Öykü

Çok Sıcak Bir Günde Gelen Gök Beyaz Bir Kız 

Güneş kıza kıza eriyik kazanına dönmüştü.

Sündüs’ün tepesinden aşağı kaynar kaynar dökülüyordu şimdi. Şalvarının beline soktuğu uzun kollu gömleği sırtına yapışmıştı. Başındaki yağlığı sırılsıklamdı.

Köyün etrafındaki tarlalarda ekinler kavrula kavrula kuruyup incecik kibritlere dönmüşlerdi, bir üfürmeyle tutuşacak gibiydiler.

Pamukları çapalarken bir ara bayılacak gibi oldu Sündüs. Biraz soluklanmak için haymanın altına sokuldu. Dursunali dirlik vermezdi hiç, atmaca gibi yamacında bitiverdi.

“Cuvaramı unutmussum. Eve gidip getiriversaane.”

“Aaaa, az ye de hızmatçı dut gendine! Bağa ne! Get de gendin al!”

Cangama etmeye hiç niyeti yoktu Dursunali’nin; tınmadı. Alıcı kuş gibi başında dikilmeye devam etti. Halbusem;

“De haydi benim hatın bacım, ağabeyinin gülüüü,” dese yel olur uçardı Sündüs.

Ne varıdı öyle diyiverse…”

“Ciğerciğinin sapından vurulasıca Dursunali…” Öyle bir bakış attı ki yerinden zıplayıverdi Sündüs. Lastikleri ayağına geçirdiği gibi, tarlanın kenarından köye doğru yekindi ama iflahı kesiliverince yavaşladı.

“Yürü gız, ne sallanüyürsün bayaktan berli?”

“Anca çemkirmeyi bilir! Ciğerciğinin sapından…” İlenirken aklı buz kesti Sündüs’ün.

Ya söylediğini kabul ediverirse Allah? İçi titredi. Tükürecekken, ağzına geleni yutuverdi. Zihnini temizlesinler diye, üst üste tövbeler geçirdi kalbinden.

Vurulmasındı ağabeyi ciğerciğinin sapından. Sündüs kıyamazdı ona. Ocaktan ırak, öyle bir şey olsa, iki gözü kör olana kadar ağlayıp dövünecek yine kendisi değil miydi? Gider getirirdi istediğini. Varsın güneş onu nar gibi kızarmış bir tavuğa çevirsindi.

Tarlanın kenarından koşa koşa köyün başındaki dönemece varıp asfalta çıktı.

Asfalt bataklık yüzü gibi yumuşamıştı, basar basmaz yandı ayakları.

Bahçelerindeki aşılak dutun duldasını özleyerek eve doğru yürüdü.

Parlak derili bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilçeye doğru uzanan yolun üstünde seraba benzer buharlar titreşiyordu.

Gözlerindeki ıslak çapaklara sinekler yapışmış asık suratlı iki camız, başlı kıçlı hizalanmış asfaltla tarlaları ayıran toprak yoldan köyün başına doğru geliyordu. Evvelki banyolarından yadigâr çamurlar, siyaha çalan parlak derilerinin üzerinde kahverengi benler gibi kuruyup kalmışlardı.

Camızlar canlarından bezmişler gibi uyuşuk uyuşuk yürüyerek köyün içine doğru döndü. Üzerlerinde yuva yapmış büvelekleri ürkütmek için derilerini sık sık sinirli sinirli titretiyor, kuyruklarını sağırlarına çarparak kanlarını emen dev karasinekleri kamçılayarak bir sonraki ısırıklarına kadar savuşturuyor, başlarını sağa sola döndürerek, boynuzlarıyla güneşi tehdit ediyorlardı. Yürüyüşleriyle zamanı yavaşlatarak nihayet çeşmeye vardılar, ağır bedenleriyle yalağın önündeki balçığın içine devrildiler.

Sündüs gürül gürül akan çeşmeden burnuna su çekti, avuçlarını birleştirerek doldurduğu suyu yüzüne çarptı. Başındaki yağlığı ıslatıp sıktı, saçlarını toplayarak yağlığı alnının üstünde bağladı. Islak ellerini şalvarında kurulayıp eve doğru yürüdü.

Yolun kenarındaki olgunlaşmış eşek incirleri tozla kaplanmış, meyvelerinin altın rengi kirli bir sarıya dönmüş, dikenleri takırdayıp dökülmüş, gövdelerinin yeşili kararmıştı.

