1867’nin sert Kasım ayı, taş evlerin duvarlarında bile sarsıntı yaratacak fırtınalar sunuyordu. Mucit Christopher Latham Sholes, siyah renkli düşüncelere dalan gözlerini boş duvardan toplayıp sabah olmadan bu işi bitirmek istiyordu. Ne yakın çalışma arkadaşı Carlos Gudden, ne de başka biri, ona daktilonun icadının 1700’lerde kaldığını anlatamazdı. Mucit Sholes’e göre, harf çubuklarının ucundaki segmanların daha iyisini bulsan bile o daktilo senin icadın olurdu, geliştirdiğin bir makine olmazdı. Bu yüzden Gudden’den saklıyordu. Mucidin “gerçek” icat odasının çatı arasında olduğunu düşünürsek, iki kat aşağısındaki geniş salonunda yıllar önce geliştirilmiş son daktilonun neredeyse aynısı duruyordu. Gudden her akşam üzeri geldiğinde onu oraya götürüyordu. Daktilo üzerinde çalışıyorlardı.
Sholes, yapabildiği tek şeyi bulup hayatını ona adayanlardandı. Uyuduğu saatler dışında gününün tamamını icat odasında geçiriyordu. Dünyada kalmanın bir yolunu arıyordu. “Adını bilen son kişi de ölene dek yaşıyor sayılırsın,” klişesiydi. Yemek yemeye vakit ayırmadığı için zayıf, çelimsiz bilekleri alet çantasını taşımaya yetecek kuvvette bile değildi. İhtiyacı olan her şey çatı arasına, yoldaşları güvercinlerle birlikte istiflenmiş vaziyetteydi. Temizliğini yapmaya tenezzül etmediği için evde beş dakika zaman geçireni feveran etmeye sürükleyen toz kokusuyla yaşıyordu. Senede bir kez kardeşlerini ziyaret eden Charles ve Henry, yalnız yaşayan mucidin evinde kendileri için güvenli bir alan oluşturacak kadar temizlik yaparlardı. Gudden’in her gün buraya geldiğini, saatlerce kaldığını bilenler onun sabrına hayret ve gıpta ile bakıyordu. Sholes’in öfkesi, kiri, geçimsizliği maruz kalanlar için birden çok işkence aletinden farksız etkiye sahipti.
Mucitlik ve âşıklık. Christopher Latham Sholes’nin hayatı. Çocukluk günlerinde tozunu attırdığı sokaklarda şimdi Gudden’in sevgili eşi olan Lillian’ın kendisini fark etmesi için yapmayacağı şey yoktu. Lillian’ın aksi annesini gülümsetmek için çaydanlığın kendi kendine çay doldurmasını sağlayan saçma bir mekanizma bile bulmuştu. Kaldıraç, ip, yerçekimi kanunu ve Sholes’nin inadı. Her şey tamamdı. Gudden o gün Sholes ailesini ziyaret edip işin aslını öğrendiğinde insanlığa faydası olmayan icadı alıp Lillian’ın annesine kendisi yapmış gibi götürdüğünde kader çizgisi baştan çizilivermişti. Bazı yönlerde değişiklik olmamıştı. Sholes ve Gudden’ın yolları bir türlü ayrılamamıştı. Onca nefrete rağmen.
İki mucit, Sholes de öyle görünmek zorundaydı, bir daktilonun daha fazla ne kadar geliştirileceği üzerine her akşam konuşup hallerine gülüyorlardı. Sholes deli saçması geliştirmeler öneriyordu. “Şaryonun geri itilişindeki hızı değiştirelim,” önerisi ortağının boş bakışlarıyla cevaplanmıştı. Mucit Sholes, Gudden’ı oyalayıp kendine zaman kazandıracak bir şey bulmalıydı. Zayıf noktasını düşündü. Beyninin her noktasını aydınlatacak ışık o zaman yandı. Gudden’ın yumuşak karnı rahatlıktı. O her zaman dirsekleri sızlamasın, işi çarçabuk görülsün, beli incinmesin isterdi. “Öyleyse,” diye hevesle lafa girdi Sholes, “daktilonun önüne demir çubuklarla bağlı, yazanın kollarına doğru uzanan dirsek yastıkları koyalım!” Ağız kokusu Gudden’in kafasında istemsiz bir geri çekilmeye neden oluyordu. Sholes’nin beyaz saçlarında işaret fişeği kadar belli olan kahverengi bitlerin de bu geri çekilmede etkisi oluyordu. Ortağı bu fikre bayıldı.
