“Selam Mete, ben Hakan. Nasılsın?”
“İyilik Hakan, sağ ol. Seni sormalı?”
“İyi değilim abi. Yardımına ihtiyacım var.”
“Hayırdır, önemli bir şey değildir inşallah?”
“Çok önemli. Öyle böyle değil. Ölüm kalım meselesi.”
“Şaka mı bu?
“Ciddiyim Mete. Onu korumam lazım.”
“Kimi koruman lazım?”
“Kimi değil, neyi.”
“Neyi koruman lazım oğlum?
“Mete, o vazoyu saklamak zorundayım. Hem de hemen. Eğer onu ele geçirirlerse… Allah’ım… Olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum…”
“Ya Hakan, sakin ol sesin titriyor. Bak beni endişelendiriyorsun.”
“Benimle saat 3’te Beşiktaş’taki Üsküdar vapur iskelesinin önünde buluşmalısın Mete. Sana her şeyi anlatacağım. Şimdi kapatmam lazım. Unutma. Saat 3’te…”
“Alo… Alo Hakan?”
Hakan’ın beni aradığı sırada yatak keyfi yapmakla meşguldüm. Pencereden usulca giren sabah güneşi perdeleri yalayarak sırtımı ısıtıyordu. Dün gece geç saate kadar oyun oynamış ve kendimi tembelliğin doruklarında bir hafta sonuna hazırlamıştım. Sabah sabah böyle bir telefon almak planlarımda hiç yoktu yani.
Üniversiteden sınıf arkadaşımdı Hakan. Okul bittikten ve biz iş hayatına atıldıktan sonra ara sıra konuşur, bir buluşma ayarlar ve eski günleri devrilen bira şişeleri eşliğinde yâd ederdik. Kâh çektiğimiz kopyalara güler, kâh terk edilmelerimize hüzünlenir, kâh eski arkadaşlarımızı anardık. Gelecekten de bahsederdik nadiren.
En iyi arkadaşım diyemezdim Hakan için ama arkadaş diyebileceğim birkaç kişiden birisiydi hayatımdaki. Kabul, hiçbir zaman popüler bir insan olmamıştım. Üniversitede dahi arkadaşlarımın sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. İnsanlarla iletişime girmektense, uzak durmayı tercih ediyordum. Bu şekilde daha az sırtımdan bıçaklanıyor ya da darbe yiyordum. İş hayatında da bu stratejiyi uygulamaya devam ettim. Sonucunda otuz yaşını devirmiş, yalnız başına yaşayan, hafta sonlarını evde bilgisayar başında geçiren, film-dizi izleyen, ara sıra arkadaşları ile isteksizce vakit geçiren biri olup çıkmıştım.
Peki bu durumdan şikayetçi miydim? Asla! Hayatımdan gayet memnundum. Kimseye eyvallahım yoktu. Kız arkadaş dırdırı çekmiyordum, ailem kilometrelerce uzakta başka bir şehirde yaşıyordu. Ayda bir hafta sonu onları ziyarete gidip, evlatlık görevimi yerine getiriyordum. Kısacası, benim gözümde her şey mükemmeldi. Tek eksik, her geçen gün ruhumu ele geçirmeye başlayan “hayatın geçip gitmesi” hissiydi. Üstelik tek başına saldırmıyordu namussuz; yalnızlık, korku, endişe, bıkkınlık, yetersizlik, tatminsizlik, kararsızlık, hedefsizlik, başı boşluk, tekinsizlik gibi yan roller de dahil dev bir prodüksiyon ekibi vardı bu hissin. Evet mutluydum ama bir şeylerin yanlış olduğuna dair bir his peyda olmuştu içimde. Belki de Matrix’in en sevdiğim film olmasının nedenlerinden birisi de Neo ile kendimi bu açıdan benzeştiriyor oluşumdu. Ajan Smith ne zaman “Mr. Anderson!” dese, bana söylenmiş gibi başımdan aşağı kaynar sular dökülüyordu. O kadar benimsemiştim. Kendi beynimdeki küçük çaplı Matrix’imde hapis hayatı yaşıyordum resmen. Aslında her birimiz kendi düşünce hapishanemizin yalnızlıkla lanetlenmiş mahkûmları değil miyiz?
Hakan’la yaptığım telefon görüşmesi, anlamsız bir biçimde hayatımın gürültüyle akan bir nehir gibi gözlerimin önünden geçmesine; geçmişimin, yaşanmamış ve belki de hiç yaşanmayacak geleceğimin zifiri karanlık bir kara delik girdabına dönmesine neden olmuştu. Ya da sadece akşam birayı fazla kaçırmıştım, emin değildim. Fakat şu bir gerçekti ki Hakan’ın telefonu sonrası resmi olarak uyanmıştım ve yatak keyfimin içine edilmişti. Geri dönüş yoktu artık.
