Öykü

Altın Zirve

Bilinen 3 boyutlu materyal dünyanın ötesinde, onunla paralel ama farklı bir düzlemde buğulu astral cehennemler fokur fokur kaynıyordu. Aşağı inen katlar boyunca, dünyevi eylemlerinin karşılığı kat kat yoğunlaşan zerrelerle Cehennemdeki ruhlara gösteriliyor ve donuk zamanın sonsuzluğu boyunca onlara işkence yapılıyordu. Her katın iblis lordları kahkahalarla gülüyor ve artık Tanrı’ya ulaşmaktan tamamen ümidi kesilmiş olan kapkara ruhlarıyla daha fazla bataklığa çekiliyorlardı. Kuru kafalar, kan ve spermli arzuların balçığından yapılma tahtlarından, dünyadan aşağı düşecek bir sonraki talihsiz et-kemik yığınını bekliyordu.

7. katın bile aşağısında, o en korkutucu 8. katı, en korkulan, en büyük, en güçlü, karanlık ışığın getiricisi Lucifer yönetiyordu. Diğer zebani generallerinin aksine, yüzünün masum, narin ve hatta hüzünlü güzelliğiyle bulunduğu kasvetli ortama dalgın dalgın bakıyordu. Başındaki mücevherli tacı ve zarif vücut hatlarıyla cennetten ilk düştüğü günkü kadar güzeldi.

Dünyadayken, nefsani-hayvani doğasına yenik düşüp süptil ruhunu unutanlar, yaptıkları vahşiliklerin derecesine göre 1’den 7. kata kadar cehenneme gönderilerek köpek suratlı general zebanilere iyi bir besin kaynağı oluyorlardı. Ancak öyle ruhlar vardı ki, ezoterizmin karanlık sularına dalarak iyinin ve kötünün ötesine geçebilenler… Batıniliğin çağlardır insanı baştan çıkaran örtüsünü kozmik iradesiyle yırtıp Baphomet’in şarabından kana kana içenler… İşte o seçilmiş elit ruhlar için durum çok farklıydı.

Onlar doğrudan 8. kata, en dibe, Lucifer’in kapkaranlık kalbinin esrarengiz ışıltılarla dolu terk edilmiş diyarlarına gelirdi. Onları bizzat Lucifer, düşmüşlerin en güzeli test ederdi. Önlerine çıkaracağı, kendi yasak isteklerini alıp alamayacağına dair en sert irade sınavlarına sokar ve onları masallardaki Kafdağı’nın hakiki olanına çıkması için gönderirdi. Bu öyle bir Dağ’dı ki, ona yürüyen herkesin daha ilk adımlarında korkutan dizlerini titretir, çıkmaya çalışanların soluğunu keser, koruyucu gardiyanlarını görenlerin gözleri korkudan körleşirdi.

Şimdi; zamansız, tanrısız ve mekansız bu buğulu ortamda, Işık Getiren, tahtından merakla yeni genç savaşçıyı izliyordu. Dünyadan böylesi ruhlar her zaman gelmezdi. Sorgulayan, astrolojik ve kozmik determinizmi vahşi ruhuyla yırtıp kendi tanrılığını ilan etmek isteyen ruhlar, dünya çöplüğünün içinde gömüldüğü olanca pisliğe rağmen yine de parlayan çok nadir karanlık tohumlarıydı. Onları kaçıramazdı. Lucifer’in savaşı, davası için çok kıymetli ruhlardı bunlar. Onlara açtı. Asla doymak bilmeyen bir kara delik gibi, onları dünyaya enkarne olduğundan beri izler ve ölüm anından sonra ilahi ışığa çıkmasını engelleyerek aşağı doğru 8. kata vakum gibi çekerdi.

Lucifer, genç savaşçıya yolu göstermişti ve onun çabasını izliyordu. Ağzının tadına layık bir Altınlaşma savaşı izlemeyeli uzun bir süre olmuştu. Cesur ruh; altın renkli, nabız gibi ufukta atan Kafdağı’na ilerliyordu. Dünya yaşamı boyunca bunalım, sarsıntı ve arayış içinde yaşamıştı. Türlü türlü ezoterik örgütler ve öğretilerle iç içe olmuş, pek çok kavgalar etmiş, aylarca sokaklarda yaşamıştı. Evden ve işten atılmış, kara büyülerle uğraşmış ve taşralardaki kara peçeli majisyenlerle iletişime geçmişti. Tehditler almış, tehditler etmiş, kendini tanımış kendini unutmuştu, sonra tekrar sonsuz uçurumlara atlamıştı.