Gudden böyle fikirler duyduğu gecelerde tatmin olmuş mucit maskesini takıp geç saatlerde evden ayrılıyordu. Lillian’ın kollarına gittiği fikri Sholes’te öfkeden göz seğirmesi yapıyordu. Asıl mucit Sholes ise asıl renginden üç ton koyu gösteren kirle kaplı ellerini ovuşturup keşif dünyasına doğru yol alıyordu. Salonun koyu renk lambrilerinden kaptığını düşündüğü iç karartısıyla hiçbir zaman gelişmeyecek daktilonun başına geçip Gudden için ağır konuştuğu mektuplar yazardı. Çoğu şöyle başlıyordu: “Sevgili ortağım Gudden, neden hayatımdan, evimden, salonumdan, daktilomdan defolup olup gitmiyorsun?” Tüm mektuplar şöyle bitiyordu: “Karına ilk ben âşık oldum. O senin meyus hâline acıdı. Ben daha iyi bir mucidim. O senin munis hâline acıdı. Bir zaman sonra ise benden iç tırmalayan sesini kısabilmem için bir icat yapmamı istedi.”
* * *
Aynı şeylerin yaşandığı gecelerden biriydi. Sholes, elindeki lambayla Gudden’e bahçe kapısına dek eşlik etti. Kapıyı ardından kapatıp karanlık yolda kaybolduğunu görür görmez eve girdi. Hiçbir zaman gelişmeyen daktilonun başına geçti. “Sevgili ortağım Gudden, amma sıkıcısın,” diye başladığı mektubunu bilindik sonla bitirdi. Yarıda bıraktığı son mektup olduğunu bilmek biraz olsun içini rahatlatıyordu. İkiye katlayıp arka cebine sıkıştırdı. Sonra da üst kata fırladı.
Mucit Sholes şimdi sol elindeki gece lambasıyla çatı arasına tırmanan merdivenin son basamağındaydı. Arkadaşı gideli epey oluyordu. Ağır, bir o kadar kendinden emin adımlarla çıktığı merdivende durmuş, aşağıyı gururla izliyordu. Duvar saati çeyrek asırdır yalan söylememişti. Buna güvenerek sola doğru eğilip lambayı duvarın etrafında şöyle bir gezdirdi. Mucit Sholes, sahiden de bir saat on üç dakikadır sekiz basamağı tırmanmak için burada savaş veriyordu. Aynı dünya içinde yaşayan hiç kimsenin iki metre aşağıya onun kadar gururla bakmaya hakkı yoktu. Mucit Sholes, yeryüzündeki kötümser her durumdan imtina eder, tüm inayetleri ise sahiplenirdi.
Beyaz, uzun sakallarının ağırlaştırdığı çenesini kirli tırnak aralarına aldırmadan sertçe kaşıdı. Sivri uçlu kalemle çizilse daha kalın duracak dudakları sert kılları arasında çoktan kaybolmuştu. Yine de çıkık elmacık kemiklerinin arsızca bir toplanıp bir dağılmasından belliydi ki, Sholes yan yan gülüyordu. Sakallarının tırnakları yüzünden mikropla dolduğunu düşünebilirsiniz. Sholes’in en son geçen yıl bu zamanlar yıkandığını nereden bileceksiniz? Mucitler dünyasında böyle şeyler sıradan sayılırdı. Sholes’in dünyasında ise aksini düşünene yer yoktu.
Koltuk kabartma seremonisi zoraki bitti. Dizleri alabildiğine dik merdivenin başında daha uzun süre durmak için fazla “çürük maydanoz sapları” gibiydi. Kullanılmaktan epey incelmiş pantolonunun arka cebinde, boyuna ikiye katlanmış son mektup vardı. Yarısı cebinden dışarıda duruyordu. Nihayet küçük kafasını riyakâr atmosferden alıp büyük icatlar dünyasına yeniden sokacaktı.
En az beş metre uzağında duran pencereden civardaki diğer evlere bulunduğu yükseklikten göz atınca bir tane bile ışığı yanan ev göremedi. “Zamanı geldi,” derken balgamı cümlenin ortasında ağzına hücum etmişti. Orijinal rengini yirmi sene önce kaybetmiş halıya savurup ondan da kurtuldu. Aklına gelen öteki kelimeleri, böylesine mucizevî bir cümlenin devamını getirmeye değer bulmadı. Yalnızca, zamanı gelmişti, o kadar.
Çatı arasına açılan kapağı aralarken kolu titredi. Biraz olsun kaldırabilmeyi başarınca başının yarısını yukarı çıkardı. Sağ eliyle ahşap kapağın kıymıklı yüzeyine tüm gücüyle meydan okuyor, sol elindeki lambayı göz hizasında tutmuş içeriyi aydınlatıyordu. Ne fena ki, daha fazla dayanamıyordu. Yine de içeriye şöyle bir göz gezdirdi. Her şey dün gece aynı saatlerde bıraktığı gibiydi. Sholes direndikçe kapak daha da ağır geliyordu. Kolunu yarıya kadar indirip dirseğiyle destek vermeye çalıştı. Yalnızca felaketin geliş hızını kesmeyi başarmıştı. Kapak düştü. Tam kafasının ortasına. İnce iniltisi holün öteki ucunda duyulamadı. Çıplak ayakları ihtiyatla birkaç basamak indi. Arka cebini kontrol etti. Mektup yerli yerindeydi.
Mucit Sholes, tepesi hafiften açılmış saçlarının altında bir şişlik ararcasına elini gezdirdi. Parmaklarının altında bir şey kıpırdıyordu. Tuttuğu her neyse, işaret parmağı ile başparmağı arasında canını çıkarmayacak sıkılıkta tutarak çekti. Onunla birlikte elinde kalan birkaç tel saçını üfürerek kovarken ağzında saçtığı tükürüklerle az sonra tanışacağı bitinin yüzünü yıkamış oldu. Nihayeti olmayan bir pişmanlığa kapıldı. Sesinde sonu gelmeyen bir yürek burkuntusu işitiliyordu “Ah, siz miydiniz küçük bey? Affedersiniz, lütfen bağışlayın beni,” diyerek onu sıcak yuvasına geri bıraktı. Sesi öyle eskiydi ki, antikacı vitrinine koyulan bir eşya olabilse servet değerinde ederdi. Sholes göz ucuyla dahi bitin cinsiyetini tanıyacak kadar onlarla karşılaşmaya aşinaydı.
Bitlerini rahatsız etmek, yapacağı hataların en can alıcısıydı. İyi ile kötü arasında daha hafif olanı seçebilecek olsa, çıplak ayaklarıyla yerden ahşap kapağa dek on defa inip çıkardı. Yine de şakaklarından seyrelmiş saçlarındaki yaşam alanına savaş fişeği yollamazdı. Dayanılmaz bir karşı darbe gelecekti. Onlarcası kollarını sıvamış, minik adımlarla iç kavurucu toplu danslarını etmek üzere bilhassa ufak saç köklerinin olduğu yerde toplanmıştı. Mucit Sholes, kaşıntı istilasıyla savaşmak için elindeki lambayı basamağa bıraktı. Kafasını iki kolunun arasına sıkıştırıp tırnaklarıyla derisini kazırcasına aralıksız kaşıyordu. Olduğu basamakta tam tur döndü. Gözlerini sımsıkı yumdu. Omuzlarını başına kadar çekip ellerini yumruk yaptı. Kendini kastıkça kastı.
