Öykü

Son

21. yüzyılın ortalarında, Amerika Birleşik Devletleri’nde gizli bir yeraltı biyoloji laboratuvarında hummalı bir çalışma yürütülüyordu. Soluk hastalıklı rengi suratıyla uğursuz bakışları olan Başhekim, duyarsızlık ve hırsla çalışan asistanlara talimatlar yağdırıyor ve denekler üzerindeki ölçümlerin duyarlılık yüzdesinden bir türlü memnun olmuyordu.

Hata payı sıfır olmalıydı. Başhekim Profesör mükemmeli istiyordu çünkü devlet başkanı kesin talimat vermişti.

Kamuoyuna duyurulan 7 milyar nüfusun öylesine komik bir palavradan ibaret olduğu, gerçeğin bunun kat kat fazlası olduğu, yalnızca dünya üzerinde büyük hedefleri olan küresel lobilerin bazı seçilmiş nitelikli insanlara söylemeyi uygun bulduğu bir sırdı. Profesör onlardan biriydi.

İnsan popülasyonu Dünya için dayanılmaz sınırları aşmıştı. Doğal kaynakları tüketen, özellikle Siyahi, Asyalı, Çingene nüfuslarını aşağı ırk gören Profesör için Başkan’ın talimatıyla nüfusu azaltacak bir yapay salgın hastalık üretilmesi görevi verildiğinde özel bir hırs duymuştu.

Burada paradan fazlası vardı. Kendisine teklif edilen, neredeyse hayatının kalan yarısını çalışmadan geçirebilmesine yetecek milyon dolarlar, organik karbon bazlı hayatın kendi elleriyle sona erdirilecek olmasından duyduğu heyecanın yanına bile yaklaşamazdı.

Profesör de, onlarca karantinaya alınıp tüm ailevi bağları kesilmiş, bizzat özel CIA korumalarıyla yer altına kapatılan tıp hekimleriyle ve laborantlarla yıllardır süren çalışmalarının sonuna gelmişti.

Amaçları daha önceki yapay Amerikan hastalıklarından AIDS, Ebola gibi uygulamalarından farklı olarak havaya püskürtüldüğünde spor hücreleri gibi atmosferik ortamda hızla yayılabilen, ama ona ek olarak yüzde yetmiş dokuzluk atmosferik azotun her bir zerresiyle tepkimeye girip kendini sanki organik bir hücreyi istila etmiş gibi çoğaltabilen bir virüs türü yaratmaktı. Böylece bir kez havaya püskürtülen az miktarda virüs bile hızla atmosferde kendi kendine üreyecek, ardından yoğunlaşan biyokütleyle yüzeye inip tüm insan nüfusuna musallat olacaktı. Virüsün enfekte olmasıyla müthiş bir iç organ korozyonu başlıyor, kanın asidik dengesi alt üst oluyor, karaciğer sadece birkaç gün içinde iflas ediyor ve kalbin çalışması bozularak kurban ölüyordu.

Kulağa yapılması imkansız bir bilim kurgu senaryosu gibi gelse de, çılgın Profesör’ün azmi dur durak bilmeden binlerce radyasyonlu genetik modifikasyon deneyi, binlerce mutasyon geçirmiş fare, Afrikalı köle, binlerce dolarlık harcamalarla nihayet sona yaklaşmıştı.

Kemik gözlüklü bir asistan, en büyük pilot sahalarındaki biyo-saldırı uygulama raporlarının sonucunu getirdiğinde heyecanla elleri titreyen Profesör rapora hızlıca göz gezdirdi. Dudaklarında ince bir gülümseme kıvrımı getirdi.

Kendisini izleyen beyaz önlüklü onlarca kişiye döndü ve gür bir sesle bağırdı.

“Bayanlar ve baylar, mutant virüsümüzü seri üretime geçiriyoruz. Tüm parametreler, özellikle de gaz difüzyon hızlarıyla kendi kendini katalize eden azot tepkimeleri tam standartlarımızda. Artık bu işi bitiriyoruz.”

Şimdi yapılacak olan şey, Nevada’nın yeraltı Biyo-tesislerinden özel transfer hatlarıyla Avrupa, Asya ve Afrika’ya gönderilip atmosfere salınmak üzere mutant virüsün hazır olduğunu Başkan’a iletip olacakları seyretmekti.

Mahşerin soluk renkli Ölüm Atlısı, büyük gösteri için hazırdı.

* * *

Simsiyah takım elbisesiyle, güneş gözlüklerinin arkasından, sefillikler içindeki Afrika manzarasını seyrediyordu. Sıcak bir yılan ısırığı gibi esen rüzgâr, kuru kafaların arasından geçen yılanlar ve kemikleri sayılan ölmek üzere çocuklardı grotesk manzarayı süsleyen manzaralar.

Sürüngen beyin aktivitesinin en yoğun olduğu, siyahlar içindeki neo-Armageddon atlısı gülümsüyordu. Sarı dişleri açlığın tırpanlı habercileriydi. Binlerce erkek, kadın, çocuk… Hepsi de kurak, çatlamış arazide ölmek üzere inliyor, kıvranıyor, bir damla su ve bir avuç yemek için birbirlerini boğazlıyordu.

Global gıda şirketi Bio-Foodex-66’nın kurucusu, ünlü CEO, binlerce tonluk gıda silolarında kendisinin ve tüm aile soyunun Büyük Kıyamet’te ömürlerinin sonuna yetecek kadar her türden besini stoklamıştı.

