Birinci Aşama: Görmezden Gelme
Yazı yazmayı pek sevmem. Şu kalemin elimde bıraktığı hissi bir türlü sevemedim. Yazarken, duvara geyik resmi çizen mağara adamı gibi hissediyorum. Oysa şimdi evimde tek başımayken, yani şu tam an işte; kâğıt ve kalem benim en iyi dostum oldu. Tuhaf… Yirmi yedi yaşına kadar günlük tutmamış birinin ilk günlük notu nasıl başlardı? İşte böyle saçmalayarak! İnsanlar ikiye bölünmüş durumda: Bir yanda evine yiyecek ve malzeme yığan panik bir güruh ve diğer yanda sokakları dolduran umursamazlar! Ben iki gruba da ait değilim. Bu virüs meselesinden önce ne yapıyorduysam yine onu yapıyorum. Serçe parmağımla yaşamın ucuna tutunmuş, geçinmek için asgari düzeyde çalışarak, para kazanıp eve kapanıyordum. Bugünlerde ise hayatımdan arta kalan kırıntılar üzerime kar gibi sessizce yağıyor. Zamanın kristal taneleri ağır ağır bedenimi kaplarken tanıdıklarımın beni unutacağından korkuyorum. Bunlar epey duygusal laflar oldu. Tuhaf… Bu yaşadıklarımız gerçekten tuhaf. Bu kadar lakırdı yeter.
İkinci Aşama: Panik ve Kaos
Merhaba. Büyük sözler söylemekten çekinmeyen politikacılarımızın yüzlerindeki ifade giderek donuklaştı. Bu virüs diğerlerine pek benzemiyor. Üç gün kuluçka dönemi, iki gün yoğun ateş ve altıncı günde çoklu organ yetmezliğinden gidiyorsun. Şanslıysan yoğun bakımda bilincin kapalı oluyor, eğer değilsen evinde veya sokakta can çekişiyorsun. Politikacılarımız büyük sözler söylemiyor artık. Sokakta da kimsecikler kalmadı. Bazen sessizlik belediye anonslarıyla bölünüyor bazense kapılarımızın önüne bırakılan yiyecek kutularını alırken apartmanda birkaç tıkırtı duyuyoruz. Kalbimi tetikleyen, boğazımda düğümlenen, karnımda büyüyen o yaşam tıkırtıları… Artık televizyonlarda uzmanlar ve her halttan anlayan bilgeler de kalmadı. Bir şeyi merak ediyorum: Devlet, evlere daha kaç gün yiyecek yardımı yapabilecek? Yardım olarak paketlenebilecek daha ne kadar yiyecek kaldı ve bu yiyecekleri paketleyecek insanlar daha ne kadar yaşayabilecek? Ellerim titriyor, yazarken titriyorum. Salgın başlayalı iki ay oldu ve ben bile evde oturmaktan sıkıldım. Park bahçe gezenlerin hepsi maalesef öldüler. Evimin karşısındaki güzelim parka bakmaya korkuyorum. Mezar taşları olmayan yeni gömülmüş yüzlerce insan; her yerde ölüm, her yerde hayatta kalma savaşı. Sanırım sona geliyoruz. Yapabildiğim tek şey ne olursa olsun evden çıkmamak ve beklemek.