Geçmesini beklerken neredeyse kaskatılıktan devrilecekti. Bir anda son buldu. Karşı darbe sabırla püskürtüldü. Yahut püskürmüş olan Mucit Sholes’in akıl sağlığı da olabilirdi pekâla. Düşünmeye zaman olmadığında en yakın ihtimali koltuğunun altında sıkıştırıp yola devam ederdi.
“Kalın kafamın sağlamlığını test etmek için uygun bir andı,” diye düşünüyordu. Sholes, çatı arasının zeminindeki “lüzumsuz” kapağın sökülmesi gerektiğine karar verdi. Fakat önce oraya gitmeli ve bu işi bitirmeliydi. İç sesi savaş naraları atıyor, kafatası kendini zırhlı tank ayarlarına getiriyordu. Sholes, lambayı geri aldı. Ayakları tökezlemeden, yarım dakika içinde az evvel indiği basamakları tekrar çıktı. Kafasının üstüyle ahşap kapağa öyle sert çaktı ki, çatı arasındaki güvercinlikle büyük bir izdiham yaşandı. Ne olduğunu görmek için çatı arasını ikiye bölen demir parmaklığın ön safında yer almak isteyen siyah kanatlar, beyaz kanatlar, daha ufaklar, tombul kuşlar… Üst üste bindiler. Mucit Sholes, nihayet büyük dünyasına yeniden adım attı. Yerinden fırlayacakmış gibi hızla sallanan lambanın duvardan duvara çarpan titrek ışığında uçuşan kuş tüylerinden başka bir şey seçilemiyordu.
Etrafındakileri eliyle savuştururken ağzına yapışanları tükürüyordu. Lambayı çatı arasının eğik tavanının en ucuna dek uzanan uzun masanın kenarına bıraktı. İki eliyle birden tutup durdurdu. Güvercinlikte işler yoluna girdi. Yerini bulmak için ışığa ihtiyaç duymayacağı kadar ezberinde olan çekmeceyi açtı. Arka cebindeki mektubu masanın üstüne yatırıp dümdüz olana dek eliyle bastırdı. Açık çekmeceden bir deste kâğıt alıp yeni gelen mektupla birleştirdi. Son mektup en üstte duruyordu. Hepsini avucunun arasında dikleştirerek birkaç defa masanın zeminine vurdu. Ön yüzü kendisine bakan mektupta yazanlarla tekrar karşılaşınca yüzü öyle buruştu ki, sakalları bir an için bir araya toplanıp tekrar dağıldı. Gudden’ın seyrek sakallarına tükürmek istediğini yazdığı kısma denk gelmişti. Dikdörtgenin tüm uçları birbiriyle kavuşunca mucit onları çekmeceye bıraktı. Hızdan dağılmamaları için çekmeceyi olabildiğinde yavaş kapattı.
Mucit Sholes, hayatının her anını uğruna harcadığı daktilonun başına geçti. Sayısını bile hatırlamadığı böyle gecelerin sonuncusunda, ilk defa buraya çıkmak bu kadar zor olmuştu. Başında hâlâ gözlerini tam manasıyla açmasını güçleştiren bir ağrı vardı. Güvercinlere bir iki laf atıp keyiflenmek istediğinde dilinin zor döndüğünü fark etti. Kıvrılıp uyumak işten bile değildi. Tarifsiz biçimde arzuluyordu bunu. Aldırmamaya gayret gösterdi.
Eline keskiyi aldı. İcadı bu gece bitecekti. İsmini, başta Lillian olmak üzere, hiç kimse bir daha unutmayacaktı. Daktilonun segmanlarındaki son değişiklikleri yapıyordu. Yeni bir harf diziliminin, ya da adına ne diyeceğine henüz karar vermediği bir yeniliğin peşindeydi. İşine girişti. Harfleri, parmakları aklından geçenleri sırasıyla nereye basarak yazmak isterse ona göre yeniden dizmek istiyordu. Keskinin kalın geldiği yerlerde işlemeli ahşap sapında adının baş harfleriyle soğuk damga basılmış olan pek sivri bıçağını çıkardı.
“Dünyanın gördüğü en akıllı mucidin halledemeyeceği ne var güvencincikler?” dedi. Israrla cevap beklercesine bir süre odanın yarısını kaplayan geniş mi geniş kafese baktı. Güvercinler için suyun ve yemin ayarladığı saatte kafesin zemininden çıktığı, elektriğin onlara zarar vermesinin mümkün olmadığı bir sistem kurmuştu. Kuşlar kendileriyle meşguldü.
“Mucidiniz Sholes’in boş zamanlarındaki can sıkıntısından…” dili dönmüyordu, “yani…sıkıntıdan… Her neyse. Memnun musunuz, diye soracaktım,” dedi. Lambanın aydınlattığı kadar güvercinin yüzünde cevap arıyordu. Bıçağı daldırdığı harf çubuklarından biri elinden fırlayıverdi. Bir saniye evvel çubuğun olduğuna emin olduğu yere attığı sert bıçak darbesi sol elinin işaret parmağına saplandı. Daktilonun harfleri kırmızılığa bulandı. Gözlerindeki karartıyı lambanın yetersizliğine bağlarken harf çubuklarının en ufak deliğine kadar küfürler savuruyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Derin kesiğin sızısı, öfkesi altında eziliyor, kendini hissettirme fırsatı bulamıyordu. Mucit Sholes çekmeceyi bu defa hızla açtı. Yüzlerce yarıda bırakılmış yazılarla dolu kâğıtları nizam içinde saklamaktan bir an için vazgeçmişti. En üstteki mektubu aldı. Artık müsvedde sayılırdı. Parmağına dolarken kâğıdın yazılı kısmı yine üste gelmişti. Bitmeyen mektubun görünen kısmında Lillian’ın koyu kumral saçlarına eşlik eden kahverengi gözlerinin bir damla ışıkta dahi nasıl da parıldadığı yazıyordu. Sholes’in işgüzar zihni, yazanları hemen gözlerinde canlandırdı. Mucit Sholes derin bir nefes aldı. Uzun saniyeler içinde tuttu. Daktiloyu ve aletlerini de alıp güvercinliği odadan ayıran demir parmaklıklara sırtını verdi.
Saatler boyu hiçbir şeyin onu bölmesine izin vermeden çalıştı. Uzun yolculuklarda son durağa yaklaşıldığı anonsunu işittiğinde yaptığı gibi heyecanla fısıldıyordu. “Bitiyor, bitiyor, bitiyor…” Mucit Sholes, daktiloyu son hâline getirdiğinde yıllardır boğazında onunla birlikte yaşayan düğümün usulca çözüldüğünü hissetti.
Daktiloyu denedi. Harfler üzerinde kuruyan birkaç damla kanı tükürüğüyle ıslattığı parmaklarıyla temizledi. Her adımı olabildiğince düzgündü. Yeni harf dizilimi alışılmayı bekliyordu. Parmakları tuşlarda, şaryoda geziyordu. Boş bir kâğıt kapıp yerleştirdi. Öylesine harflere basıyor, bir süre sonra şaryonu itiyor ve çıkan seslerden müthiş haz alıyordu. Etrafı birkaç dakika içinde karmakarışık harflerle dolu, buruşturulup atılmış sayfalarla dolmuştu. Güvercinler her kâğıt fırlatılışında başlarını yana eğip Mucit Sholes’in sırtını izliyorlardı.
Yeni bir kâğıt koydu. Hemen bir mektup yazmaya koyuldu. Şöyle başlıyordu:
“Sevgili Lillian’ım,
Öyle bayağı seneler geçirdim ki, sana yakın ve senden uzak. Gülünç bir tümseğin kendinden büyük gölgesi ardında seni izliyordum. Onca şey icat ettim, Gudden denen solucanla neden evli olduğuna bir cevap bulamadım. Bundan sonra da bulamayacağım. Çünkü nasılsa senin aklında bir daha benden başkasının izi olmayacak.”