İşte şimdi atladığı en büyük sonsuz uçurumdaydı. İnsan ruhunun gidebileceği en yüksek doruğa tırmanıyordu. Lucifer’in kızıl nehirleriyle süslü Altından Kafdağı’na…

Dünyevi mücadelesinin astral yansımalarıydı aslında Dağ’a tırmanırken yaşadıkları. Önce yaşadığı şüpheler, dünyada bir şeylerin ters gittiği ve maddenin kabalığına dair sanrıları dağın eteklerinde kendini sürekli yön değiştiren yollar, labirent izlenimi veren illüzyonlarla göstermişti. Semavi yalancıların çocukken manüpile ettiği kırılmış benliğini, parçalanan yüzlerin kendilerini yemek üzere sivri dişlerini gösterip tıslamasıyla görmüştü Kafdağı’nda. Dağ’ın her bir kayasına tırmandıkça atan nabzın hızlandığını duyuyor, algıları genişliyordu. Kendine doğru uçarak gelen çirkin görünümlü Gargoylların, hayvani doğasının onu aşağı çekmeye çalışan libidinal kaprisleri olduğunu anlamış ve onları saf nefesin gücüyle üfleyerek dağın öte yanındaki asit bataklıklarına uçurmuştu.

Sarp patikalar boyunca şüphelerinin, konsantrasyon dağınıklarının ve başkalarından aldığı negatif enerjileri umursamanın yarattığı dikenli çukurlara tekrar tekrar düşmüş, her yeri kanamıştı. Ancak burada kendi nefsani egosunun kibrine kapılıp vazgeçmek yerine, ızdırap çekebileceğini, bir Tanrı’nın bile yaralanabileceğini kabullenmişti. İşte bu ruhani kabullenişle kanatları çıkmış ve tüm görkemiyle göğe uzanmıştı. Uçabilmiş ve sonsuz dikenli çukurlardan kendini kurtarmıştı.

En yükseğe, en zirveye geldiğinde çocukluğundan beri kendini takip eden travmanın hayaleti karşısına çıktı. Cinsel taciz ve şiddetti bunun adı. Tüm arayışının başlangıcı, kırılma noktası… Kendisine bunu yapan “aile” adındaki kanserli hücrenin bir ferdinin suratını taşıyordu hayalet. Dişleri, sivri pençeleri ve cinsel organından çıkan yılan gibi kıvrımlı, baş kısmında yine kendi küçük kafa silüetini taşıyan penisiyle kendisine uçuyordu. Ruhunu balçığa bulamaya çalışan bu geçmişin travmatik hayaletine karşı elindeki tek silahı olan “Şimdi”ye odaklandı.

Her şeyiyle, sadece şu an, sonsuza dek nefes alacak olan Kozmik Güç’üne, geçmişin ve geleceğin tüm yalan illüzyonlarını silip sonsuz hiçliklere gönderecek olan tek Tanrısal Öz’üne. Şimdi, en derin nefesle havaya yükseldi. Odaklandığı enerjiyle boyuttaki dalgalanmaları sezdi. Gözlerini kapadı. Yaratığın böğürtüleri ona yaklaşır ve asla kendi benliğini bulamayacağına dair aşağılayıcı tehditler savururken o sadece odaklandı. Boyutta bir yarık açılarak dalgalanmaya başladı. Her şeyden siyah bir yokluğun içinden ışıl ışıl bir kılıç belirdi. Savaşçı Ruh gözlerini açtı. Göz bebeklerindeki siyahlık, depresyonla gelen mor aydınlanmayla parlıyordu. İki eliyle kılıcını kavradı. Onu tekrar travmatize etmek için gelen hayalete karşı iki eliyle kılıcı kaldırıp haykırarak indirdi.

Çığlığı, boğuk bir vibrasyonla dalga dalga tüm astral cehennemlerde yankılandı. Generaller tek kaşını kaldırdı. Bunun ne anlama geldiğini biliyorlardı. Uzun zaman sonra aralarına yeni biri katılacaktı.

Kılıcın yakıcı keskinliğiyle kafası uçan yaratık, sanki hiç var olmamış gibi bir anda toza dönüşüp süptil alemlerde yok oldu.

Artık hakkı olan zirveye, Kafdağı’nın en tepesine uçtu. Yamaçlar boyu akan kandan nehirler onu selamlıyor, dikenli çukurların karanlığından kırmızı çift çift gözler onu izliyor ve koruyucu Gargoyllar ona sadakat yemini ediyordu.

O, kendi ruhunun zirvesine, bireysel Kafdağı’nın ezoterik Altından yapılma doruğuna çıkan savaşçı ruh, tanrısallığını ilan ederek Tacını taktı ve Lucifer’e baktı.

O en büyük Işık Getiren, Sabah Yıldızı, Venüs’ün zarafetini Cehennemin alevli dağlarında yansıtan Düşmüş Melek, narin tebessümüyle ona baktı. İncecik sesiyle, şırıl şırıl akan bir nehirin akıntısı gibi konuştu.

“Aramıza hoş geldin, genç Tanrı. Artık bizimlesin.” Parmağını yukarı göstererek işaret etti ve konuşmaya devam etti. “O’na, O’nun semavi zorbalığına karşı haklı isyanımızda seni de aramızda görmekten onur duyarız.”

Genç Tanrı, içindeki sonsuz altın enerjiyi her nefeste tekrar tekrar yaşayarak kılıcını kaldırdı ve Düşmüş Melek’i selamladı.

“Hakiki özgürlük için!”

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.