Üçüncü Aşama: Mülki Çöküş
Ellerimi görmeseydim kimse beni ellerimin var olduğuna ikna edemezdi. Ne varım ne de yokum; bomboş bir hiçlikte kendi gölgemin uçsuz bucaksız derinlerine doğru hızla düşüyorum. Neden yazıyorum? Hiç günlük tutmamış ben, hatta alışveriş listesi hazırlamaya dahi üşenen ben neden günlük tutuyorum? Belki de bu yazdığım günlük değildir; yani olurda birileri bir gün… Çoğu televizyon kanalında sadece kamu bilgilendirme videoları dönüp duruyor. Haber yayını yapabilen çok az kanal kaldı. Sosyal medya ise daha canlı. Dünyanın dört bir yerinden akıl almaz haberler geliyor. Kimseler ölü sayısının kaç olduğunu tam olarak bilmiyor. Havadan dahi bulaşabilen, insanı altı günde öldüren ve tedavisi henüz bulunmamış bu viral hastalığın sonuçlarının ne olduğunu kim bilebilir? Sosyal medyada kimi şehirleri korkunç bir kokunun kapladığı söyleniyor. Ölü kokusu; evinde, arabasında, sokağın ortasında ölmüş insanların kokusu hâlâ hayatta olanları delirtecek düzeydeymiş. Bence ölülerin kokması ve yaşayanlara rahatsızlık vermesi insana verilmiş onurlu bir haktır. Bunu uzun uzun düşündüm. Bu, benim de hakkım! Ölünün gömülme hakkını ona vermezseniz sizi varlığıyla cezalandırır. Ne diyorum ben? Korkuyorum, çok korkuyorum. Aslında ölmekten korkmuyorum, hiçbir zaman da korkmadım. Ölüp de toprağa ulaşamamaktan korkuyorum. Belediye beni gömer diyordum, nerede! Devletin varlığını artık hissetmiyoruz: Elektrikler sıklıkla kesiliyor, doğal gaz gideli çok oldu, otobüsler çalışmıyor, sokaklarda çöp dağları var, her gece dükkanlar yağmalanıyor ve son beş haftadır yiyecek kutusu da gelmiyor. En çok da ara sıra beni yerimden zıplatan silah seslerinden rahatsız oluyorum; ya bir kutu süt için birbirlerini öldürüyorlardır ya da birileri intihar ediyordur. Açlık, dayanılır gibi değil. Ne yapacağım?
Dördüncü Aşama: Medeniyetin İflası
Delirmek üzereyim! Ölmek istiyorum ama kendimi öldürmekten korkuyorum. Yapamadım! Dün kendimi asmayı denedim. Çok komikti. İpi tavandaki doğalgaz borusuna bağladım, sandalyeye çıktım, ipi boğazıma geçirirken ayağım kaydı ve “Aman! Az daha düşüyordum!” diyerek çığlık attım. Yoruldum, acısız bir intihar yöntemi aramaktan yoruldum. Az önce sokakta bir kutu bisküvi için adamın tekini ezdiler! Gözlerimin önünde ezdiler! Park artık kokuyor! Artık mezar kazacakları yer kalmadı. Kamyonlarla ölüleri getirip üzerlerine kireç döküyorlar. Elektrik yok. Sular gideli on gün oldu. Doğal gaz zaten, hak getire, çoktan yok. Daha ne kadar dayanabilirim? Aslında yiyeceğim ve suyum yoktu fakat hırsızlık yaptım. Nasıl anlatsam? Önce baba, sonra anne öldü ve küçük kız üç saat daha inledi. Ona yardım etmeye gitmedim. Üst kat komşularımın bir bir ölmelerini dinledim. Sonra belediyeyi de ben aradım. Dün ekipler geldi ve onları götürdü. Etraf sakinleşince utanmadan evlerini soydum. Bir saat boyunca evime hıçkıra hıçkıra ağlayarak malzeme taşıdım. Karantinanın ilk günlerinde deliler gibi alışveriş yapmışlardı. Salgının altıncı ayında olmamıza rağmen evleri hâlâ yiyecek ve su doluydu. Anne, baba ve beş yaşında bir kız çocuğu… Kız, annesine benziyordu ve gözleri açıktı. İsimlerini bilmiyorum. Keşke isimlerini bilseydim. Keşke kıza yardım edebilseydim. Son soluğunda ellerini tutup, saçlarını okşayıp onu sakinleştirebilseydim.