Kalkıp duş aldım ve ılık suyun açılan gözeneklerimden bedenime dinçlik kazandırmasına izin verdim. Mutfağa geçip bir yumurta kırdım. Tuz ve karabiber eklediğim yumurtaya kapıcının kapıya astığı taze ekmeği bandıra bandıra yemeye koyuldum. Mutfak penceresinden giren hafif esinti, fonda çalan Lambada’nın notalarıyla cilveleşiyordu. Kahvaltımı yaparken e-postalarımı kontrol ettim. Sosyal ağlarda zaman geçirmekten hoşlanmıyordum. Hepsinin vaktimden ve dikkatimden bir parça çalmak için sıraya girmiş pirana balıkları olduğunu düşünüyordum. Bu düşüncemi iş yerindeki ekip arkadaşlarımdan saklıyordum elbette. Sonuçta bir insan sosyal ağlardaki veri akışını analiz edip, topladığı verileri ürünlerini satacak hedef kitle peşinde koşan firmalara pazarlayan bir yazılım şirketinde çalışıyorsa sosyal ağlara karşı olamaz, öyle değil mi? Sistemin çarklarının dönmesi için çalışıp sisteme karşı olmak mümkün müdür?Oysa George Orwell 1984’te ne güzel özetlemiş günümüz dünyasını:
“Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini arttırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi.”
E-postalarımda dışarıdan yarı zamanlı yaptığım işlere ilişkin birkaç talep, üye olduğum oyun mağazalarının reklamları, birkaç pazarlama firmasından gelmiş basmakalıp tebrikler, haber sitelerinden gelen kırmızıya boyanmış, özel haber, son dakika, gizli görüşme vs. içerikli haber bültenleri dışında dişe dokunur hiçbir şey yoktu. Zaten çok da umurumda değildi gelen mesajlar. Tüm benliğimle Hakan’ın ne manyak bir işe bulaşmış olabileceğini anlamlandırmaya çalışıyordum. İstanbul’un sayko vazo mafyası mı peşindeydi? Hırsızlık mı yapmıştı yoksa? Belki de Hakan, Hakan değildi. Bunca yıldır beni kandırmıştı. Peki o zaman kimdi Hakan?
Artık saçmalamaya başladığımı fark edince masadan kalktım ve bir çırpıda hazırlanıp kendimi sokağa attım. Hakan’la buluşacaktım; saat 3’te Beşiktaş’taki Üsküdar vapur iskelesinde…
* * *
İskeleye on beş dakika erken varmıştım. Bu fırsatı değerlendirip şöyle bir etrafıma göz gezdirdim. Manzara son derece sıradandı. Etrafa yayılmış seyyar satıcılar, vapura yetişmeye çalışan gençler, vapur keyfi yapmak üzere toplanmış altın günü tayfası, birilerini bekledikleri anlaşılan erkenciler, Suriyeli dilenciler ve günün bu saatinde nereye gittiklerini çözemediğim vızır vızır bir insan kalabalığı… İncelememe devam ederken etrafına endişeli bakışlar atarak iskeleye doğru gelen Hakan’ı yakaladı gözlerim. Koltukaltında ceketine sığmayıp dışarı taşan bir vazo vardı. Saçı başı dağılmış perişan bir haldeydi. Durumun tahmin ettiğimden ciddi olduğunu o an anladım.
Hakan beni tanımamazlıktan gelerek, yaslandığım bilet kulübesine yanaştı. Etrafını kolaçan edip kafasını bana çevirmeden kısık sesle sordu: “Takip edildin mi?”
Ne kadar da saçma bir soruydu. Ona doğru döndüm. “Hakan senin neyin var Allah aşkına?”
Onunla doğrudan konuşmam Hakan’ı panikletmişti. “Yürü gidiyoruz,” dedi ve kolumdan tutup beni iskeleden uzaklaştırmaya başladı.
“Takip edildin mi Mete?” diye tekrar sordu, ısrarcıydı. Sağına soluna bakıyor, sanki birilerinin onu izlemediğinden emin olmak istiyordu.
“Tabi ki takip edilmedim. Kim takip edecek beni? Paranoyak mı oldun sen? Derdin ne ya?”
“Yürümeye devam et,” derken sıktığı kolumu acıtmaya başlamıştı.
Birkaç metre gittik ama bu durum sabrımı taşırmaya başlamıştı. Olduğum yerde durdum ve “Bana neler olduğunu anlatmazsan şuradan şuraya gitmem,” dedim. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Kan çanağı gözlerinde uykusuzluk, huzursuzluk ve endişe vardı.
Bir kez daha sağına soluna baktı. İzlenmediğine kanaat getirdikten sonra, “Peki tamam anlatacağım. Ama ardından daha güvenli bir yere gideceğiz, anlaştık mı?” diye sordu.