Hikmetinden sual olunmaz yüce Allah, ne olurdu bir mucize gösterseydi de şu öfkeden ku-durmuş güneş iki dakikacığına insafa gelseydi.

Sündüs’ün aklından bunlar geçer iken bir rüzgâr çıktı, toprak yolun bütün tozlarını önüne katıp savurarak uzaklaştı.

Sündüs’ün sırılsıklam sırtı ürperdi. Serinlik canına can kattı.

“Hey Allah’ım; ne büyüksün!”

Anası böyle zamanlarda;

“Bir dilek tutuşun ikinciyi de dileyeciğimişin,” derdi. “Baht kapısı açıldığında canıyın istedi-ğini geçir yüreğinden.”

Toprak yol birdenbire gölgelendi. Bastığı yerden evinin önüne kadar bir alanın tepesine sanki bir hayma kurulmuş, güneş arkasında kalmıştı.

“Allah’ım aşılak dutun duldasını ayağıma getirdin!”

Gözleri nemlendi, koca babasının türkü söylediği akşamlarda yaptığı gibi yanaklarından şırıl şırıl yaşlar süzüldü. Kafasını göğün yüzüne doğru kaldırdı.

“Kurban olduğum…”

Der demez taş kesilmiş gibi kalakaldı.

Tepesinde, tam başının üzerinde yeni kalaylanmış, pırıl pırıl; genişçe bir sini duruyordu.

Gözleri yuvalarından uğradı. Ağzı bir karış açıldı.

“Bre sini, kim astı seni oraya?”

Görünmez iplerle bağlamışlar da gökten aşağı sarkıtmışlar gibi duruyordu sini havada. Ke-narlarında çepeçevre, rengarenk ışıklar yanıp sönüyordu. Tepesine; tam ortaya, hamamların damlarındaki kubbelere benzeyen, camdan yarım bir daire kondurulmuştu. İçinde gözleri çi-pil çipil, saçları bembeyaz, derisi gök beyazı bir yaratık Sündüs’e bakıyordu.

Sündüs o saat anladı başına geleni.

“Abaaaavvvvv! Ufo!”

Gök beyazı yaratık aklından her geçeni anladığı gibi, bağırdığını da duydu Sündüs’ün, hatta Ufo’nun ışıklarını deli gibi yakıp söndürerek doğruladı onu.

Sündüs’ün bütün bedeni titredi, midesinde bir şeyler oynadı. Büyülenmiş gibi, gözlerini hiç ayırmadan yaratığa baktı.

Yaratık Sündüs’ün, akasından ayrılmayacağından emin olmuş gibiydi.

Ufo, yavaşça hareket ederek toprak yolun üzerinden ileriye doğru kaydı. Sündüs arkasından seyirtti, birlikte, birbirlerine gönüllerinden bağlanmış iki yolcu gibi toprak yolu geçerek köyden çıktılar.

Ufo tarlaların üzerinden süzülerek ağır ağır ekin tarlasına doğru ilerledi.

Sündüs kavalcının büyüsüne kapılmış köyün faresi gibi arkasından takip etti.

“Dursunali çoktan cuvara derdine, köpürmeye başlamıştır ellağam.”

Dursunali Sündüs’ün aklına ateş gibi düşünce, ağırlaştı adımları, edemedi, durdu sonra. Dışlığı gelmiyordu artık.

Ufo Sündüs’ün düşündüklerini sezmiş gibi durakladı, ışıklarını yakıp yakıp söndürdü.

Şu dünyada Ufo kadar anlayışlı bir ağabeyi olsa ne varıdı sanki.

Ufo’ya el sallayarak gerisin geri döndü Sündüs. Koşarak evin avlusuna vardı.

Sarı, dutun altındaki gölgelikte, haymanın dibinde patilerini kavuşturmuş uyukluyordu.

Omar emmisinin oğlu Musa, dutun dibine bir yaygı sermiş, elindeki değnekle dallara vura vura dut döküyordu. Dutlar pıtır pıtır yaygıya düşerken oğlan Sündüs’ü görüverince, elindeki değneği arkasına saklayıp, emmisinden izinli olduğunu söyledi. Aslında eyvallahı yoktu kimseye ama Sündüs’ten it gibi korkardı.