Bazen günlerce sokakta insan görmüyorum. Trafik gürültüsü kesileli çok oldu. Televizyonlar sustu, internet kapandı ve evimin önündeki sokağa ve hemen sokağın ötesindeki parka bakan pencerem dışında beni dünyaya bağlayan hiçbir vasıta kalmadı. Geceleri gökyüzünde milyonlarca yıldızı izliyorum; önceden hiç böylesine çok yıldız görmemiştim. Gündüz ise sokaklar hayvanlarla dolup taşıyor. Semalarda kuş sürülerinin çığlıklarıyla irkilip uyanıyorum. Bazen uzaklardan gelen bir arabanın gürültüsü, bir yakınımın sesi gibi içimi umutla dolduruyor. Üst kat komşumun evini soyarken virüsü kapmamak için çok önlem aldım. Acaba bana da bulaştı mı? Öğrenmek için iki üç günüm, ölmek için beş günüm kaldı. Belki de yaşamamalıyım, o küçük kıza yardım etmediğim için ölümü hak ediyorum. O yavruya değil de kendi acınacak halime ağladığım için ölmeyi hak ediyorum. Açlık beni hayvanlaştırmış, doyunca anladım.
Beşinci Aşama: Türün Sonu
Bu son yazım olabilir. Komşumun evinden çaldığım mumun ışığı altında ve mutlak bir sessizlik okyanusunun ortasında, kime ve neden yazdığımı bilmeden, düşünmeden ve tüm içtenliğimle yazıyorum. Virüs salgını tam bir sene önce başladı. Önce önemsenmedi, ardından büyük paniğe sebep oldu ve sonrası hiçbirimizin ön göremeyeceği ölçekte bir kâbusa dönüştü. İnsanları altı günde öldüren bu virüse Anoroc diyorlar. Tedavisi şöyle dursun daha tanısı dahi konulmadan tüm dünyayı kasıp kavurdu. Televizyonların ve sosyal medyanın hâlâ etkin olduğu ilk yedi ayda dünya nüfusunun yarısını yok etti. Sonrasını bilmiyorum. Kaç kişi kaldı, kaç kişi kaldık, bilmiyorum. Neden hayatta olduğumu da anlamıyorum. Sadece binadan çıkmadım, hepsi bu. Mahallemde ölen herkesin bir şekilde sokağa çıktığına şahit oldum. Aylardır penceremi dahi açmadım. Muhtemelen bu sebeple hayattayım.
Adım Luna, 27 yaşındayım. Annem ve babamı 2034 yılında trafik kazasında kaybettim. Son üç senedir babamdan kalma bu küçük evde yaşıyorum. Biyoteknoloji mühendisiyim; ufak tefek yazılım projelerinde görev alarak, evimden çıkmadan yuvarlanıp gidiyordum. Pek arkadaşı olan biri değilimdir. Kardeşim, sevgilim, yakın dostum, sadık köpeğim veya huysuz kedim yok. İnsanlardan uzak durarak daha az acı çekeceğime inandığım 21 yaşımdan beri böyleyim. Gerçek yalnızlık, üzerinde geçmişinden kalma insan yüzlerinin batıp çıktığı kıyısız bir okyanusun ortasındaki küçücük bir adadır. Gelgitlerle yükselen okyanus bazı geceler insanı alır ve dalgalarında kayıp bir yüze çevirir. Yalnızlık, ilk başta insana hafif gelir; küçücük bir taş gibi elinde oynatır ve onunla dalga geçersin. Sonra taş ağırlaşmaya ve dayanılmaz ağrılara sebep olur. Eğer yalnızlık bir ağırlık olsaydı ben koparmada dünya şampiyonu olurdum. Yine saçmaladım. Neden bahsediyorum ben?