Kafamı sallayıp onayladım. Kararlılığımı gördüğü için erken pes ettiğini düşünmüştüm. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı. “Bu vazo tahmin dahi edemeyeceğin bir öneme sahip. Benim elime nasıl geçtiği şu an için önemli değil. Bir şekilde onu güvenli bir yere götürmemiz gerekiyor. Koruması için birisine teslim edeceğiz ve işimiz bitecek. Hepsi bu.”
Açıklaması çok saçma ve yetersizdi. Sormak istediğim o kadar çok soru vardı ki… “Peki, neden birilerinin seni izlediğini düşünüyorsun?”
Hakan yorgunluktan küçülmüş gözlerini iyice kısarak yanıtladı. “Çünkü bu vazo için beni öldürmeye hazır birileri var.”
Ne demek öldürmek? Hem de alt tarafı bir vazo için? Kalp atışlarımın hızlanıyordu. Endişe duymamdan sorumlu hücrelerim ayak parmaklarımdan yukarı doğru fırlamak içingeri sayıma başlamıştı. Gayri ihtiyari etrafıma göz gezdirdim. Kendi eksenim etrafımda döndüm. Az ilerideki büfede oturan ikiliye takıldı gözüm. Bir de çiçekçinin önünde bekleyen kadına… Kadının çiçek alıyormuş gibi bir hâli yoktu. Cep telefonu ile konuşuyordu. Bir an için göz göze geldik. Hemen telefonu kapattı ve cebine soktu. Büfedeki dikkatimi çeken iki adam ile bakıştılar. Bir boklar dönüyordu… Büfedekiler masaya bir miktar para atıp ayaklandılar. Ayağa kalkarken iri yarı olanın belindeki silaha takıldı gözüm. O an konuşma yetimi kaybettiğimi sandım. Milisaniyeler içinde boğazım kurumuştu. Zangır zangır titrememek için kendimi zor tutuyordum.
Anlaşılan adamın silahını Hakan da görmüştü.Kolumdan tutup “Koooooş!” diye bağırdı. Kafamı çevirip arkamıza baktım ve iri yarı adamın, büfede onunla aynı masada oturan kasketli gencin ve çiçekçinin önündeki uzun boylu kadının peşimizden koştuğunu gördüm. Arkamızdan tazı kovalıyormuş gibi koşuyorduk. Kalbim artık ağzımın içinde atıyordu. Hakan beni nasıl bir belaya sokmuştu? Ben bugün evde oturup oyun oynayacaktım oysa. Şimdi ölecek miydim? Resmen yok yere eşek cennetine gidecektim…
Elli metre ilerideki otobüs durağına yöneldik. “İlerideki taksi… Ona binip kaçalım,” dedi Hakan. İyi fikirdi. Otobüs durağının önünde bekleyen taksiye doğru koştuk. Peşimizdekiler aradaki mesafeyi kapatıyordu. Kafamı çevirip iri yarının belinden silahını çıkarıp bize doğrulttuğunu gördüğümde sabah yediğim yumurta boğazıma geldi.
Taksiye birkaç metre kala Hakan yavaşlayıp vazoyu bana uzattı. Bir an için baktığım yüzünde büyük bir acının izini gördüm. Taksinin sağ arka kapısının kolunu tuttum ve hızla açtım. Vazoyla beraber taksiye atladım. “Gazla gazla gazla!” diye bağırdım sürücü koltuğunun başlığına vururken. Fakat Hakan halen taksiye binememişti. İçeri girmektense ter içindeki kafasını kapıdan içeri uzatıp elime bir kart tutuşturdu. Dişlerini sıkıyordu. Hakan’ın uzattığı kartı almamla beraber parmaklarım kırmızıya boyanmıştı.
“Zeki Ağabey’i bul. O sana her şeyi anlatacak. Vazoyu asla ve asla ondan başka kimseye verme. Canın pahasına koru. Polisi de sakın güvenme. Onlar da işin içinde. Sana güveniyorum dostum,” dedikten sonra elini ceketinin içine, vişne suyu rengine bürünmüş kısma götürdü. Bana son bir bakış attıktan sonra taksiciye “devam et,” dedi ve araca binmeden kapıyı kapattı. Taksici arabayı hareket ettirdi. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, Hakan’a yanıt bile verememiştim. Resmen şok geçiriyordum. Birkaç saniye sonra dönüp aracın arka camından baktım. Yere oturmuş Hakan, başında bekleyen biri kadın üç kişi ve Hakan’ın etrafındaki kafası karışmış kalabalığın görüntüsü yaşla dolmuş gözlerimle görebildiğim tek manzaraydı.
Birkaç derin nefesten sonra aklıma gelen ilk fikir, Hakan’ın asla yapmamamı söylediği şey oldu; hemen polisi aramak. Elimi pantolon cebime atıp telefonumu çıkardım. 155’i tuşladım. Arama tuşuna basmak üzereyken taksicinin sorusuyla irkildim: “Nereye gidiyoruz?”
Adamın sakin kalmaya çalıştığı ama gergin olduğu anlaşılıyordu. “Barbaros’tan Zincirlikuyu’ya doğru devam edelim,” diye geçiştirdim çatallaşan sesimle. Bu bana kafamı toplamak için biraz zaman kazandıracaktı. İster istemez arkama baktım tekrar. Bizi izleyen araç var mıydı acaba? Sıkıntı yoktu. Trafik olağan akışında ilerliyor gibi görünüyordu.
“Arkadaşınızın nesi var? Hasta mı?”
Bu ne kadar saçma bir soruydu? Nasıl cevap verebilirdim buna? Yanıt vermediğimi gören taksici dikiz aynasından bana bakarak başka bir soru sordu: “O kucağınızdaki ne?”
Seri bir yanıtla “Hiçbir şey. Sizi ilgilendirmez. Siz önünüze bakın,” diye tersledim. Omuz silken adam içinden okkalı bir küfür patlatıp işine döndü.
Artık daha düzgünnefes alabildiğimi anlayınca durum değerlendirmesi yaptım. Orospu çocuğu iri yarı herif Hakan’ı vurmuş olmalıydı. Peki neden hiç silah sesi duyulmamıştı? Tabancada susturucu olmalıydı. Hani oynadığım oyunlardaki suikast görevlerinde kullanmaktan büyük keyif aldığım susturucu… Ölmüş müydü Hakan? Allah’ım lütfen ölmemiş olsun… Ölmediyse bile ağır yaralıydı ve mafya bozuntuları onu ele geçirmişti. Ama vazo bendeydi. Hedeflerine ulaşamamışlardı.
Hakan’ın tembihlediği gibi polise gidemezdim. Sayko vazo mafyasının ilişki ağlarının derinliğini bilmiyordum. Yapabileceğim tek şey Zeki Ağabey’i bulmak ve vazoyu ona verip bu kâbustan uyanmaktı. Hakan’ın bana verdiği kan lekeleriyle dolu kartvizite uzandı elim.
Zeki Metinoğlu – Serbest Muhasebeci / Mali Müşavir
Kartvizitte bir telefon numarası ve adres vardı. Telefon ile aramadan doğrudan adrese gitmemin daha doğru olacağına kanaat getirdim ve taksiciye adresi bilip bilmediğini sordum. Biliyordu. Oraya devam etmesini tembihledim ve arkama yaslandım. Vazoyu halen kucağımda sımsıkı tuttuğumu şaşkınlıkla fark ettim. Başıma bela olan nesneyi incelemeye başladım. Hakan’ın belki de hayatına mal olan vazonun dışarıdan bakınca kayda değer hiçbir özelliği yoktu. Üzerinde rengarenk çiçek desenleri ve turkuvaz motifler vardı. Vazoyu elimde bir tur döndürdükten sonra içine baktım. İçinde bir şey görünmüyordu. Bir not, bir harita ya da ona benzer bir şey var mı diye telefonumun ışığı ile incelemeye koyuldum. Taksicinin aynadan attığı kaçamak bakışları fark etmemiştim.
Vazonun içinde bir şey olmadığına emin olduktan sonra altını çevirdim. İşte bu dikkat çekiciydi. Altın rengi bir balina vardı vazonun altında. Vazoyu imal eden firmanın sembolü olabilir, diye akıl yürüttüm. Belki de tüm gizem bu balinada gizliydi. Gerçek şu ki hiçbir fikrim yoktu. İşaret parmağımı balina figürünün üzerinde gezdirdim. Bir tür kabartmaydı. Vazonun kullanıldığı malzemeden farklı bir malzeme ile vazoya yapıştırılmıştı. Tuhaf…
Beni bir süredir devam eden dedektiflik oyunumdan koparan “Hangi apartman?” diye soran taksici olmuştu.
“Siz devam edin ben size söyleyeceğim.”
Sağlı sollu sıralanmış apartmanların ön cephelerine dikkat kesildim ve Zeki Metinoğlu ismini aradım. Şanslıydım. Soldan üçüncü apartmanın giriş katındaki bir tabelada ismi gördüm. İki bina daha ilerleyip taksiciye sağa çekmesini söyledim. Teşekkür edip parasını uzattım. Parayı alan adam yüzünü bana döndü ve imalı bir şekilde “Dikkatli olun. Bu muhit pek tekin değildir,” dedi.
“Bu da neyin nesiydi şimdi?”
