Öykü

Yeşil Çimenli Gezegenden Göçenler

Düşünme yetisine sahip bütün canlılar, kim olduklarına, nereye ait olduklarına, yakın ve uzak geçmişlerine karşı büyük bir merak içerisindedirler. Geçmişe ait öyküleri şimdiye taşıyan da bu meraktır. Canlıların nasıl var olduğu, türümüzün nasıl bu günlere geldiği, büyük-büyük anne-babalarımızın hangi şartlarda yaşadığı ve kim oldukları; bizim kim olduğumuz… Buna benzer yığınla soru ömür boyu aklımızı kurcalar. Özellikle kendimizi anlamak, kim olduğumuz sorusuna bir yanıt bulabilmek tüm bunların içerisinde en zorudur. Bu noktada anılar devreye girer. Geçmişten bu zamana uzanan, bize kadar ulaşan anılar benliğimizin bir kısmını inşa ederken diğer kısmını oluşturma işi bize düşer. Biz yaşar, ve yaşadıklarımızı belleğimize aktarırız. Sonrasında “Ben kimim?” sorusu tekrar kafamızı kurcaladığında o anılar üzerinden kendimizi yorumlarız.

Ben, kim olduğumu düşündüğüm zaman öncelikle yaşadığım yeri ve atalarımızın buraya geliş öyküsünü düşünüyorum. Kendimi ilk olarak bunlar yoluyla tanımlıyorum. Bunu yapan yalnız ben de değilim, gezegendeki herkes bu hikayelerle büyüyüp hiç bilmedikleri uzak bir geçmişe ait olmasına karşın onları kimliklerinin temel bileşeni haline getiriyorlar. Bizi birbirimize bağlayan, bir ‘toplum’ olabilmemizi sağlayan şey de geçmişten bu günlere ulaşan anılar değil mi zaten?

Büyüklerimizin yaşadığımız gezegene geliş öyküleri bu kadar etkileyici olmasaydı belki de günümüze kadar ulaşamazdı. Henüz bir çocukken büyükannem bana ilk kez bu öyküyü anlattığında hissettiğim heyecanı hâlâ anımsıyorum. Ben mavi çimenlere oturmuş zihnimde oyunlar üretirken, o yavaş adımlarıyla yanıma yaklaşmış ve ilk olarak şunları söylemişti:

“Çimenlerin maviden başka renkte de olabileceğini biliyor muydun?”

Bu soru karşısında şaşkın şaşkın bir çimenlere, bir büyükanneme bakmış ve cevap verememiştim.

“Bildiğin gibi evrende bir sürü başka gezegen var. Elbette farklı renkli çimenler de vardır, değil mi?”

Bu şekilde açıkladığında onu haklı bulmuş, “Tabii ki vardır” demiştim.

“İşte, bu farklı renkli çimenlerin olduğu gezegenlerden birinde bizim büyük büyük anne-babalarımızın uzun yıllar önce yaşadıklarını biliyor muydun?”

O an şaşkınlıktan kafam iyice karışmış, “Nasıl..Nasıl yani? Peki çimenler ne renkti?” diye soruvermiştim.

Büyükkannem yüzünün her noktasını daha da kırıştıran ve güzelleştiren gülümsemesiyle bana bakıp “Yeşil.” demişti.

Birkaç saniyeliğine gözlerimi kapatıp tüm çimenler yeşil olsa her yer nasıl görünürdü diye hayal etmeye koyulduğumda içimden “Ne saçma şey! Yeşil çimen mi olur?” demiştim. Sonrasında kafamda başka sorular da oluştu. Büyüklerimiz yıllar önce o gezegendeyseler biz neden buradaydık? Nasıl gelmiştik buraya?

Ardından, büyükannem iyice meraklandığımı anlamış olacak ki konuşmaya başladı ve kafamdaki tüm soru işaretlerini(ya da sadece çok küçük bir kısmını diyeyim, çünkü cevaplar yeni soruları da meydana getirdi) dindirdi.

“Bu yeşil renkli çimenlerin var olduğu gezegenin adı Dünya’ymış. Yeşil ağaçları, masmavi denizleri, okyanusları ve binlerce farklı türde çiçeği, hayvanı içinde barındırırmış Dünya. Atalarımız Dünya’nın ufak bir köşesinde, sadece belli bir çevrenin içerisinde yaşıyorlarmış. Dünya’daki diğer çoğu insanın aksine, onlar o dönemde farklı kıtaların varlığını bilmelerine ek olarak farklı gezegenlerden de haberdarlarmış. Hatta içlerinden birkaçı diğer gezegenlere seyehati de düşlüyormuş. Dünya’nın geri kalanı hakkında, birkaç gezgin sayesinde biraz olsun bilgi sahibi olabilmişler ama varlıklarını belli etmenin, onların arasına dahil olmanın iyi olmayacağında herkes hemfikir olmuş. Akşam saatlerinde ateşin başında toplandıklarında, gezginlerin anlattıkları ‘Dünya’nın geri kalanı’na dair öyküler tekrarlanırmış kimi zaman. Birbirleriyle durmadan savaşan, sırf farklı sınırlar içerisinde yaşadıkları için birbirlerine düşman olabilen insanların korkunç hikayeleri onlara çok uzak gelirmiş. Fakat kimileri bu hikayelerin aslında o kadar uzak olmadığını, onların sınırlarına da bu insanların ulaşabileceğini ve yıllar sonra onları da kendileri gibi kötü varlıklara çevirebileceklerini sezmişler. Bunu sezenler, aralarında neler yapabileceklerine dair konuşmaya başlamışlar. Ardından, aylar sonra içlerinden birisi, gökyüzüne tutkun atalarımızdan bir tanesi başka dünyaların da mevcut olduğunu, oraları yurt edinebileceklerini söylemiş. Fakat bunun nasıl olabileceğini kimse bilmiyormuş. O günlerde bilime, teknolojiye dair bir şeyler yapabilmen, özellikle de ıssız bir kıtadaysan gerçekten çok zormuş. İnsanlar yıllarca bunun üzerine düşünmüşler. Tahtadan araçlar, içine gaz doldurulmuş balonlar ve uçmaya dair dair her türlü girişimde bulunulmuş. Uçmak, biraz olsun yükselmek bu dünyanın dışına çıkabilmek için yeterli gibi gözüküyormuş onlara. Sonra, bir gün içlerinden bir tanesi bu girişimlerin boşuna olduğunu fark etmiş. Kuşları gözlemeyi, onların hareketleri yoluyla doğa olaylarını anlamak için uğraşmayı çok seven bu kişi, yüksek hızın, onları yukarılara taşıyabilecek çok yüksek bir hızın gerekliliğinden bahsetmiş. İnsanlar, özellikle de biraz olsun alet yapımından anlayanlar yıllarını bu işe vermişler ve hiç sıkılmadan uğraşmışlar böyle bir araç için. Sonra günün birinde, bu uğraşların hâlâ devam ettiği bir zaman diliminde, bir gezgin yüzünde korkmuş bir ifadeyle kabilesinin yanına geri dönmüş ve anlatmaya koyulmuş: “Buraya varmalarına az kaldı.” demiş. “Yaşadığımız yerleri elimizden almak istiyorlar, bize ne yapacakları da bilinmez..” diye devam etmiş. İnsanlar o andan sonra günlerini korku ve umutsuzluk içinde geçirmeye başlamışlar. Fakat diğer gezegenlere ulaşabileceklerine dair hâlâ tutkulu bir inanç taşıyan birkaç kişi çalışmaya devam etmiş. Sayısız başarısız denemenin, hatta bazen ciddi yaralanmaların eşlik ettiği bu sürece bazıları yalnızca ‘gereksiz bir uğraş’ gözüyle bakarlarmış. Yemyeşil ağaçların arasında her geçen gün büyüyen bir araç duruyormuş artık. Aracın dışı okyanusun derinliklerinden toplanan çeşitli canlı, ağaç kökleri, gezginlerin getirdiği bazı ilginç malzemeler ve adanın simyacıları tarafından denenen yüzlerce farklı karışım yoluyla dayanıklı bir nesne halini alabilmiş. Yüzeyin yapısının önemli olduğunu çok iyi biliyorlarmış, çünkü yüksek hızla ilerleyen bir aracın Dünya dışına çıkmasının ‘yanıcı’ etkisini çabucak fark etmişler. Aracın içerisinde ise uçmayı denetleyen düğme dışında hiçbir kontrol mekanizması yokmuş. Bu haliyle birisi tarafından ilerletilebilecek değil, şans eseri herhangi bir yere ulaşabilecek bir araçmış, ama bu hali bile onlar için büyük bir umut kaynağı halini almış. Tek sorun, aracın içerisine değil tüm kıtadaki insanların, o kabilenin bile sığamayacak olmasıymış. Yalnızca birkaç kişinin uzaklara gitmesinin bir işe yaramayacağını düşünmüşler ve aracı ormanın derinliklerinde bırakıp diğer kabile üyelerinin umutsuzluklarına dahil olmuşlar. Her gece yıldızları seyredip hayallere dalmaya, kimsenin olmadığı dünyalara hep birlikte gidebilmeyi düşlemekten ise hiç vazgeçememişler.

Bir gün, gezginlerden birisi gelip çok yakınlarındaki bir kabileye beyaz adamların saldırdığını anlatmış. Onlara “kızılderili” diye sesleniyorlar, kimilerini köle olarak kullanıp geri kalanları hiç acımadan öldürüyorlarmış. İnsanlar korku içerisinde dinlemişler tüm bunları. Az kaldığını anlamışlar. Zaten bugün olmazsa da, günün birinde mutlaka kıyacaklarmış “kızılderili” dediklerinin canına. Ardından, ormanın derinliklerindeki aracın varlığını anımsamışlar. Tek umutları, içlerinden bazılarının onunla uzaklara gitmeyi denemesiymiş. Herkes aracın yapımını üstlenen kadınların ve erkeklerin gitmesi konusunda hemfikir olmuşlar. Ertesi sabah erkenden uyanıp kabilenin diğer üyelerine veda eden “kızılderili astronotlar”, araca binip ne olacağından habersizce uçuşa geçmişler. Uzayda uzun bir süre savrulup duran araç, günün birinde, nihayet bu mavi çimenli gezegene düşmüş. O günden sonra da bizler bu gezegeni yurt edinmişiz. Asla çok kalabalık olmamışız ama sayımız her geçen gün, yavaş yavaş artmış; artmaya devam ediyor…”

İşte, büyükannem o gün bana bunları anlatmıştı. Geçmişe ait böyle bir yaşantıyı öğrendiğim andan itibaren, daha bir sürü yeni soru filizlendi aklımda. Çıkardığım, ve bu gezegende yaşayan herkesin bu yaşantıdan çıkardığı ders ise asla o zamanın dünyasındaki diğer insanlar gibi olmamamız gerektiğiydi. İnsanları bu hale getiren şartlar oluşmamalıydı, bizler de bu hale gelmemek için çabalamalıydık.

Merak ediyorum, acaba hâlâ Dünya diye bir yer var mıdır? Eğer orada hâlâ insanlar yaşıyorsa, biraz olsun değişmişler midir, yoksa daha mı kötülerdir?