Sündüs, “Topla gurban olduğum, topla,” deyişin şaşkınlıktan dona kaldı Omar.

İki katlı kerpiç evin açık kapısından rüzgâr gibi girdi içeri Sündüs. Anası Iraz Garı ortalıkta görünmüyordu. Seslendi.

Musa, Sündüs’ün arkasından evin kapısına yanaşıp, dulda bir yere geçti, kulağını dayayıp içeriyi dinlemeye başladı.

Iraz Garı mutfaktaki ocağın başında oturmuş patlıcan soyuyordu. Sündüs’ü görünce tarladaki işten kaytardığını sandı. Ağabeyinin cuvarasını almaya geldiğini anlayınca ses etmedi. Ancak başka bir hal vardı Sündüs’te ellağam. Oralı değilmiş gibi ağırdan alarak ağzını yokladı.

Sündüs, ağzındaki baklaları fazla ıslatmadan anasının eteklerine saçıverdi. Böyleyken böyle deyip bir bir anlattı gördüklerini.

Iraz Garı’nın aklı uçtu başından. “Abavvvv!” diye bağırırken patlıcandan kararmış ellerini dizlerine vurdu, saçlarını yoldu, Sündüs’ün bibisi gibi erenlere karıştığını haykırdı.

O daha küçük bir çocukken, bibisi yaylada, ak sakalı dizlerine kadar uzamış bir dedenin peşinden dağlara gitmiş, akşama kadar görünmemiş, gecenin bir yarısı Kam gömleğini giymiş bir halde geri dönmüştü. Gelinlik kızının Kamlar tarafından seçilmiş olması hiç gururlandırmamıştı Iraz Garı’yı. Gün sayarak, Sündüs’ü telli duvaklı gelin edip kerevetine çıkacağı günleri bekliyordu. Bir eve bir Kam yeterdi hemi de.

Şalvarını toplayıp oturduğu yerden kalktı. Sündüs, ağabeyinin tarlada cuvara beklediğini söylese de yenilmedi, oğluna söve saya, kızını önüne kattığı gibi bacısı Hüsne’nin evinde aldı soluğu.

Hüsne, bacısının dediklerini başını iki yana sallaya sallaya dinledi. “Kele bacım, üzüldüğün şeye bak,” diye teselli etti Iraz’ı. Sündüs’ü karşısına oturtup, bir bir sorguladı. Sündüs;

“Kele dezze, kırklara garışayım kine essah diyom!” dediyse de Hüsne’nin ne gözü kesti ne aklı; kalbi iknaya varmadı. Yaktığı tütsüleri üç kere başının üzerinden, üç kere sağ omzundan, üç kere sol omzundan geçirdi, erenlerin Sündüs’ü salıvermeleri için alkış verdi.

Omar, saklandığı yerden kulağına yerleştirmişti duyduklarını. Yengesiyle Sündüs, yayan yapıldak, çıplak ayak evden çıkınca, hemen kendi evlerine koştu. Ağılda yemlenen eşeğin yularından tuttuğu gibi dışarı çıkardı. Üstüne atlayışın tepikleyip dehledi, bacakları iki yanda sallana sallana, Sündüs’ün tarif ettiği tarlaya doğru yollandı.

Ufo, essahtan da tarlanın üzerinde, bir kazığa bağlanmış gibi hareketsiz duruyordu.

Heee, kalaylı sini gibi cırıl cırıl ederek parlıyordu. Heee, çevresinde rengarenk ışıldaklar yanıp sönüyordu.

Omar, eşeğin yanlarını ayaklarıyla sıkıştırıp durdurdu. Yularını bir ağacın dalına bağlayıp, kollarını ağacın gövdesine doladı, sincap gibi tırmanıp ağacın tepesine çıkıverdi. Kendini tartacağına kanaat getirdiği sağlam bir dala oturdu. Elini yakasız gömleğinin koynuna soktuğu gibi bağrına sakladığı sapanını çıkardı. Şalvarının cebine attı elini, öküz gözü gibi yusyuvarlak bir taş çıkardı, taşı sapanın çarpanasına yerleştirip, sol gözünü yumdu, sapanı kaldırıp nişan aldı. Lastiği iyice gerdi, saldı.

Taş ok gibi çarpanadan fırlayıp, Ufo’nun camdan kubbesine en hassas yerinden vurdu.