Mektubun devamında Sholes günler sonra çatı arasında bulunduğunda önceliğin icadına verilmesini ve daktilonun nazikçe merdivenden indirilmesini istemişti. Güvercinlerin özgür bırakılmak için bu anı beklediğini yazmıştı. Gudden’a sitemler, hakaretler ekledikten sonra yıllardır kendisine yapılan haksızlıkların böylece son bulacağını da söylemişti. Mektup şöyle bitiyordu:
“Lillian ve diğer insanlar, bir daha benim gibisi gelmeyecek. Sevgili ortağım Gudden, neden benim kadar eğlenceli bir adam değilsin?”
Mucit Christopher Latham Sholes mektubunu bitirdikten sonra daktiloyu üzerine yığılmayacağı güvenli bir yere çekti. Güvercinlerin yemini ve suyunu tazeledi. Çatı arasına açılan kapağı yerinden söktü. Kimsenin kafası bir daha bu kadar acımamalıydı. Yeniden güvercinliğin önüne oturdu. Bu defa yüzü kuşlara dönüktü. Saçlarını doyasıya kaşıyarak bitlerini uyandırdı. Bu anı kaçırmak istemezler diye düşündü. Damgalı saplı bıçağını eline aldı. Avucunu acıtacak kadar kavradı. Sımsıkı tuttu. Gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Uzun saniyeler tutmadı. Bıçağı kendine doğru çekti. Kalbine sapladı. Güvercinler yerlerinden bile kıpırdamadı.
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
Merhabalar,
Mucitler dünyasına kafa üstü çakılmış gibi hissediyorum kendimi. Nereden başlamalı nerelere varmalı? Hikâyeyi bitirir bitirmez kutsal bilgi kaynağında küçük bir tarama yaptım. Mucidin tutkusunun gerçekliğe dayanıyor oluşunu görmek beni derinden rahatlattı. Bitlerinin sitemini paylaşabilirdim farklı bir sonuçla karşılaşsaydım.
Okumanın ötesinde onunla yenilik için çabalamış gibi hissettim. Aynı anda nüktedan kalemin sayesinde insani olan birçok şeyi farklı yollardan tartma şansına eriştim. Hırs, kin, tutku, yaşamsal faaliyetler, adanış, çelişkiler, umut… Hepsi bu öykünün içeriğinde gözüme sokuldu ya da yeni bir sesle doluştu kulaklarıma. Diyeceğim o ki kaleminde gerçeğin yansımaları daha kuvvetli geldi bana.
Gönderilmemiş mektup öbekleri söyleyemediğim milyon yakarışıma tekabül etti, bitleri düşünmeye başlayınca asla beni rahat bırakmayan fikir öbeklerimdi ve güvercinler ise karşılıksız sunduğum nezaketimin kopma noktasıydı. Sholes dünyadaki kalıcılığına bir boyut daha kazandırdı seninle; ekstra çılgın bir ihtiyar olarak selam etti bizlere.
Zihnine sağlık!
Sevgili @Elif
Her zaman ayrı bir macera!
Eline ve düşgücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Merhabalar
Öyküdeki karakterler, mekan, her şey çok gerçekçiydi. Olay örgüsünü sevdim. Her şey detaylı yazıldığından nostaljik atmosfer daha ön plana çıkmış. Tadını çıkararak okudum. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Merhabalar herkese,
@zencefilos detaylı yorumun bu öyküyü yazmış olduğum için mutlu olmamı yineledi. Mucitle tanışınca bitli olmaması imkânsız gibi gelmişti. Umarım o da bir şekilde okuyup senin kadar beğenmiştir. Sevgiler!
@Dipsiz maceraların hayranıyım. Teşekkürler ve sevgiler.
@maviadige daktiloyu modern biçimde anlatabilene saygılar. Beni asırlar öncesine götürdü. Her zaman görüşmek dileğiyle, sevgiler!