Artık ölmek istemiyorum. Yüreğimin derinlerinden kaynayıp tüm ruhumu saran ve önceden rengini, tadını hiç bilmediğim bir duyguyla dolup taşıyorum. Eski benliğim, yani eskide kalan ben, irinli bir kabuk gibi yüreğimin üzerinden dökülüp gitti. Sanki binlerce yıldır gün görmemiş bir ovaydım ve birden çehreme bahar dolu bir güneş konuverdi. Ölmeyeceğim! Ne pahasına olursa olsun yaşamak istiyorum ve hayatta kalabilmek için var gücümle mücadele edeceğim. Aslında bu yazıda kendimi tanıtmak, yaşamımı bu günlük sayfasında ayrıntılarıyla anlatmak istiyordum, fakat böyle çağrışımlarla dağılıp gidiyorum.
Şimdi buraya kadar yazdıklarımı bir daha okudum. Kendime dair anlatacağım çok da bir şeyim yok. Adımı ve işimi söyledim. Bunlar dışında herhangi biriyim, biraz fazla biraz az. Günlüğümü, babamın iş yerinden getirdiği şu çelik kasaya koyacağım ve önce mavi defterimi evde bulabildiğim tüm poşet dosyalara saracağım. Küçük mavi defterim… Tüm hayatım bu kadar işte. Yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, ne varsa son bir yıl içinde hepsini yazdım. Belki uzun bir zaman sonra birileri bu defteri bulur. Amacım, bencil bir tutumla yaşadıklarımı diğer insanlara anlatıp bana acımalarını sağlamak değil. Dışarı iyice sessizleşti, artık araba sesi de yok, telaşlı helikopterler de olur olmaz tepemde vızıldamıyor. Yemek taşıyan drone sürüleri bozulup sokaklara saçılalı aylar oldu. Amacım mücadelemi anlatmak; bir sene boyunca beni hayatta tutan şey başlarda korku ve endişeydi. Sonra ise, yani sadece birkaç haftadır, beni hayata bağlayan komşumun evinden çaldıklarım oldu. Ölen o küçük kızın yemeğini yedim, suyunu içtim ve o ailenin erzakına tutunarak uzunca bir süredir sorunsuzca yaşadım. Küçük kızın adı Ayşe’ymiş. Sırf Ayşe’nin adını öğrenmek için evlerine bir daha gittim. Onlara borcum olduğunu düşünüyorum. Son soluğunda yanında olamadım ve bu borcu bir ömür sırtımda taşıyacağım. Artık dışarı çıkmalıyım, hâlâ hayatta kalanlar varsa onları bulmalı ve her ne yapmam gerekiyorsa yapmalıyım. Birazdan sabah olacak ve ben sırt çantam, bisikletim, bisiklete bağlayacağım ufak yük arabasıyla yola çıkacağım. Nereye gideceğim ve beni neyin beklediği hakkında en ufak fikrim yok, fakat kalan erzakla da artık idare edemem. Yaşamak için savaşmak zorundayım ve savaşabilmek için yaşama sıkı sıkı tutunmalıyım. Belki bir Ayşe’ye yardım edebilirim, belki kim bilir hiç hesaplamadığım başka bir sorumluluğu üstlenirim. Hoşça kalın. Beni unutmayın. Ayşe’yi unutmayın. Bizi unutmayın.
* * *
Luna, mavi defterini kapattı, birkaç poşet dosyaya koydu ve büyükçe bir koli bandını da bitirene değin defteri özenle sardı. Babasından kalma para kasasına özenle yerleştirdi ve evden çıkmak üzere kapıya yöneldi. Kapıdaki aynaya sabah güneşi henüz vuruyordu. İlkbaharın son günleri olmasına rağmen montunu giymiş, sırt çantasını tıka basa son yiyecekleriyle doldurmuş ve spor ayakkabılarını giymişti. Kendine baktı. Zayıflamış ve yorgun düşmüştü.
Sokağın ötesindeki parkı belediye birkaç kere yakmıştı. İnsan kalıntıları simsiyah zeminde artık görünmüyordu fakat yer yer yükselen küçük tepelerin aslında ne olduğunu Luna iyi biliyordu. Başını çevirip pedallara yüklendi ve miskin köpek sürüsünün yanından ana caddeye çıktı. Yollar terk edilmiş araçlarla doluydu. Çoğunun camları patlamış, ağır geçen kışın etkisiyle çamur ve pislik içinde kalmıştı.
Bir saat boyunca pedal çevirmiş olmasına rağmen tek bir insana veya yaşam izine rastlamamıştı. Her yeri kaplayan korkutucu karga sürüleri gökyüzünde insanı ürperten bir gürültüyle deviniyordu. Şehrin çıkışındaki ana artere döndüğünde üst geçitte durdu ve şehri uzun uzun inceledi. Yolda bulduğu dürbünle etrafa bakındı. Yaşam izi yoktu; ne bir insan ne dumanı tüten bir bina ne de hareket eden herhangi bir araç görebilmişti. Yüzünü kapatan maske giderek ağırlaşıyordu, fakat iyice emin olmadan tedbiri elden bırakamazdı. Dürbünü boynuna astı ve hızla şehrin dışına doğru yönelen caddeye indi.
* * *
Luna tam iki gün boyunca şehri sokak sokak, cadde cadde gezerek hayatta kalan insanları umutla aradı. Bazı büyük binaları, hastaneleri, okulları ve devlet binalarını da didik didik taramıştı. En ufak bir yaşam izine rastlamaması onu ürkütüyordu. Yiyeceği bitmek üzereydi; birkaç bisküvi kutusu, iki plastik su şişesi kalmıştı. Olanca yorgunlukla şehir merkezinde ilerlerken bir mağazanın camekanında çalışmakta olan televizyonu gördü. Bu mümkün mü? Aylardır elektrik olmayan şehirde çalışan bir televizyon yaşam demekti. Bisikletinden inerek yolun karşısındaki mağazaya koştu. Kapı açıktı. İçeride kimseler yoktu. Televizyonun neden çalıştığını hemen anlamıştı. Son yıllarda moda olan şu güneş enerjili otonom ekranlardan biriydi. Üzerine ufacık bir güneş ışığı dahi düşse hemen şarj olabilen şu incecik televizyonlar onu boş yere umutlandırmıştı.
Tam dönüp mağazadan çıkacaktı ki televizyondaki reklam ilgisini çekiverdi. Döndü ve ekranın önünde oturdu. Luna, reklamı dinledikçe göz yaşlarına hâkim olamıyordu. Aslında izlediği reklamdan çok televizyona yüklenmiş bir duyuruydu.
“Eğer bu mesajı izliyorsanız, bulunduğunuz şehirdeki havaalanına ulaşmaya çalışınız. Son gün yirmi yedi mart iki bin otuz yedidir! Havaalanına ulaşmakta zorluk çekerseniz evinizin çatısına veya açık bir alana çıkarak bekleyiniz; yardım ekipleri sizi kurtaracaktır.”
Bu mesajdan bir bilim insanı ekranda beliriverdi. Yaşlı bilim insanı elindeki kâğıda bakarak yavaşça konuşuyordu. O ve etrafındaki birkaç kişi steril laboratuvar kıyafetleri giymiş ve yüzlerini kaplayan şeffaf kasklar takmışlardı. Luna, adamın sesini iyice duyabilmek için ellerini zemine dayadı ve ekrana yaklaştı.
“Yuvaya Veda Yolculuğu on üç gün sonra başlayacaktır. Şu an itibariyle sadece yüz yirmi iki bin insana ulaşabildik. Lütfen evlerinizden çıkın, virüs için gereken önlemleri alın, güvenli bir yere gidin ve ateş yakın veya renkli bir şeyleri bayrak gibi sallayın. Sizi bulmamız için elinizden ne geliyorsa yapın. Carl Sagan Uluslararası Uzay İstasyonu’nda bizleri bekleyen otuz sekiz gemimiz var. Bu filoyla derin uzaya açılacağız. Artık dünyada yaşamamız mümkün görünmüyor. Bulaştığı her insanı öldüren, her vakada genetik olarak dönüşen ve giderek güçlenen AVID-38 virüsüne karşı verdiğimiz savaşı kaybettik. İnsanlığın bu kutsal seferi önce Jüpiter gezegeninin uydusu olan Europa’ya olacaktır. Oradaki ikmal istasyonlarında bir süre hazırlık yapıp Europa Sonda Merkezi’nde mahsur kalan uzmanları da anımıza alacağız ve sonra uzaklara, çok uzaklara gideceğiz. Otuz sekiz gemimiz bizleri binlerce yıl hayatta tutabilir ve kim bilir belki günü gelince, yeni bir yuva bile bulabiliriz.”