Ama karşısında açlıktan ölen sefil aşağı ırkları gördükçe, fahiş fiyatlara iktidar burjuvalara sattığı genetiği oynanmış tohumlarla sadece maddi değil, astral cehennemlerin frekanslarıyla yoğunlaşmış karnal zevklerle de yıkanıyordu.

Her şey açlık, tokluk ve hayatta kalma üzerineydi. Tüm köleliklerin temeli açlıktan ölme korkusuydu. Bütün insani dirençler, biyolojik degradasyonun enerji eksikliğiyle hızlanıp beyin hücrelerini öldüren o sancılı süreçte çökmeye mahkumdu.

Biyo-teknolojiyle hibritlenmiş, tek seferlik ekilmeyle bir dahaki hasata bozulan, çiftçiyi tekrar Şam Şeytanı tüccarlara, dolayısıyla global gıda şirketlere mahkum eden sistemin mimarı, siyahlar içindeki adamın banka hesabı, milyar dolarla ölçülüyordu.

Hızla ilerleyen gelir adaletsizliği, vergi uçurumu ve artan dünya enflasyonlarıyla açlık, 22. yüzyılın en büyük vebası, kanseri, yok oluşun başlangıcı haline gelmişti.

Tüm Avrupa’dan Asya’ya, Kanada ve hatta Avustralya’ya kadar kıtlık, hiç görülmeyen seviyelere ulaşmıştı. Azalan alım gücüyle suçlar, cinayetler, cinnetler ve yağmalamalar artmıştı.

Mahşerin Siyah Atlısı, büyük Armageddon için gerekli şartları zevkle yerine getirmişti. Güneş gözlüğünün arkasından, sadece Başkan’ın emrini bekleyerek gülümsüyordu.

* * *

Hastalık ve kıtlıklar, görünürde güçlü bir yanılsama olan paravan kargaşaların ardından, ipleri arkadan yönetilerek gelmeliydi. Bunun için geçerli bir sahne dekoru gerekliydi. Bu, tarihin başından beri kukla ustalarının daima başvurduğu en temel metodun bir kez daha başarıyla uygulanacağı o uğursuz çanların çalınmasını gerektiriyordu: Savaş çanlarının.

Savaş, insanın en ilkel güdülerinin kırbaçlanmasıyla açığa çıkan primitif agresyonun, dağılmanın, kan ve ceset yığınlarının emrini verenlere en çok faydayı sağlardı.

Savaş lordu, kan kırmızısı üniformasıyla omzu yıldızlarla kaplı General, kuvvet komutanlarıyla harita üzerindeki son düzeltmeleri, taktiksel güncellemeleri yapıyordu. Son teknolojiyle, akıl almaz mukavemette ileri çelik alaşımları, kuantum elektronik devre güdümleriyle donatılmış, hayal dahi edilemeyecek ölüm makineleri, lazer güdümlü havada vurulamaz füzeler, kamufle ışın illüzyonlu tanklar, kilometrelerce ötedeki iğne büyüklüğündeki hedefleri vurabilen momentum tüfekleriyle özel kuvvet piyadeleri ve hiçbir uçak savar sisteminin alt edemeyeceği hayalet jetlerle Orta Doğu’dan başlayacak yangın için her şey hazırdı.

Öyle bir yangın ki tüm dünyayı saracak, hiçbir yer güvenli olmayacaktı. Kaçacak hiçbir yer kalmayacaktı.

Nükleer silahların kullanım yasağına ilişkin uluslar arası kontratlar, uzun yıllar sonra, bu en korkulan Kırmızı Atlı tarafından, kanın vahşi çığlıklarıyla bozulacaktı.

İsrail’in lanetli bir uğursuzlukla sahiplendiği Golan tepelerinde Semitist hareketin yığdığı cesetler gökyüzüne kadar ulaşacaktı. Barutun dumanı güneşi kaplayacak ve sonsuz gece başlayacaktı. Atmosferi yararak geçen Hidrojen Bombalarının radyoaktif mantar bulutlarıyla kitleler saniyeler içinde buhar olup atomlarına ayrışacaktı. İlk patlamalarda ölecek kadar şanslı olmayanlar ise, ağır radyasyonlu gama ve nötron ışımalarıyla, varoluşun gördüğü en iğrenç, mide bulandırıcı grotesk formlara dönüşecekti.

Orantısız uzuvlar ve mutile olmuş organlarla hayvansı insanlar, çift başlı böcekler ve akla gelmeyecek aşırı şartlarda varlığını sürdürüp her şeyi enfekte edebilecek virüsler ve daha nice ağza alınamayacak melez iğrençlikler, tıpkı bir post apokaliptik Zombi senaryosunun gerçeğe dönüşmesi gibi dünyayı istila edeceklerdi.

Mahşerin Kızıl Savaş Atlısı, göreve hazırdı. Kan için bekliyor ve sabırsızdı.

* * *

Muhteşem Son için gerekli olan üç temel silah, Savaş, Kıtlık ve Ölüm hazırdı. Ancak onları yönetecek, yılanın başı, dünyaya gerekli olan Katarsis’i yönetecek güçlü Pindar, Beyazlar içindeki Master gerekliydi. Her şeyi yöneten, On Üçler konseyinin, piramitin tepesindeki tek Göz, start için düğmeye bastı.

Şefkatli kollarıyla tüm insanlığı kucaklayıp nükleer bir korku karadeliğinde hiçliğe karışmalarını izlemeye hazırdı. Mahşerin Beyaz Atlısı, başındaki meleksi hareyle Narince gülümsedi.

Mahşerin Dört Atlısı da hazırdı. Her şeyi sona erdirecek Armageddon başlayabilirdi.

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.