Anlamsızca adama baktım ve bu suratı bir yerden tanıdığımı düşündüm. Ama nereden olduğunu bir türlü hatırlayamadım. Taksiden indim. Binaya doğru ilerlemeden önce taksinin sokağın sonunda gözden kaybolmasını beklemeye karar verdim. Rahmetli Hakan’ın paranoyaklığı bana da geçmiş olmalıydı. Saçmalama, ölüp ölmediğini daha bilmiyorsun. İlginç bir şekilde sokağın sonunda dörtlülerini yakıp durdu taksici. Kuşkularımda haklı mıydım? Aradan on-on beş saniye geçmemişti ki taksi tekrar hareket edip gözden kayboldu. İçim ferahlamıştı ama acaba taksici de mi sayko vazo mafyasının adamıydı? Bu mümkün müydü? Gangster taksi şebekesi ve vazo mafyası beraber mi hareket ediyordu? Saçmalıyordum. Adam büyük ihtimalle parayı sayıp yeni bir müşteri bulmak için taksi durağını aramış, yeni müşterinin adresini aldıktan sonra da yola koyulmuştu.
Kafamı toparlayıp hedefime odaklanmaya çabaladım. Zeki Ağabey’in ofisini bulmuştum ve vazodan kurtulup bu kâbus günü sonlandırmak üzereydim. Vazoyu Zeki Ağabey’e verdikten sonra ilk yapacağım şey Beşiktaş ilçesindeki tüm hastanelere gidip Hakan’ı bulmak olacaktı.
Ofisin bulunduğu yapı üç katlı eski bir binaydı. Doğru zile basıp kapının açılmasını bekledim. Birkaç saniye bekledikten sonra zilin üstündeki hoparlörden metalik bir ses duyuldu. “Kim o?”
Nasıl yanıt vereceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Bundan sonra yaşanacakları; birisi otomata basar, apartman kapısı açılır, ofisin kapısında beni Zeki Ağabey karşılar, vazoyu veririm ve mutlu son, diye kurgulamıştım hâlbuki.
Karşımdaki kişiyi daha fazla bekletmemek için gerçeği söylemeye karar verdim. “Ben Mete, Hakan size bir emanet getirmemi söyledi. Onu getirmiştim.” Sesim titremiş miydi? Umarım titrememişti.
Yanıt çarpıcı bir kontra soruydu: “Yalnız mısın?”
İlk şoku atlatıp arkamı döndüm. Görünürde kimse yoktu. “Evet.”
Kapının otomatına basıldı ve içeri girdim. Kapısı açık ofisten koridora ışık giriyordu. Filmlerde çok sık karşılaştığım sahnenin bu sefer gerçek bir tuval çalışmasında başroldeydim. Koridorayayılan ışık ya ölümüm ya da kurtuluşum olacaktı, bunu hissedebiliyordum. Matrix’te Mimar’ın odasına giren Neo’ydum. Vazoya sıkı sıkı sarıldım ve gölgem arkamda küçülürken, kendimi ışığın huzurlu ellerine bıraktım.
Daire uzun, dar bir koridor ve karşılıklı sıralanmış beyaza boyanmış ahşap kapılardan oluşuyordu. Sadece koridorun sonundaki odanın kapısı açıktı. Ağır adımlarla ilerledim. Başıma ne geleceği ya da ne ile karşılaşacağımtam bir bilinmezdi. Ses çıkarmamaya özen göstererek usulca yürümeye devam ettim. O anda apartman kapısının açıldığını işittim. Birisi ofise doğru yürüyordu. Daire kapıyı arkamdan kapatmamıştım. Kapatmalı mıydım acaba? Acil çıkmam gerekirse diye açık bırakmayı tercih etmiştim. Şimdi bu kararımın cezasını çekecektim belki de. Ayak sesleri ofis kapısının önünde durdu ve bir çift ayak içeri girdi. Arkamı döndüm ve beni buraya getiren taksici ile göz göze geldim. Yüzünde pis bir sırıtış vardı. Resmen tongaya gelmiştim. Eliyle yürümeye devam etmemi işaret etti. Dizlerim boşalmıştı, ayakta durmakta zorlanıyordum. Bir anda az önce yanından geçtiğim kapalı kapılardan birisi açıldı ve çiçekçide gördüğüm kadın, kapının eşiğine sırtını yaslayıp kollarını göğsünde bağladı. Onun da keyfi gayet yerindeydi. Hakan’ı öldürmüşve beni tuzağa düşürmüşlerdi. Vazoyu altın tepside onların ayağına kadar getirmiştim. Ne kadar da salaktım…
Geri dönüş yoktu artık. Tek yol koridorun sonundaki açık kapıydı. Sırtımı duvara verip bir arkamdaki taksiciye ve kadına, bir ilerideki açık kapıya bakıyordum. Son birkaç adım kalmıştı ama bacaklarım beynimden gelen komutları yok sayıyordu. Kusmamak için olağanüstü çaba sarf ediyordum. Yaşamım sona ermek üzereydi, ikna olmuştum. Her şey bitmişti. İçeride büyük ihtimalle silahlı iri yarı herif beni bekliyordu. Beni vurup vazoyu alacak ve taksiye atlayıp ortadan kaybolacaklardı. End of the game…
Ama kaderime razı olmayacaktım. Savaşmadan pes etmeyecektim. Koridordaki açık kapıdan önce son bir kapı daha vardı karşımda. Hızla elimi kapı koluna uzattım. Açılmadı. Taksici ve kadın ne yapmaya çalıştığımı anlamışlardı. Açılmayan kapıya omuz attım. Kapı menteşelerinden kırılma sesi geldi. Arkamdaki ikilinin yüzü değişmiş, endişelenmişlerdi. Kaçmaya çalıştığımı anlamışlardı. Fakat o an hiç ummadığım bir şey oldu. Tanıdık bir ses duydum.