Camdan kubbe, taş değer değmez dağıldı, cıncıklar havai fişekler gibi ışıklar saçarak tarlanın dört bir yanına dağıldı.

Omar, tünediği yerde kurum kurum kurum kurumlandı.

Gözlerini iyice açarak ikinci taşı yerleştirdi çarpanaya.

Çünkü Ufo, kubbesi patlamasına rağmen, asıldığı yerde duruyordu hâlâ. Sağa sola yalpalayıp, bir iki dingildemişti gerçi ama içindeki gök beyazı yaratık tepesi uçtuktan sonra bile hiç korkmuşa benzemiyordu.

Omar, sol gözünü kapatıp nişan aldı, saldı yeniden lastiği.

İkinci taş da gideceği yeri bildi. Tepsinin altında, kan kırmızısı ışık birdenbire söndü.

Ufo, kalbine ok yemiş bir güvercin gibi savrularak tarlaya doğru indi.

Arkasından bir çatırtı koptu. Sanki kocaman bir kemik orta yerinden kırılmıştı.

Omar, bindiği daldan kayarak aşağıya atladı.

Koşarak ekin tarlasına daldı. Ufo’yu düştüğü yerde bulması çok vaktini almadı, ekinler ezilmiş, tarlanın ortasına büyükçe bir çukur açılmıştı.

Ufo, çukurun içinde kabuğuna çekiç yemiş de yarılmış dev bir ceviz tanesi gibi, iki parçaya ayrılmış bir halde duruyordu. Gök beyazı yaratık kırılmış iki parçanın arasında oturuyordu. Beyaza çalan uzun saçları mısır püskülleri gibi dağılmıştı. Teni bembeyazdı. Küçük bir kız çocuğuna benziyordu. Neredeyse Omar ile aynı yaşta görünüyordu.

Yaratığa baktıkça bakası geliyordu Omar’ın. Yaklaştı, kolundan tutup kaldırdı.

Tüy gibi hafifti yaratık. Karşı gelmedi Omar’a. Elini tutup sokuldu.

Omar kızı kucaklayıp-ona yaratık demeye dili varmıyordu artık-eşeğine bindirdi.

İki parçaya ayrılmış Ufo’yu üst üste koydu. Sırtına yükledi. Ufo parçaları da kız kadar hafifti.

Omar’ın yaptıkları kulaktan kulağa dolaştı köyde, katmerlene katmerlene bir iken beş, beş iken beşyüz, beşyüz iken bin oldu.

Omar’ın kuş vurmakta üstüne yoktu ama o günden kelli köyde namı başka türlü yürüdü.

Omar, Ufo’mar olup çıktı.

Köyün yaşlı kadınları toplaşıp bahçeye çarşaf gerdiler, hep birlikte soydular gök beyazı kızı. Her tarafını elleyip yokladılar. Adıyla sanıyla bir insan evladı olduğuna karar verdiler. Başından aşağı üç tas okunmuş su döküp, elleriyle yudular. Beyaza meyletmiş saçlarına, kirpiksiz gözlerine, gök beyazı tenine hayret ettiler ama yabancılayıp hakir görmediler. Alkış verip, kelimeyi şehadet getirttiler. Dönmeyen dilini dönmüş kabul edip, gerisini kendileri tamamladılar. Gelin Bibi geldi, saçını okşadı, sırtını sıvazladı; ağzını açıp dilini ağzına tükürdü.

“Bundan kelli senin adın Gökbeyaz olsun,” dedi.

Gökbeyaz Ufo’mar’ı ağabeyi bildi, babası Kirtik Musa’ya baba dedi, anası Döndü Çavuş’u anası belledi.

Ufo’mar ile kardeşi Memmed, Ufo’nun iki parçasıyla köydeki bütün oğlanları çatlattılar.

O iki parçası yıllar boyunca hangi şekiller girmedi ki.

Kışları kayak oldular, oğlanlar sulama kanallarının üzerinde kayarak görenleri şaşkına çevirdiler, yazları kaydırak oldular. Köycek yaylaya göçtüklerinde, diğer oğlanlar tahtadan yaptıkları düz direksiyonlu arabaları yarıştırırken, Uf’omar ile Memmed dağların tepelerinden, toprak patikalardan son hızla kayarak gelene geçene dillerini ısırttılar. Geceleri ayın ya da ateşin etrafında oynanan oyunlarda, kimi zaman kalkan, kimi zaman kürek oldular.

