“Bizler yapayalnızız.”
Sözlerine böyle başladı. Devamını sabırla bekliyordum. Saçma sapan sorularına cevap beklerken onun için sarf edeceğim kelimeler arasında ahmaktan daha iyisini bulamıyordum. Bana hep dün havanın çok rüzgârlı olduğunu, bugün ise sıcaktan kavrulduğunu anlatıyordu. Bana bunun nedenini soruyordu. Oradan ne gibi göründüğümü bilmiyordum ama hava olaylarıyla ilgili tek bir kitap bile okumamıştım. Yazı masasına oturduğum her lanet gün başıma dikilip dün neler yaşadığından, akşam neler yaşamayı umduğundan söz ediyordu. Hayatımda tanıdığım en rezilce saygısızlık örneğiydi. Fakat bugün sadece yapayalnız olduğumuzdan yakınıyordu. Bir kinaye ya da paragraflarca anlam çıkarılacak bir metafor olduğu kanısındaydım. Çünkü o gökyüzünde yedi yıldız olsaydı bana sekizincisinin nerede olduğunu sorardı. Ona bilmediğimi söylediğimde yüzüme başka şeyler umar gibi bakardı.
Böyle anlarda kabalık etmemek için, en azından etmediğimi sanıyordum, yüzüne anlamlı bir ifadeyle bakıp onu dinlediğimi gösteriyordum. Aklımda atlar vardı. Nallanmış ayaklarının altında insan kafaları çivilenmiş atlar. Dolu dizgin atlar. Yelelerinden beş kelin Rapunzel olacağı atlar. Bunu öyle uzun süre hayal etmiştim ki, artık keskin mürekkep kokusu ve defalarca üstü karalanmış kâğıt bana yalnızca atları düşündürüyordu. Hoş, temiz yastık ve yorgan, bir tabak sıcak yemek, ılık duş ve askıda eskimiş paltom da öyle. Onları yazmalıydım. Kıyamet günü dünyayı alt üst edecek dört at hakkında diyeceklerim yalnızca koyunları ve beni ilgilendiriyor olamazdı. Öyle şeyler yazmalıydım ki, hem atlar sağ salim kalmalıydı hem de zihnimdeki yularlar çözülmeliydi. Çözümü biliyordum: Dörtnala koşan zarif atlar bir gece ahır istilasında ele geçirilecek, mahşer günü hiç gelmeyecekti.
Onun beynimin etini kemirmek için icat ettiği türlü yöntemler bana özgürlüğü ve dinginliği özlettikçe ben atları anımsıyordum. Aklıma kazıyordum. Çivi yazısı gibi, aklıma şaha kalkmış atların rüzgârla göğüs göğse vuruşmasını kazıyordum. Eskisi gibi güçlü olabilmek için kâğıtları avucumda buruşturuyordum. O görmüyordu. Sadece konuşuyordu. Beni çıldırtıyordu.
Artık onları yazmalıydım. Aklımı ve kendimi azat etmek üzere son kez yazı masasının başına oturduğumda beklenen tekerrür salisesine dek şaşırtmadan yaşanıyordu. İnce fakat sert derili ayaklarıyla iç gıcıklayıcı tonda parkelerde ilerliyordu. Gözlerimi yere dikmiştim. Bir şeyler karalamak için bu masaya oturduğumda refleksimin kalemimi mürekkebe batırmak olması gerektiğinden emindim ama ben kapı eşiğine ters düşecek gölgeyi bekliyordum. Nihayet beliriyordu.
Ölülerin ondan daha canlı göründüğünden emindim. Baştan aşağı bej rengi tercih ettiği giysisinin dekoltesini avcuyla kavrayıp yüzünü silerek odaya girdi. Ayaklarına birer bez bağlamıştı. Adımları arkasında lekeler bırakıyordu. Onları umursamadım. Övündüğü kadar temiz biri olmadığını biliyordum. Bu defa ayaklarını göremeyecek olmam bende tuhaf bir his uyandırmıştı. Sevmediğim şeyler ömürlük alışkanlıklara dönüşünce onlardan vazgeçemiyordum. Sevdiğim şeyleri ise hiç elde edebilmiş değildim zaten.