Luna, göz yaşları içinde yerinden doğruldu. İnsanlar dünyayı terk edeli neredeyse üç ay olmuştu. Kaskını çıkardı, yüzünü kaplayan saçlarını topladı, eldivenlerini yere attı ve bitkin adımlarla mağazadan çıktı. Caddenin ortasına doğru yürürken yüreğinde en ufak bir umut parçası kalmamıştı. İnsanlar gezegeni terk etmişti ve muhtemelen bu ıssız şehirde hayatta kalan tek kişiydi. Diğerlerini bulmasının da bir anlamı kalmamıştı çünkü virüs savaşı zaten kazanmıştı. Ona yardım edecek insanlar bulabileceğine inanmıştı ve bu naif düşünceyi yüzündeki acı gülümsemeyle lanetliyordu.
Bisikletine doğru yürürken birden irkildi ve bir iki adım geri attı. Caddenin zemininde yıldız biçiminde yeşil bir ışık beliriyor ve giderek güçleniyordu. Bir tür lazer ışığı olan bu işaretin kaynağını anlayabilmek için başını kaldırdı ve güneşe rağmen ötelere bakmaya çalıştı. Yeşil ışık iyice güçlenmişti. Luna, ince bir ıslık sesi duyunca ne döndüğünü anladı ve koşarak birkaç metre gerisindeki aracın arkasına sığındı. Islık sesi güçlenip rahatsız edici tiz bir gürültüye dönüştüğünde Luna başını hafifçe kaldırıp caddenin ortasına baktı.
Gökyüzünden caddenin ortasına küçük bir yaşam kapsülü füze gibi inmiş, yere yarım metre kala fizik kurallarıyla dalga geçercesine durmuştu. Yine de bu iki metre yüksekliğindeki ve bir metre çapındaki gümüşi yaşam kapsülü epeyce gürültüye ve titreşime sebep olmuştu. Güneşin altında parıldayan devasa bir puroya benzeyen yaşam kapsülünün rüzgârıyla saçları dağılmıştı. Şaşkın bir biçimde yerinden doğruldu, kapsüle doğru yürüdü ve bir süre önünde durdu. Elini kapsüle uzatsa da dokunmaya korkuyordu, hızla inen yaşam kapsülü sıcak olabilirdi. Merakına yenilip parmağıyla kapsüle dokununca aksine buz gibi olduğunu fark etti. Parmağı değer değmez kapsül, “İnsan algılandı!” diye bir uyarı verince Luna ürktü. Kapsülün ön kısmı ince bir tıslamayla açılıyordu. Tek bir kişinin ayakta durarak yolculuk yapacağı bu yaşam kapsülünün nereden geldiğini bilmiyordu, fakat yapması gerekenin ne olduğunu iyi biliyordu. Hemen kapsülün içine girdi, önce ayaklarını zemindeki bölüme sabitledi, dizlerini, belini ve omzunu sabitleyecek kemerleri tek tek taktığında kapsülün üst kısmındaki bölümdeki şeffaf kaskı ve eldivenleri gördü. Kaskı hemen başına taktı. Birkaç saniye içinde kaskındaki yapay zekâ, “Virüs tespit edilmedi. Lütfen yolculuk için eldivenleri takınız ve yönergeleri takip ederek yolculuğa hazırlanınız,” dedi. Eldivenleri iyice giyince önünde sanal bir klavye belirdi. Gerisi Luna için çocuk oyuncağıydı. Yaşam kapsülünün kapağı ağır ağır kapanırken caddede duran bisikletine ve sırt çantasına baktı. Dostlarını geride bırakıyormuş gibi hissetti ve gözleri doldu. Luna’nın yuvaya vedası böylesine içten ve sessizce olmuştu.
* * *
Salgından 367 yıl sonra
Otuz sekiz gemiden oluşan filo derin uzaya açılırken olacaklardan bihaberdi. Neredeyse her gemide birkaç Anoroc taşıyan hasta vardı ve uzmanlar ne yaparsa yapsın tedavi bulunamamıştı. On dokuz gemi engellenemeyen virüs salgınından dolayı ilk üç yıl içinde kaybedildi. Sekiz gemi yolculuğun on ikinci yılında göktaşlarının hedefi olmuştu. Hatta bu gemilerden üçü sadece kar topu büyüklüğünde olan göktaşlarının yağmuruyla yok olup gitmişti. Geri kalan on bir gemi yeni bir gezegen bulabilmek umuduyla farklı rotalara yönelmiş ve birbirlerinden haber alamayacak kadar uzaklara gitmişlerdi.
Yolculuğun otuzuncu yılında Luna’nın bulunduğu gemide büyük bir keşif artık tamamen kullanıma hazırdı. İnsan bilincini biyomekatronik bedenlere yüklemeyi başarmışlardı. Kısa bir zaman içinde yedi numaralı gemideki her insan biyomekatronik bedenlere yüklenerek biyolojik bedenlerini geride bırakmıştı. Bu bir stratejiydi. Belki binlerce yıl daha derin uzayda savrulacaklar ve buna rağmen yaşanabilir bir gezegen bulamayacaklardı, fakat gemilerin taşıdığı insan embriyoları biyomekatronik insanlar için umut olacaktı.
Yolculuğun üç yüz altmış yedinci yılında ise Luna’nın gemisi beklenmedik bir güne uyanmıştı. Geminin kaptanı, yanlarından geçtikleri nesnenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu nesne bir doğal bir oluşum değildi. İnsanoğlu evrende yalnız olmadığını uzayda biçare bir biçimde savrulurken ve güneş sisteminden daha birkaç trilyon kilometre uzağa gidebilmişken öğrenmişlerdi. Onlara dostane tutumlarıyla yardım eden Leshrin filosuna ait devasa Perpla gemisi, Luna ve arkadaşları için üzücü bir haber de getirmişti. Perpla’dan gelen talimatla gemiye girdiklerinde kurtulan tek insan gemisi olduklarını öğrendiler. Diğer gemilerin hepsi yok olmuştu.
Leshrinler bir homo sapiens türüydü. Bizlerden epeyce uzun, daha ince ve narin görünümlülerdi. Samanyolu Gökadası’nda gezinirken sapiens türüyle karşılaşma olasılığı bir transatlantikten okyanusa düşüp dalgaların birinde ilkokulda kaybettiğiniz silginizi bulma olasılığından çok daha düşüktür. Aslında bu, bir karşılaşma değildi fakat insanlar, Leshrinlerin önlerine neden çıktığını çok sonra anlayacaktı.
Perpla gemisi insan filosunun üç yüz altmış yedi yılda kat ettiği yolu birkaç saniyede alarak Dünya’nın önünde belirmişti. Perpla’nın şeffaf dış duvarlarından su damlaları gibi çıkarak dünyaya yönelen uçsuz bucaksız Ephillis gemilerinin görevi belliydi: Anoroc virüsünü yok etmek. Gemiler otuz sekiz gün içinde döneceklerdi ve bu süre zarfında Leshrinler, insanların zihinlerini biyomekatronik bedenlerinden çıkararak olağan insan bedenlerine yükleyeceklerdi. Bunu nasıl yapabildiklerini anlatmadılar fakat Luna, adı Ennimannah olan o granit hazneden başını kaldırıp vücuduna baktığında tekrar yirmili yaşlarındaki bedenine döndüğünü şaşırarak görmüştü. Sebebini söylemeseler de Leshrinler insanların kendilerini biyomekatronik bedenlere yüklemiş olmalarına hem şaşırmıştı hem de kızmışlardı.
“Döngü’nün yasaları vardır ve hiçbir canlı, yaşam döngüsünü bozamaz. Bu robotik bedenlere yüklenmeniz kabul edilemez.”
Luna, önünde duran leshrini sanki yıllardır tanıyor gibiydi. Son bir soru sormadan edemedi. “Sizi bir daha görecek miyiz?”
“Bu evrenin bu türevinde, hayır. Luna, bugünü anımsayacağın bir zaman gelecektir. Döngü, seninledir.”
Bu kısa sohbetten hiçbir şey anlamamıştı. Luna ve arkadaşları otuz sekiz günün sonunda dünyaya inerlerken Leshrinlerin tüm dünyayı temizlediklerini, yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli olan tüm temel altyapıyı yeniden işler duruma getirdiklerini şaşırarak görmüşlerdi. İnsanoğlu dünyaya sadece dokuz bin kişilik bir nüfusla dönüyordu. Leshrinler onları gezegene indirdiler, tek kelime etmeden ve sadece nazik bir selamla Dünya’yı terk ettiler.
* * *
Dokuz bin insan yedi farklı şehirde yaşıyordu ve yaşamı yeniden filizlendirmek ağır bir görevdi. Evine gidip günlüğünü almak için bir senenin geçmesi gerekmişti. Gece gündüz çalışan Luna, dünyanın yeniden işlerlik kazanabilmesi için debelenip durmuştu. Onu getiren araçtan inip evine çıktı ve biraz uğraştıktan sonra babasının kasasını açmayı başardı. Defteri geçen yüzlerce yıla rağmen yerinde duruyordu. Defterini kaplayan poşet dosyaların ve sıkı sıkı sardığı bantların ilk birkaç katmanı toz olup dökülmüştü, fakat diğer katmanlar sertleşmiş ve sert plastiğe dönüşmüştü. Defterini açtı ve yazdıklarını bazen gülerek bazense ağlayarak okudu. Dudaklarından dökülen o sözler, Luna’nın yaşamın anlamını bulduğu ana aitti: “Seni unutmadım. Seni unutmadım küçük Ayşe.”
Merhaba @Kemal_Sinan_Ozmen,
Öykünüzün giriÅ bölümünden mevcut Corona karantina günlükleri tadında bir yazı olduÄunu düÅünmeye baÅlamıÅtım ancak devamında beni Anne Frank’in Hatıra Defteri’ni okuyormuÅ gibi duygulandırmayı baÅardınız. Kaleminize, emeÄinize saÄlık.
Farklı bir dönemde, farklı bir salgını ele almanız, yazının olumsuz kısımlarını okuyucu olarak üzerimize almamamızı saÄladı ve bu dönemde umutsuzluÄa sürüklemedi diyebilirim.
Bazı benzetmelerinizi çok beÄendim ve üzerine düÅünmek hatta bir Åeyler yazmak istedim. Bu yüzden bir yere not aldım. Mesela aÅaÄıdaki kısım.
Uzaya gidiÅ ve geri geliÅ, sonrasında vicdan azabıyla yüzleÅme finali benim için beklenmedik oldu.
Çok beÄendim, tekrar emeÄinize saÄlık,
Sena
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bugünlerde, yani dünya tuhaf bir distopyadan geçerken distopya yazmak zor ve iddialı… Fakat içinde insanın doğru ve samimi bir şekilde anlatıldığı her hikaye bizde yankılanabiliyor. Siz de yankı tutması beni mutlu etti.
Selamlar.
Sinan Özmen
Bu aya sayenizde güzel bir final yaptım. Elinize sağlık. Güzel öyküydü.
Teşekkür ediyorum. Sağlıcakla kalın.