“Mete, buradayım…”
“Hakan?” Ama nasıl olurdu. Hakan burada mıydı? Ölmemiş miydi? Cılız sesi koridorun sonundaki açık kapıdan geliyordu. Eğer onu olduğu gibi buraya getirdilerse kan kaybından ölmek üzere olmalıydı. Kırmaya çalıştığım kapıyı bırakıp halen elimde tuttuğum vazoyla birlikte açık kapıya doğru yöneldim.
Manzara korkunçtu. Hakan yerde kanlar içerisinde yatıyordu. Bu halde nasıl buraya kadar gelmişti? Hakan’ın arkasındaki sandalyede elindeki silahı bana doğru doğrultmuş iri yarı adam vardı. Pişkin pişkin sırıtıyordu. Hızla odaya göz gezdirdim. Pencereler sımsıkı kapanmış, siyah perdeler çekilmişti. Odayı tavandaki beyaz çubuk floresanlar aydınlatıyordu. Ahşap bir masa, birkaç sandalye, fişi takılmamış bir televizyon ve bir sehpadan başka bir şey yoktu. Fakat yan odaya bir bağlantı kapısı vardı. İlginçti ama bu detaylar benim için önemsizdi. Hakan yerde son dakikalarını yaşıyordu ve ben de ona katılmak üzereydim.
“Vazo lütfen,” dedi iri yarı adam. Kadın ve taksici de arkamdan odaya girmişlerdi. İri yarı adamın yanına, karşıma geçtiler. Ortamızda Hakan yerde yatıyordu. Akıl almaz bir gerçeküstü tabloyduk hep beraber.
Vazoyu iki elimle yavaşça boşluğa doğru uzattım. Her şey bu lanet vazo yüzündendi. Ne bok olduğunu bile bilmediğim sıçtığımın vazosu yüzünden iki gencin hayatı sönmek üzereydi. Kararımı vermiştim. Vazoyu bıraktım. Ağır çekimde seramik zemine doğru yol alan vazo, saniyede 24 çekim hızla parçalara ayrıldı. Madem sonu ölümdü, vazoyu da kefen cebime koymuştum. İstediklerini elde edememişlerdi.
“Bunu yapmayacaktın Mete,” diyen silahlı adam tetiği çekti. Hiçbir şey hissetmedim. Demek böyle bir histi. Beklediğimden acısızdı aslında. Dizlerimin üzerine çöktüm. Göğsüme sıcak bir sıvının yayıldığını hissettim. Ellerimi sıcaklığa götürdüm. Kırmızı sıvıya parmaklarımda gezdirdim. Ben şimdi ölüyor muydum?
İri yarı adam ayağa kalktı. “Son bir şey daha Mete,” dedi yanıma gelirken.
Bunu duymam gerektiğini biliyordum. Duyacağım son sözlerdi…
Kulağıma eğildi ve kısık sesle, “Doğum günün kutlu olsun,” dedi.
Adam önce gülmeye sonra da kahkaha atmaya başladı. Uzun boylu kadının ve taksicinin şenşakrak kahkahaları iri yarı adama katıldı. Peki ya Hakan? Yerde cansız yatan Hakan hiçbir şey olmamış gibi ayaklandı. Yüzünde az önceki acıdan hiçbir iz yoktu. Tümüyle neşe doluydu. Katıla katıla gülüyordu. Yan odaya açılan kapıdan gelen sesle o tarafa çevirdim kafamı. Üniversite arkadaşlarımı, iş arkadaşlarımı ve onların arkasından da annemle babamı gördüm. Neler oluyordu?
“Geçmiş olsun Mete,” dedi iri yarı adam dizlerimin üzerinden doğrulmam için elini uzatırken. “Herhalde böyle bir doğum günü hediyesi beklemiyordun.”
Ayağa kalktım. Hemen hemen herkes kahkaha atıyordu ama arada mutluluk gözyaşları dökenler vardı. Hakan gelip sarıldı bana. “Harikaydın dostum,” dedi. Şoku atlatamadığımı anlamıştı. “Tamam, rahatla artık. Hepsi bir oyundu. Seni sarsacak bir doğum günü hediyesi vermek istedik. Zeki Bey –iri yarı adamı işaret ederek- ile temasa geçtik. Kendisi Altın Balina şirketinin sahibi.
Hakan’a kilitlenmişti şok içindeki gözlerim. Herşey onun başının altından çıkmıştı belli ki.
“AAAAAAA!” diye bağırarak Hakan’ın üzerine atladım. Onu yere devirdim. Omzuna birkaç yumruk atıp şu anda tekrarlamak istemediğim birkaç küfür savurdum. Odadaki herkes Hakan’ın bunları hakkettiğini biliyordu, o yüzden hiç karışmadılar.
Daha sonra yan odadan bir pasta getirdiler. Hayatımın en korkunç gününün bu şekilde sonuçlanacağına hiç ihtimal vermemiştim. Annemle babam ağlıyorlardı. Onların da bu plandan haberinin olması ve sırf bunun için İstanbul’a gelmiş olmaları inanılmazdı.
Pasta kesildi ve ben tek tek herkesle sohbet ettim. “Neredeyse aklımı kaybediyordum. Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum,” dedim iş arkadaşlarımdan birisine.
“İlk önce yanaşmadık bu fikre ama Hakan çok ısrar etti. Birkaç video gösterdi bize. İnsanlar bu tecrübeden sonra hayatlarının değiştiğinden bahsediyorlardı. Hakan da senin böyle bir değişime ihtiyacın olduğuna inandırdı bizi. Biz de destek olduk. En zoru annen ve babanı buna ikna etmekti sanırım. Ama onlar da senin için en iyisini istiyorlar. Mutlu olmanı istiyorlar. Kabul ettiler sonunda.”
Pastalar yenip stres hormonu yerini mutluluk hormonuna bıraktığında aklıma David Fincher’ın The Game filmi geldi bir anda. “Evet, çıkış noktamız oydu,” dedi Altın Balina’nın kurucusu Zeki Bey, nam-ı diğer iri yarı adam. “Bunu hayata geçirebilir miyiz,” diye sorguladık ve yapabileceğimize kanaat getirdik. Sonuç ortada. Yapabilmiş miyiz?” diye sordu keyifle gülerken.
“Zeki Bey, hayatımın en akıl almaz günüydü. Nasıl kurguladınız bu kadar şeyi? Hakan’ın Beşiktaş’ta vurulması falan…”
Sırrını vermek istemeyen illüzyonist gibiydi. Gülümseyerek yarı ciddi yarı şakayla cevap verdi. “Meslek sırrı, söyleyemem.”
Anlatacak inanılmaz bir hikâyem olmuştu. Odadaki tüm dostlarımla ve ailemle vakit geçirdikten sonra veda vakti gelmişti. Zeki Bey geldi yanıma. Elinde bir kutu tutuyordu. Bana doğru uzattı. “Anı olması adına vazonun altındaki altın balina figürünün bir kopyasını katılımcılara veriyoruz. Bugünü asla unutmasınlar diye.”
Teşekkür edip kabul ettim. Gülemseyen altın bir balina vardı kutunun içinde. Hâlinden memnun bir balinaydı. “Zeki Bey inanın bugünü unutmam asla mümkün olmayacak. Ömrüm boyunca herkese anlatacağım.”
Artık parti sona ermiş ve evden çıkmıştık. Apartmanın girişindeki tabelaya tekrar bakma ihtiyacı hissettim. Zeki Metinoğlu Serbest Muhasebeci Mali Müşavir tabelası yoktu yerinde. Başka bir tabela vardı artık.
Metin Zekioğlu – Kadın Doğum Uzmanı
Tabelaya baktığımı gören Zeki Bey, “Yeni oyuncumuza hazırlanıyoruz,” dedi.
“Bol şans,” diye yanıtladım.
Elimi sıktı. “Tekrardan mutlu yıllar. Umarım bundan sonraki hayatınızın her günü, en az bugünkü gibi unutulmaz geçer.”
“Teşekkürler Zeki Bey. Bu olursa, bilin ki sizin yüzünüzdendir.” Gülüştük.
Yanımıza Sezin geldi. İş yerinde karşılıklı masalarda çalışıyorduk bir süredir. Sevimli bir kızdı. Burada olmasına sevinmiştim açıkçası.
“Yarın akşam işin yoksa maceranın detaylarını dinlemek isterim. Güzel bir lokanta biliyorum,” dedi heyecanla.
Şaşırmıştım. “Memnuniyetle,” dedim. “Yalnız bir şartım var.”
Bir kaşını kaldırarak, “Nedir?” diye sordu.
“Buluşmaya vazo getirmek yasak!”
- Café de Flore Buluşması - 1 Temmuz 2020
- Altın Balina - 1 Ağustos 2019
- Söylence - 1 Temmuz 2019
- Çatlak Patlak, Yusyuvarlak, Kremalı Börek ve Sütlü Çörek - 15 Mayıs 2019
- Birikmiş Dönem Ödevi, Karpuz Tabağı ve Vantilatör - 15 Eylül 2018
Merhabalar Ufuk,
Çok çok güzel, eğlenceli bir hikaye; sade olmasına rağmen akıcı, okudukça okunası bir dilin var.
Hikayeye eğlenceli bir gerilim hakim; eğlence ve gerilim esasen pek zıt duruyor, ama birliktelikleri harika olmuş. Ustaca kullanılmış.
Yukarıdaki satırlar senden gayet koyu bir gerilim öyküsü de çıkabileceğine işaret sanırım. Bu öykü için de, okurken bin bir türlü karanlık final geçti aklımdan ama sen zor olanı başarmış, mutlu sonla bitirmişsin.
Temayı kullanış fikrini de çok sevdiğimi ekleyerek ellerine kalemine sağlık.
Esinler ile.
Merhaba Ufuk,
Önceki öykülerinizi de okumama rağmen, kısmet bu öyküyeymiş. Sanırım genel olan bir kanıya ben de katılıyorum: akıcı dil, sade anlatım, eğlenceli kurgular. Okuru eğlendirmek hem de bunu yazıyla şaşırtarak yapmak kolay değil, siz bunu başarıyorsunuz. Elinize sağlık.
Taksiciyi ve kadını gördüğümde, bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu hissetmeme rağmen, düşündüğüm tamamen farklıydı
Bir önceki yazdığımda, ben de Mete gibi bir tipleme yaratmaya çalışmıştım. Bu nedenle, karakter aslında hiç yabancı gelmedi bana.
Naçizane küçük bir soru oluştu aklımda, acaba bu metin Hakan
ın en iyi arkadaş olmadığını belirtmese, eskisi kadar görülmese de hala yakın olduğu söylense nasıl dururdu? Bunu söyleme nedenim, Mete'yi hayatını değiştirmesi gerektiğini düşünecek kadar kollayan ve bunun için tezgah hazırlayan Hakan
ın, Mete’nin hayatındaki öneminin de belki benzer derecede olması düşüncesiydi.Umarım doğru dile getirebilmişimdir.
Görüşmek dileğiyle
Kesinlikle anlatabildiniz ve yarattığınız Mete karakteri de dediğiniz gibi, sosyal yönü başarısız bir izlenim veriyor.
Belki de benim yanlış algılamam. “En iyi arkadaşım diyemezdim Hakan için” cümlesiyle, aslında Mete`nin en iyi arkadaşı/arkadaşlarının olabileceğini ama bunun Hakan olmadığını düşünmüş olabilirim.
Tekrar elinize sağlık
Merhaba Ufuk
Hem eleştirilerimle, hem övgülerimle geldim öykünüze.
Giriş, hızlı ve etkiliydi. Konuşmaların bittiği kısımdan, birinci bölümün sonuna kadar iyi bir içsel yolculuk, herkese tanıdık gelebilecek ve kendinden parçalar bulabileceği bir karakter, kesinlikle şahane tasarlanmış cümleler buldum. Hatta imla olarak sanırım hiçbir sıkıntı yoktu bu bölümde.
İkinci bölüme geçtiğimde, tanıdık mekanlarda, tanıdık insan manzaralarında dolaşmanın keyfini tattım. Ama ilk bölümdeki kusursuzluk sekte aldı. Sanki daha hızlı yazılmış ya da redaksiyonu az yapılmış bir bölümdü.
Finalin rüyaya evirilmesinden korktum. Aklımdaki hava tam anlamı ile dağılırdı. Güzel bir yanıltıcı oldu. Bence Ufuk’un kaleminin tanıdık yüzü tam orada devreye girdi ve gerginliği silkeleyip atarak, mizahi tınıyı verdi.
Genel anlamda temanın kullanımını ana hatta oturtmanızı; ama sanki bir figüranmış gibi davranmanızı sevdim.
Vazonun düşme sahnesi çok iyi anlatılmıştı.
Tebrik ediyorum, ellerinize sağlık.
Sevgilerimle
Selam Ufuk,
Senin iyimser ve eğlenceli kaleminden okuduğum bu gerilimi çok beğensem de biliyordum bizi üzmeyeceğini, o açıdan kafam hep rahattı.
Çok akıcıydı bir de bütün hikayelerin gibi.
Ben olsam bir daha Hakan’a selam bile vermezdim ama şu var ki ana fikir doğru; gelişen teknolojiyle bir kozaya kapanıyoruz çoğumuz. Bunun pek geri dönüşü de yok sanırım. İş ki tamamen sanallaşmayalım, o bile bir başarı.
Sinemaya göndermeleri de beğendim.
Kalemine sağlık.
Hoşçakal