Elinde mum vardı. Kamburu çıkmış sırtı ellerine gölge düşürüyordu. Bu odanın en sevdiğim yanı ışığın her an her yerden girecek olmasıydı. Üç yanı camlarla çevriliydi. Bir duvarında boydan boya raflardan oluşan bir kütüphane ve ufak bir kapı vardı. Kapının arkasında kalan duvarda da büyük bir cam vardı. Işık bizimle oyun oynuyordu.
Her an yıkılacak gibi yürüyordu. Bir eliyle sıkı sıkı tuttuğu mumun sönmemesi için diğer elini siper ediyordu. Yanıma kadar geldi. Gözlerini bir an bile alevden ayırmadı. Mumun titrek ışığı yüzünde bir şeyler yazıyor gibi hareket ediyordu. Öyle ekşi bir ter kokusu geliyordu ki, merdivenlerden yuvarlanıp burnumu kırsaydım da şu kokuyu almasaydım, dedim. Gözlerimi ağzından ayırmıyordum. İçimden bahse giriyor, son on saniye içinde konuşursa kendi kendime yıllanmış bir şarap ısmarlama sözü veriyordum. Eğer konuşması yirmi dakikadan fazla sürerse kanı üstünde kalmış bir dilim biftek de yiyecektim. Maalesef on saniye boyunca muma bakmaktan vazgeçmedi. Sonunda konuştuğunda dakikalar geçmişti. Mum erimiş, tabağa defalarca damlamıştı. Sessizliği bozmuyordum. Onun dudaklarında yıllarca sessizliği umarak yaşamıştım.
“Bizler,” dedi, ağlamaklı sesi huzur vericiydi, “yapayalnızız.”.
Bu kelimeden sıkılmıştım. “Boş ver şimdi bunları,” dedim.
Ne anlatmak istediğini soracak kadar cüretkâr bir adam da değildim. Yineledi. Kelimeleri aksatmadan.
“Bizler yapayalnızız, sen yazmadıkça öyle kalacağız.”
Ne yazacağımı biliyor gibi konuşması beni ukalalığından tiksindiriyordu. Mumu masanın sağ ön köşesine, bacağına değmek üzere olan bir yere bıraktı. Hızlı bir dönüşle kendini çevirdi. Gideceği yerden emin olan biri gibi sert adımlarla odadan ayrıldı. Şarap ve biftek bir başka sefere kalmıştı. Az önce adımlarını bıraktığı izler kurumuştu. Dönüş yolunda onların benzerlerini biraz ötelerine bıraktı. Işık, gölgesinin nereye düşeceği konusunda şaşırtma oyunu oynamayacak kadar keder ve dehşet içine düşmüştü. Onun hisleri mum yüzündendi. Bizlere yetmediği kanısına vardığını odaya çöken geniş gölgeden anladım. Şaşkınlığımı gizleyemediğim yüzümü muma doğru eğdim. İnce bir ıslık çalacak gibi büzdüğüm dudaklarımdan çıkan cılız nefesle mumu söndürdüm. Işık mutlu oldu. Bense, tahmin edersiniz ki, atları aklımdan çoktan kaçırmıştım.
Masanın ön çekmecesinden dakikalarımı oyalanarak geçireceğim zamanlarda yaptığım şeyi yapabilmek için körelmiş uçlu bıçağı çıkardım. Sol elimle sapını kavradım. Sağ parmağımın uzamış tırnaklarını bıçağın az keskin ucuyla şekillendirmeye başladım. Tırnağın yalnızca sağ ucuna sürtüp duruyordum. Neredeyse yontulmuş ağaç dalı gibi, tırnaklarımdan ince sayfalar yaratacaktım. Tırnağımın bir ucu muazzam bir eğime sahip oldu. Saatler geçti. Neden böyle davrandığını bulmam gerekirdi. Onun hâlâ masanın başına dikilmiş, dizlerini yorgunluktan asla titremeyecek biçimde konudan konuya geçip zihnimdeki atların yularlarını sağlamlaştırması gerekirdi. Tırnağımın diğer ucu artık bıçağı kıskandıracak kadar sivriydi. Ahşap masanın ince cilasına bu sivrilikle nahif yüzlü bir at kazımaya başladım. Birkaç saat daha geçti. Kulaklarımı kapı eşiğine çivilemiştim. Mahşer gününün derin acısı içimdeydi. Gökyüzü, onu ayakta tutan dört sütununu orta yerlerinden kırmış, kendini omuzlarıma bırakmıştı. Ter kokusu bir santim bile kıpırdamamıştı. Ondan medet ummaya başlamıştım. Böyle sert soğuklarda neden böyle ter dökerdi bir insan? Kıpırdayamıyordum. Aklımı bir süreliğine yitirmiştim.
Onun kafasının içindeki harikalar diyarında nasıl bir faciaya yol açtığımı idrak edemiyordum.
Kendime geldiğimde kulağım hâlâ eşikteydi. Odadaki halı yüzüme bakıyordu. Dışarısı kulağını odamın camlarına dayamış kafamın içini dinlemeye çalışıyordu. Düşünemiyordum. Hiçbir şey! Ona işine bakmasını söyledim, zira karanlık çökmüştü.
Masa lambasını açtım. Dirseğim mürekkebi devirmiş. Damlalar masanın altındaki zeminde halka halka dağılmış. Masanın üzeri koyu renkli bir nehir gibi, ağlıyordu. Tırnağım kırılmış, kanamış. Dört at kazımıştım masaya. Sonuncusu kırmızıydı, ilki bembeyaz. İçinde ne olup bittiğini zerre kadar hatırlamadığım saatlerde iki tanesini daha bitirmiştim. Birisi mürekkepte boğulmuş, geceden daha siyahtı. Diğeri arada kalmışlığımı fısıldıyordu bana, soluk renkteydi. Mahşer yerimdeydim. Bizler yapayalnızdık. Atlar, sadece varlardı.
Onları masaya bağladım. Mürekkepten nehrin kenarına zincirlenmiş dört cini salıp ellerine atların yularlarını tutuşturdum. Demirden zırhları olan savaş çekirgelerini yazı masamın başına diktim. Nöbetteydiler. Atları kaybetmemeliydim.
Kapıya doğru uzanan yoldaki izler kupkuru olmuştu. İyice eğildim. Gündüzün aksine geceleri bu odayı aydınlatacak bir ışık yoktu. Yalnızca masa lambası, dört cinin tuttuğu dört atın korkmaması için onları aydınlatmalıydı. Atlar masamda bağlı olduğu müddetçe dünyada mahşer günü yaşanmayacaktı. Evin diğer odalarında onu aramak üzere odamdan ayrıldım. Hiç kimseyi bulamadım. Duvarlar da fısıldıyordu. Her adımında bir sonraki duvardan sesler yükselmeye başlıyordu. Bizler sahiden yapayalnızdık. Bir başımıza bırakılmıştık. Dört atlının sonumu getirmesini beklemektense dört atlının öyküsünün sonunu getirmek yeğdi. Son duvar susuncaya kadar evin içini dolaştım.
Ayak izleri ön bahçenin dış kapısında bitiyordu.
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
“Yelelerinden beş kelin Rapunzel olacağı atlar.”
Bayıldım! Çok yaratıcı bir öykü.
Merhaba Merve,
Teşekkür ederim, gülümsettin.
Merhabalar,
Yalnızlık, tırnaklardan yaratılan ince sayfalar, masanın mürekkepten gözyaşları , mutlu olan ışık, dudaklarda yıllarca yaşamak eylemi ve daha birçoğu… Gerçekten zihni doyuran betimlemelerle yaratılmış bir kurguydu. Okurun zihnine mahşeri bir çaresizliği ve hüznü işleyecek bir öyküyle gizemi birbirine katıştırmışsınız. Gerçekten ilgi ve merakla okudum her kelimeyi. Hatta masa ve cinlerin sahnesi zihnimde şekillendiğinde şaşakaldım bir miktar.
Kaleminize ve zihninize sağlık!
Merhaba,
Şaşakalmaya yol açmak yazarken yapabilmeyi istediğim şeylerin başında geliyor hep. Atların ve cinlerin masadaki macerasına devam etmeleri üzerinden gidecektim ama tadında bıraktım, öylesi mi iyi olacaktı acaba diye düşündüm şimdi.
Ayrıntılı ve güzel yorumunuz ve ayırdığınız vakit için teşekkür ederim. ^^
Belki o macera da bambaşka bir kurguda can bulur; güzel de olur Tekrar ellerinize sağlık