Günler günlere bağlandı, aylar yıl oldu, yıllar birbirine bağlandı. Ömür bir göz açıp yummuş gibi geçti.

Ufo’nun parçaları kullanıla kullanıla, şekilden şekle girip oğlanların gönüllerini hoş ede ede, sonunda hurdaya çıktı. Gözden düşüp, ağılın arka köşesine atıldılar.

Sündüs evlendi, çoluk çocuğa karıştı, Ufo’mar’ın beli büküldü, toruna torbaya dolandı. Gökbeyaz’ı Dırromar ikinci avradı olarak aldı. Bir kış Gökbeyaz doğurduysa, ertesi yaza ilk avradı Döndü doğurup attı bir horanta daha Dırromar’ın kucağına.

Melike’nin doğurduğu çocuklar, köyde hemen ayrılıyordu diğer kardeşlerinden. Döndü’nün doğurdukları esmer, kahverengi gözlü; hatta sarışın ve mavi gözlüydü. Gökbeyaz’ınkiler ise daima mısır firiği saçlı, kirpiksiz; tenleri ise gök beyazıydı.

Herkes büyüdü, serpildi; başları göğe erdi. Gökbeyaz’ın çocukları bile yetişti.

Ama Gökbeyaz zerre değişmedi, yaşlanmadı, beli bükülmedi, hep geldiği ilk günde kaldı, köyün bütün kadınlarını çatır çatır çatlattı.

Köye yolları düşenler, bir iki kış kalıp giden öğretmenler de duydular Gökbeyaz’ın sözünü. Zaman zaman, bir sirkteki çok tuhaf bir yaratığı görmeye gider gibi evine gidip, odalara doluştular, onu soru yağmuruna tuttular, anlattıklarını hayret nidalarıyla dinlediler.

Giyimine kuşamına bakan, tatlı dilini dinleyen, yüzünü görmese yabancı olduğuna inanmazdı. Lâkin anlattıkları onu yüzlerce kere dinlemiş köylüler için bile anlaşılmazı güç, dinlemesi tatlı masallardı.

Gökbeyaz çok tatlı laf verirdi, ağzından bal damlardı, dinleyenler mest olurdu. Amma velâkin memleketini gördüğü bir düş gibi anlatırdı. Kimse söylediklerine inanmasa bile yeniden ve yeniden dinlerlerdi.

Buluttan evlerde yaşayan gök beyazı yaratıkları, diledikleri her yere sadece hayal ederek uçarak gidenleri, bütün işlerini kavga nedir bilmeden görenleri dinlemeye bayılırdı herkes.

Geçmiş hayatını hiç aramazdı Gökbeyaz. Halinden çok memnundu. Herkesten daha çok köyden olmuştu. Herkesten daha dürüst, herkesten daha temiz ve çocuk gibi saftı.

Diğerlerinin nasıl olup da kırk kuyruklu yalanlar söylediklerine, yaptıkları hilelere çevirdikleri dolaplara şaşıp kalırdı. Memleketinden getirdiği, ona yadigâr kalan tek hatıra, incecik, su yeşili bir kamıştı. Zaman zaman ormana gider, topladığı otları birbirine karıştırıp kurutur, sonra da hepsini o kamışına tepip ağır ağır içerdi.

Elinden hiç düşürmezdi o kamışı, konuşurken de susarken de durup durup kamıştan derin nefesler çeker; hasret çekmiyor musun peki diye soranlara, iç geçirip;

“Her şeyden vazgeçtim; bir tek bunu bırakamadım!” derdi.

Köylü kadınlardan bazıları, onun tüttürdüğü bu çubuk sayesinde hiç değişmediğini, geldiği gibi kaldığını düşünüyorlardı ama sırrını çözen olmamıştı henüz.

Kış geleceğini birdenbire bastıran yağmurlarla duyuruyordu. Çerçi serinleyen sabah yelleriyle birlikte köye daha sık gelir olmuştu. Kasabadan ya da büyük şehirlerden getirdiği malları, köylülerin eskileriyle, hurdaya çıkmış mallarıyla takas eder, yaşı gelen çocukların sünnetlerini yapar, kaçanları bulup kandırır, dişi ağrıyanların dişlerini çekip hayır alkışlarını alır, topladığı hurda eşyayı arabasına atıp, birkaç hafta sonra tekrar gelmek üzere köylüleri Allah’a ısmarlayıp giderdi.

