Lüis Van Qipojovv
Heyecanlı bir şekilde kapıya doğru ilerledim. Sensörlü kapı beni algılayınca otomatik bir şekilde açıldı. Geniş pencerenin üzerindeki pembe renkli “Qup-Han Seyahat Acentası” yazılı neon ışıkları yanıp sönüyordu. Kara deliğin orta yerindeydik. Neredeyse herkes ortak alanda bulunuyordu.
Büyük uzay gemisinde ilk defa yolculuk edenler nefeslerini tutmuşlardı bile. Kimisi neredeyse heykel gibi dikilmiş görkemli karanlığın canlılığına bakıyor kimisiyse tırnaklarını kemiriyordu. Kara deliğin en emici bölgesinde bulunduğumuzu hatırlatıp sakın ola erken boşalmayın diyerek uyarmayı ihmal etmeyen Kaptan yanımdan geçerken enteresan bir koku yakaladı keskin burnum. Tam olarak ne olduğunu çıkartamasam da manzaranın derinliği beni büyüleyerek tamamen kendine çekti.
Bir anda kara deliğin içine doğru ivme kazanarak ilerledik. Sık sık yolculuk eden özel yolcular şimdiden purolarını yakmış, güzel yolculuklarına erotizm baharatını serpmişlerdi bile. Gemimizi güvenli bir şekilde emmekte olan kara deliğin görüntüsü hızdan ötürü aşırı bulanıklaştığı için arkamı döndüğümde kırmızı bölmede rastlamıştım bu manzaraya. Karanfilli puronun tadına varmakta olan altın papyonlu bir yolcunun şarap bardağı içerisinde yanan mum ikram ediliyordu. Zarafetle yanan mum, masaya gelmekte olan iki sadist kölenin habercisiydi. Ortak alanın merdivenlerini inmeye başladığımda kalbimin hızlı çarpışlarını çok net hissediyordum.
Koskocaman evrende kendi minikliğini görmüş olan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Kaptan dâhil herkesin çıplak olduğu gemide havuzlar hınca hınç doluydu. “Sanki yeşil yıldızda hiç havuz görmemişler!” diye iç geçirerek kibirle baktım onlara. Tavanda kara deliğin neresinde bulunduğumuzu gösteren tabloyu gördüğümde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Zira kara deliğin içerisindeki gemimizi çevreleyen ve kıpır kıpır oynayan küçük şeyler vardı. Hemen kendimi koyuvermeden, sakince yetkili biri aradı gözlerim.
İlk deneyimimi açık edip de rezil olmak istemiyordum. “Ya gemimizden fırlayan önemli bir takım parçalarsa?” diyerek kendi başımın etini yemeye başlamıştım bile. Pembe papyonlu biriyle karşılaşır karşılaşmaz git gide uzamakta olan küçük şeyleri gösterdim. Personelin, içtiği alkolün etkisinde olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Belki de gereksiz bir tedirginlikti benimki ama yine de terlemeye başlamıştı avuçlarım. Elimi, geniş cama sürerken dehşet verici manzarayla karşılaştım. Neredeyse geminin üç katı büyüklüğündeki dev bir solucan, kara delikte sörf eder gibi bize doğru yaklaşıyordu.
Korkudan geriye doğru yalpaladım. Çığlık atacak cesareti bulamamışken yanlışlıkla röveşata atarak arkaya yuvarlandım. Kendimi havuzda bulduğum an, zarar görmediğim için şanslı hissettim. Ancak az evvel gördüğüm yaratık, bu korkuyu derhal paniğe çevirdi. Havuzun dibine doğru yolculuğumu tamamlamışken yolcuların gayet rahat bir şekilde hovardalık yaptıklarına, oldukça yakından şahit oluyordum. Nereye elimi atsam zinayla karşılaşıyordum. Dışarıdaki tehlikeden habersiz, fütursuzca eğlenen insanlara imrenmiştim aslında.
Gereği yokken bağırmaya hatta kükremeye başladım, beni benden başka duyan sadece çıkardığım baloncuklardı belki de. Ayaklarımı havuzun tabanına dayayıp ileriye doğru atıldığım sırada büyük bir sarsıntı yaşandı gemide. Ölüme yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla, “Kim bilir, belki kaptanımız boşalmıştır,” diyerek kendimi bıraktım.
Gemideki sarsıntı beni havuzdan dışarıya sürüklediğinde kahredici manzarayla daha canlı bir şekilde karşılaştım. Korkunç yaratık geniş pencereden kafasını uzatmıştı bile. Saz arkadaşlarınınsa geminin diğer bölgelerini sarmalayıp sıktıkları görülüyordu tavanda. Altıma işiyordum, hem de yanımdaki sadist kölenin çığlıkları eşliğinde. Mis gibi Yeşil yıldızımı terk edip bilinmez diyarlara gitmek benim neyimeydi diye hayıflanırken altın papyonlu adamın şarap şişesini alıp sadist kölenin kafasında kırdıktan sonra boynuna sapladığına tanık oldum.
Ne de olsa her türlü öleceğimiz için onu yadırgamadım. Ama eğer ki tüm çığlık atanları öldürme gibi bir arzusu varsa gerçekten işi zordu. Kırmızı ışıkların yanıp söndüğü, alarmların ve çığlıkların patlak verdiği gemimize yapılan korsan saldırısını sosyal medyada kınayasım gelmişti. Alışkanlıklarımı bırakamaz olmuştum. Solucan; geniş pencerenin içine girdikçe giriyor, ağzındaki uzun ve iğrenç solungaçları saldıkça salıyordu.
Kusmuğumu tutmakta zorlandım, başım dönüyordu ve kulağıma kaçan su nedeniyle çok az işitiyordum. “Kusarsan açılırsın,” dedi içimden bir ses, ancak açılsam bile nereye kadar açılabileceğimi bilmiyordum. Kendimi ölüme havale etmiştim çoktan ancak bedenim biraz olsun daha yaşamak için sımsıkı tutunuyordu hayata. Altın papyonlunun elinde kırık şişeyle çıkışa doğru koştuğunu gördüğümde beni bir gülme aldı. Onu yakalayan yemyeşil sümüksü bir solungaç, çepeçevre sardı. Bir başka solungaç ise bağırmakta olan adamın ağzından girdiğinde zavallının gözleri yerinden fırlamaya yaklaşmıştı. Oraldan giren solungaç analdan çıkınca adam için yas tutacaktım neredeyse. Herkes hak ettiği şekilde ölür tezimi destekleyen bir olayla daha karşılaşmıştım neticede. Kafamı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım. İçimden edeceğim duaların sıralamasını yaparken ezberimdeki duaların çoğunu unuttuğumu fark ettim. İş işten geçmişti artık diyerek istavroz çıkarttım. Hiç olmazsa İsa’nın krallığına yatay geçiş yapardım belki.
Dev solucan, ağzından uzattığı solungaçlarla tek tek topladığı yolcuları büyük bir iştahla yemeye devam ediyordu. Kara deliğin orta yerinde bok yoluna gidiyor olduğum için ağlamaya başladım. Solungaç beni yakaladığında gözyaşımı sildi. Belimden sıkıca tutunca kollarımı hareket ettiremez olmuştum. Bir başka solungaç gelip göğsüme kondu. Göğsümdekinin ucunda bulunan ufak şişeyi fark ettiğimde, idrar kesemde kalmış olan sidiği de saldım. Ben zırlayarak can çekişirken göğsümdeki şişe gri bir şeyle doluyordu. Git gide ruhumun çekildiğini hissetmeye başladım. O an anladım ruhumun emildiğini ancak canlı kalabilmem için bir miktar bırakmış olacaklardı ki halen yaşıyordum. Beni havaya kaldıran solungaçlara bir yenisi daha eklenmişti. Yeni; ucundaki sivri ve keskin şeyi, ufak şişedeki kirlendiği için grileştiğini düşündüğüm ruhuma daldırdı. Hızla ufak şişeye banıp çıkarttığı keskin uçla ruhumu içine çekti ve aynı hızla göğsüme batırmaya başladı.
“Gül suyu kokar cenneti,
İsa’nın memleketi.
Çiğ et yiyen yaratıklarız bizler,
İnsan mısınız sizler?”
Meme uçlarımın arasındaki bölgeye damgalanmıştı anlayamadığım Latince bir şeyler. Korkudan altıma sıçmak üzereyken sağ olsun solucanlar gemiyi terk etti. Hareketsiz ve bitkin gemimizi arkadan itekleyerek kara deliğin derinliklerine yolladılar. Yarım yamalak bilincimle gördüğüm son şeyse yüksek bir hızla Ak Deliğe giriyor oluşumuzdu. Bembeyaz ışık gözümü alıyor, idrakim geride kalıyordu.
Harap olmuş gemideki tüm sistem mahvolmuştu, hoparlörlerden çıkan cızırtılı sesler yolculuğumuza eşlik ediyordu. Ak Deliğe dalışımızda zamanın ağırlaştığını ve her şeyin güzelleştiğini hissettim. Ölümün soğukluğunu göğsümden söküp alan bembeyaz ışığa şükredecektim ki dijital gözlüğümün bataryasının azaldığını belirten uyarıcı sesle karşılaştım.
Hoparlörlerde bangır bangır çalan Nirvana\Smellslikerosewater şarkısı cızırtıları yararak kulak mememi çekiştiriyordu. Dijital gözlüğü elimden alan Qup-Han Seyahat Acentası personeli gözlerime ışık tutuyordu. Kendime gelip gelmediğimi kontrol ettikten sonra sağlık taraması için beni arkadaşına yönlendirdi. Oturduğum sandalyede elime bir de tablet tutuşturdular. “Merak etmeyin, şeytanın kara delikte hükmü yoktur,” dedi tatlı bir Japon hemşire. Aklım yerli yerine gelirken tabletten tek gidişlik biletimi onayladım. Kişiye özel en korkunç senaryonun başıma gelmemesi için ruhumu ipotek ettirmeyi ihmal etmedim.
“Vay amına koyayım,” demekten kendini alamayan bir seyirci, elindeki bildirinin en alt köşesindeki parçalara bakakaldı. Dijital sayfanın en altındaki bölmede pembe dikdörtgenler içerisindeki korkunç seans esnasında olmak istediğiniz karakterler kısmı oldukça ilgisini çekmişti. Hemencecik tıklayıverdi istediğine.
“Az çok demeyelim, bildiriye bağışta bulunalım muhterem seyirtkenler,” diyerek anons geçmekte olan dijital sayfadaki ses, bıyığıyla, bildirinin üst kısmındaki ince deliği işaret ediyordu. Bildiriyi yalayıp yutmuş olan seyirci cebinden çıkarttığı beş binQitcoin değerindeki altın pesoyu delikten attı. Bildiri küçülmeye başladı. Sadece seyircinin istediği dikdörtgen bölme kaldı. Bilet olarak kullanacağı dijital kimliği cebine attıktan sonra saçını düzeltti, nabzını yoklayıp sıraya geçti.
- Yalın ve Ballı - 1 Şubat 2020
- Aydaki Balta - 1 Ocak 2020
- Dijital Mızrak - 1 Aralık 2019
- Bildiri - 1 Kasım 2019
Selam.
Aksiyon dolu bir hikayeyle karşı karşıya kaldım. Neyse ki ölümün soğuk ve karanlık yüzüyle karşılaşmadan gerçekler ortaya çıktı. VR teknolojilerinin ileride daha da gelişeceğini ön görürsek sizin senaryonuzun +18 koduyla raflarda yerini alacak olması içten bile değil.
Yeni öykülerde görüşmek üzere.