fakat etrafı incelediğinizde içlerinden birinin sağ olduğunun farkına vardınız. İşte o anda mutlu olursunuz. Anlık mutluluk. Hatta mutluluk doğru sözcük değil belki de, belki de doğru sözcük Umut’tur, hâlâ yaşama tutunabilmemizi sağlayan. Zaten bu öykünün bize göstermek istediği de bu değil mi? Bir tarafta dürüst, samimi ve ölmekte olan insanlar. Diğer tarafta alçak, ikiyüzlü ve çürüyerek yaşamakta olanlar.
Yukarıdaki sözleri bir tartışma başlatmak için söylemedim, umarım kimseyi rahatsız etmemiştir. Sadece içimden gelenleri yazmak istedim.
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim dostum.
O kaza anını çok iyi anlatmışsınız. Çok güzel bir öyküydü, tebrikler.
Tşk ederim hazal.