Kirtik Musa, paraya sıkışmıştı. En küçük oğlunu everecekti yaza. Aklına ağıla atılmış Ufo parçaları geldi. Çerçi geldiğinde hurda olarak satsa acaba eline ne kadar geçerdi.

Tilkiler aklına düşünce uyku uyuyamaz oldu, dışlığı gelmedi.

Sabah kapının önüne oturup çerçiyi beklemeye başladı. Araba, toprak yolun başında görününce yekinip kalktı, yanına vardı. Hoş beşten sonra çerçiye Ufo’dan bahsetmeden parçaları anlattı, çelik dedi ne soğuğu geçirir ne sıcağı dedi. Çerçi ağıldaki parçaları görünce önce bir iki mırın kırın etti amma Kirtik Musa ağzından girdi burnundan çıktı, kandırdı çerçiyi. Bir davar parasına anlaştılar. Keranacı çerçi, “Paranı bir dahaki geldiğimde veririm artık,” diyerek Kirtik Musa ile tokalaşıp helalleşti. Ufo’nun hurdası çıkmış parçalarını arabasına attığı gibi toz oldu.

Ufo’nun hurdalarının çerçiye satıldığını duyunca Gökbeyaz’ın yüzü- köye ayak bastığı günden beridir ilk kez- sarardı.

Haftasına kalmadı.

Mekânı uçmağ olsun dediler.

* * *

Not: Gabriel Garcia Marquez’in Kocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Adam öyküsünden esinle, yerel ağız, büyülü gerçekçi bir öykü denemesidir.

Nurgök Özkale

Adana’da doğdum. Dokuzeylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi bölümünden mezun oldum. Kısa bir dönem çevirmenlik yaptım. Çocuk oyunları çevirdim. Oyun ve öykü yazıyorum. Amatör olarak fotoğrafla ilgileniyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Refik Refik says:

    Kaleminize sağlık. Sanki anlatıcı da arada kendini kaptırıp ağız kullanıyor :slight_smile:

    Öykü Sündüs’ten Omar’a geçerken okur olarak akıştan koptum. Ama sonra toparladım.

    Okuduğum en iyi ‘Anadolu’ya düşen uzaylı’ öyküsünden biriydi bu.

    Sonu çok güçlü. Hasret, gurbet gibi temaların bir bilimkurgu öyküsünde bu kadar ustaca değerlendirilmesi harika.Yine de bir ümidi varmış kızcağızın.

    Marquez’in öyküsünü de ilk fırsatta okuyacağım.

  2. Avatar for Lightsky Lightsky says:

    @Refik
    Değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim.
    Sizinle aynı fikirdeyim. Anlatıcının kendini kaptırıp ağız kullandığını ben de fark ettim. :slightly_smiling_face:
    Marquez’in öyküsünü okuyacağınıza da çok sevindim.
    Sevgiler.

  3. Selam @Lightsky ve tebrikler. :clap::clap::clap:

    Bu ay okuduğum ilk öykü oldu ve bu zamana kadar Seçki’de okuduğum öyküler arasında en iyilerinden biriydi. Bitirdikten sonra Marquez’in öyküsünü de okudum ve şöyle dedim: “İşte ilham böyle alınır, işte böyle esinlenilir; böyle üretilir.”

    Öykünün işçiliği bir kere çok çok başarılı olmuş. Özellikle ilk %80’lik kısmı çok iyiydi, sona doğru üslup biraz sadeleşirken perde muazzam bir noktada kapandı. Zaten uzaylı metaforu dışında her şey gerçekti öyküde. Taşradan mükemmel beslenilmiş çok güzel tasarlanmıştı her şey.

    Tekrar tebrik ederim. Kalemine sağlık. :+1: Görüşmek üzere. :pray:

  4. Avatar for Lightsky Lightsky says:

    Selam @ulu.kasvet,
    Değerlendirmen için teşekkür ederim. :pray: :pray::pray:
    Çok mutlu oldum; bir o kadar da utandım. :blush:
    Görüşmek üzere.

  5. Bazen en zorlayan kısım sonuç olur ama sizin öykünüzde en beğendiğim yer orası oldu. Böyle sonları seviyorum. Kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for ulu.kasvet Avatar for Refik Avatar for Lightsky Avatar for Haluk_Cevik

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *