Yıldızlar, gezegenler ve derin boşluk. Zamanının, kütlenin, hızın, enerjinin ve sıcaklığın olmadığı bir Evren’den; zamanın, kütlenin, hızın, enerjinin ve sıcaklığın olduğu bir Evren’de var oluşun tüm aşamalarını defalarca tamamlayıp, yaklaşık olarak 13,7 milyar yıl sonrasından bugün, denizin yüksek tepelerle birleştiği, fırtınaların titizlikle yükselttiği dalgaların bütün ihtişamıyla şekillendirdiği sarp kayalıkların üzerinde sonsuzluğu düşlemekteyim.
İki yüz metre kadar aşağıda dalgalar falezlerden bir geçit halini almış ve belki tarihte bugün bir korsan gemisi, denizin durgun olduğu o gün buraya demirlemişti. Gemi mürettebatı hep birlikte güverteyi temizlemekte, kardeşlik ve deniz şarkılarını kiremit şişelerindeki romlarını başlarına dikerek söylemekteydi. Belki birbirine delicesine âşık bir çift asırlar önce burada gün batımını seyretmişti, birbirlerine sarılarak gökyüzündeki maviliğin sonsuzluğunda kaybolmuşlardı. Belki de yıldızlara meraklı olan birisi gece parıldayan bu küçük noktaları anlamaya çalışmıştı. Bu derinlik onu oldukça rahatsız etmişti ve aklındaki tüm denklemlerin sonucunda Evren’in sonsuz olabileceğini düşünmüştü. Güneş’in de diğer yıldızlar gibi gökte asılı durduğunu belki bu uçurumun kenarında düşünmüştü. Herkesin gözleri önünde şehrin meydanında yakılarak öldürülmenin bir önemi kalmayacaktı sonrasında onun için. İnkâr edilmiş olsa da inkâr edilen her bir gerçeğin külleriyle tekrar var olabileceği gerçeğini görmüş ve alevler içinde çığlıkları gökyüzüne, sonsuzluğa karışmıştı.
Çok sonraları bir başkası çıkıp şunları söyleyecekti: “Evren zamansal anlamda sonsuzdur; ancak anladığımız anlamda da sınırlıdır: yani bir sonu vardır. Evren, bir balon gibi sürekli genişlemektedir, ancak tüm parçalar birbirinden tamamen uzaklaştıktan sonra aynı şekilde tekrar başladıkları yöne geri döneceklerdir.” diyecek ve tüm düşüncelerimi biraz daha saplantılı hale getirecekti.
Çapı 35 milyar, çevresi 210 milyar ışık yılı olan bu sistemin içinde bu falezin üzerinde rüzgârı yüzümde hissediyorum. Evren’in herhangi bir yerinde hayata dair olup bitenleri merak etmiyorum. Çaresizce bekliyorum. Aklıma tüm bu saplantılı düşünceleri koymadan önce beklemekteydim. İçimdeki büyük patlama neticesinde benden arta kalan her parçam, derin boşluğumda, birbirinden süratle uzaklaşmakta. “Şimdi” kavramı nasıl ki Evren’in her yerinde aynı değerde kalmayacaksa, onların şimdisi ve benim şimdim birbirinden farklı olmalı. Nasıl ki, ışık kaynağına doğru hızla giden bir sistemde, zamanın yavaşladığı ve ışık hızına ulaşıldığı anda zamanın sıfır olduğu büyük bir kuramı açıklıyorsa, tüm bu zamansızlığım ve artık benim için zamanın durmuş olması da bu hıza eriştiğim anlamına mı geliyor? O halde ben bu hıza bir şekilde ulaşmışken zamanın sonsuz mu olması gerekir? Ancak bir cismin ışık hızına ulaşması da bugüne kadar ki çıkarımlarım neticesinde olanaksız sayılmakta. Bugüne kadar edindiğim bilgiler neticesinde sonsuz kütleyi harekete geçirmek sonsuz kuvveti gerektirecektir. Bu da mantık dışı…
Yine de bekliyorum. Aklıma dayadığım bilgi silahını bilinmezlik şarjörüyle doldurdum. Her fırsatta süpernovalar oluşturuyor beynim, içeride yenilenen hipernovalara neden oluyor. Hidrojen, helyum ve karanlık madde hücrelerimde eski çağlarıma girdiğim dönemimden yeni bir oluşuma doğru uzanıyor. Sonunda Evren’in tüm genişleme evresinden tekrar daralma evresine geçişi olarak tanımlanan pulsiyon etkisiyle başladığım noktaya dönecek ve üzerinden yalnızca 80 milyar yıl geçmiş olacak. Ve bütün bunlar olduğunda artık bize dair hiçbir şey kalmamış olacak, çünkü düşünüldüğüne göre bundan 500 milyon – 1 milyar yıl sonra Dünya’dan sadece 6.500 ışık yılı ötede ya bir hiperenerjik süpernova ya da bir gama ışını patlaması meydana gelecek. Bu patlama etkisiyle ozon tabakası (ki halen öyle bir tabaka kalmışsa eğer) bir anda parçalanacak bu da küresel bir yok oluşu başlatacak. Bu yok oluş sırasında tüm denizel omurgasızların %60’ı yok olmuş, geri kalan türlerin büyük kısmında ciddi hasar meydana gelecek. Günümüzden 600 milyon yıl sonra ise artık hiç gel-git olayı gerçekleşmeyecek; çünkü Ay, Dünya’dan gittikçe uzaklaşmış olacak. Güneş, daha da parlaklaşacak ve Dünya’da karbonat-silikat döngüsü bozulmaya başlayacak. Isı yükselecek, Dünya’da sıvı suyun çok hızlı bir şekilde buharlaşmasına neden olacak. Bundan 3 milyar – 10 milyar yıl sonra da Merkür’ün yörüngesi %1 olasılıkla Venüs ile kesişecek. Eğer bu olasılık olursa ve Merkür ve Venüs çarpışırsa Güneş Sistemi’nde bir kaos olacak, gezegenlerden kopan parçalar da gezegenimizi tamamen yok edecek. Saatte 1 milyon kilometre hızla birbirine yaklaşan Samanyolu ve Andromeda galaksileri birbiriyle çarpışacak ve birleşme yaşayacak. [1] İşte, tüm bu süreç içerisinde ben sonsuzluğun bir parçası olmuşken belki de diğerleri bir kuasara yapışmış olacak. Kim bilir? Derinlikte kaybolurken anlamı sorgular ve birbirimizi yok ederken Dünya’dan kaçma şansı arayışına gireriz çaresizlikle. Fakat buradan başka bulunabileceğimiz hiçbir yerin olmadığını bugün Newton yasaları gereği biliyor olmamız gerçeğini değiştiremeyeceğimiz söylentileri, eğer gerçek ise, endüstrileşmeye hız vererek karbon salınımını daha da arttırıp gelecek 16 yıl içerisinde yerkürenin artık geri döndürülemeyecek biyolojik yok olma sürecini başlatmış olacağız. Sıcaklığı sadece birkaç santimetre daha artırarak küresel yok oluşa hız verip akılsızlığımız ve sefilliğimizle bu uçurumun kenarında uçurtmalar uçuracağız.
Bu dalgalar, bu deniz, önümde yükselen bir kara delik; samanyolu galaksisinin tam ortasında bize ait olan. Ona öylesine yakınım ki tüm ihtişamı ve tüm ısrarıyla beni içine çekiyor. Yıllar öncesinde fizik fakültesine ilk girdiğim günün, ona âşık olduğum ve bu aşkın imkânsızlığını kabullenip Academia Sinica’da Fizik Fakültesi’nde geri dönmeyeceğime yemin ettiğim günün artık bir önemi kalmadı. Çaresizce geri döndüm. İnsanlık çöplüğünün geri dönüştürülemez artıkları kalp damarlarımı tıkıyor. Onu görmeye kalbim dayanmıyor. Yalnızım. Kimileri tek başınasın diyor; fakat yalnızım. Bu gezegen gibi… Bildiklerimi bilmeyen sayısızca insan, ne kadar başka bir yerde yaşam olduğu umudunu taşısa da, ne yazık ki buna tanıklık edemeyecekler. Karanlık boşlukta, sadece burada -ama belki de sadece şimdilik-
Onu gördüğüm zamanlarda, yanına usulca yaklaşıp küçük saman kâğıtlarına yazdığım, ona olan duygularımı anlatan sözcüleri düşünüyorum. Bazen o kâğıtlarda şu an durduğum yeri tarif ediyordum. Onunla günün şu saatinde burada buluşmak üzere notlar saklıyordum avucumun içinde ve onun köşe başından dönmesini bekliyordum. Kalbim hızla çarpmaya başlıyordu. Telkinlerin hiçbiri işe yaramıyordu. Bana doğru yürüyordu, yanımdan geçtiği sırada elimdeki kâğıdı ona uzatıyordum, bir refleksle kâğıdı alıyordu. Oradan hızlıca uzaklaşıyordum. Arkama dönüp baktığımda ona kâğıdı verdiğim yerde oldukça ufak kesilmiş olan sayfalarda yazılı olanları okuduğunu görüyordum.Başını önüne eğmişti;küt, ipeksi saçları yüzüne doğru dökülüyordu. Bazen kendimi unutturuyordum. Bir ay ya da iki ay sonra bir fötr şapkayla ya da başıma bir bere geçirerek bir anda karşısında belirip yeniden başka bir kâğıt parçasını onun avuçlarına iliştiriyordum. Her seferinde yüzüme aynı şaşkınlıkla bakıyordu.
Gelmedi. On sene kadar bekledim. Tüm uzay, tüm galaksiler ve tüm sonsuz boşluk; tüm savaşlar, tüm çılgınlıklar ve tüm geriye döndürülemeyecek intiharlar şahidim olmuştu. Bu soğuk kuzey rüzgârı yüzüme vuruyor, eskisi gibi üşütmüyor.
Artık eskisi gibi hissedemiyorum. Sadece kaybolan zamanları ve onu düşlediğim anları bazı şarkılarda ve sayfalarını yırttığım astronomi kitaplarında buluyorum. Tüm düşler, düşünceler bir bir kayboluyor. Eskiyorum. Kendimi sonsuz gelecekte, Evren’in karanlık bir köşesinde bir kara deliğe doğru çekilirken buluyorum. Bu çekime mani olamıyorum. Öylesine istiyor ki beni, kollarımı istemsizce derin boşluğa uzatıyorum. Ne olduğunu bilmeksizin, ne olacağımı bilmeksizin… Bir düğün gibi ya da bir şölen… Şu evlenen adamın giydiği siyah takım elbise gibi; yanında duranın, beyaz gelinliğin içindekinin küstah gülümsemesi gibi. Birazdan imzayı atacağım. Birazdan yalancı dostları onu tebrik edecekler. Yalancı dostlarım ise bugün nikâha gelmediler. Aklım fikrim falezlerde, o sarp kayalıklarda, onu beklediğim uçurum kenarında ve beni içine çeken birkaç saniye sonra imzayı atacağım siyah kaplı defterde. İçten içe şahitlerin yüzlerine takındıkları samimiyetsiz gülücüklere küfrediyorum.
Tüm bunları aklımın durduramadığı sonsuz boşlukta bulduğum, gitgide bana daha çok ait olan köşede, az önce söndürdüğüm bir lambanın altında sessizce yazıyorum. Karanlıktan yazıyorum, sevgilerle.
[1] Prof. Dr. Ali Demirsoy – İlk 1 Saniye
- Kumdan Kaleler - 1 Mayıs 2020
- Son Oda - 1 Nisan 2020
- Zamanın Kumları - 1 Şubat 2020
- Başı Sonu Yok - 1 Ocak 2020
- Hisler, Anılar, Acılar - 1 Aralık 2019
Evet: “bir çift asırlar önce burada gün batımını seyretmişti.”
Öykü güzeldi., teşekkürler.
Çok teşekkür ediyorum. Rıhtımda sizlerle öyküler paylaşmak gerçekten çok güzel.
Merhaba.
Tam bilimsel verilerin ışığı gözümü almaya başlamışken, ışığı söndürüp yazınızı öyküye bükmeniz güzel olmuş. Yazarın tüm bunları karanlıktan yazıyor oluşu da etkiyici bir mecazdı. Kendi öyküm de dahil bu ayki seçki konusu, bir çok yazarın içini karartmış. Bu da isminden ve çekim gücünden olsa gerek. Adını anmaya gelmiyor kerata Emeğinize sağlık… Sevgi ile…
Yorumunuz için teşekkür ediyorum. Öykünüzü en yakın zamanda okuyacağım. Haklısınız, temamız bu ay içselliği ortaya koydu. İçimdeki bolca neden-sonuç ilişkisi bu sayede romantik bir hal almış oldu. Öykü karakterimiz aklının, kalbinin, gerçeğin, uçurumun, aşkın içinde savruldu ve karanlıktan bize notlarını ulaştırdı. Tekrar teşekkür ediyorum.
Merhaba Cuneyt😌
Biraz torpil ve içine serpilmis biraz özlemle, ilk senin oykunu okuyarak başladım bu ay Secki’ye.
Öykün bence çok katmanlı ama birbirinden keskin çizgilerle ayrılan iki bölümden oluşuyor. En başta Neil deGrasse Tyson’u okuduğumu düşünüp, küt bir geçişle senin tanıdık öykü harmanına düştüm. Belki burada geçişi yumusatabilirsin.
Her zamanki gibi, zihin sarayını cömertce araladığin bir öyküydu. Sadece finalde biraz yarim kalmışlık hissi verdi bana.
Kalemin hep bizimle olsun. Hep yaz dostum!
Sevgiyle…