İnci ile aynı sınıftaydık ama arkadaşım değildi.
İlkokulun üçüncü yılında katılmıştım aralarına. Üzerinden iki ay geçmesine rağmen ne onunla ne de diğerleriyle ilgileniyordum. Ders anlatmak için tahtaya kalktığım zamanların birinde, İnci’nin ağzıma öykünmesi bile- dudaklarını büze büze garip şekillere sokuyordu, ben bakar bakmaz toparlanıp masum bir ifade takınmıştı yüzüne-silinip gitmişti aklımdan.
İnci her fırsatta gözüme sokularak kendini bana gösteriyordu ve ben o zamanlar, onun çaktığı yumruk izinin sonsuza kadar hafızamda kalacağını bilmiyordum.
Uzun yıllar sonra dönüp geriye baktığımda nereden ve nasıl edindiğimi bilemediğim sükûnetime şaşıyorum şimdi. Sadece dokuz yaşındaydım, içimde bin yaşında bir ruh taşıyormuşum meğer.
O yıl bizim için hiç de hayırlara vesile olacak haberlerle başlamamıştı. Babamı-dairenin birinde yöneticiydi-gene sürmüşlerdi. Annem ve babamın aralarında geçen konuşmalardan kopan kelimeler çok kalabalık halde üşüşmüşlerdi başıma, aklım sadece “sürüldüm”ve “toparlan gidiyoruz” sözcüklerini alabilmişti içine.
Annem, babamdan ve benden önce kardeşimle yaptı pazarlığını. Pak-çiftlik evinden bozma lojmanın demirbaşı olan sarman kedi-ve yavrusu Cimcim bizimle gelmeyecekti. Cimcim’in damağındaki doğduktan iki ay sonra fark ettiğimiz siyah lekeyi-komşu kadınlara göre uğurlu olduğunun göstergesiydi-hatırlatmamız bile işe yaramadı. Annem bize yiyecekmiş gibi baktı, sonra dişlerini tehditkâr bir tavırla sıktı. Ancak kardeşim canla başla mücadele etti, annem sonunda birazcık taviz vermek zorunda kaldı. Kardeşim, evden ayrılana kadar her gece Cimcim’le uyuyabilecekti.
Bir yerlere kök salma hayalleri her seferinde dağılan annem-kalben istemese de her an göçebilirmişiz gibi hazır beklerdi, her seferinde tazelenen umuduna şaşarak-eşyaları toplarken diline dolananları ağzının içinde eziyor, hepsini birer birer yutuyordu. Kaşla göz arasında yükümüz toplanmış, denkler yapılmıştı bile.
“Okula gitmeyecek misin?”
Birden bir kıyamet koptu içimde. Annem düşüncelerim aklımdan mızıka çala çala geçerken gözlerini bana dikti. Bakışlarımı kaçırdım.
“Arkadaşlarını görmeyecek misin?”
Hayır, hiçbirini görmek istemiyordum. Birdenbire soğumuştum hepsinden.
“Sınıfta seni bekliyorlarmış ama.”
Öfff, niye gidip veda edecektim ki onlara teker teker?
“Öğretmenine alasmaladık demeyecek misin?”
Gözlerimin önüne birden başında sadece benim gördüğüm o haleyi taşıyan öğretmenim geldi. Etrafına topladığı sınıf arkadaşlarımla birlikte kıpırdamadan bana bakıyorlardı. Bense, o kasabadan ve onlardan ayrılacak çocuğun ben olduğuma inanamayarak ve ne yapacağımı bilemez bir halde duruyordum. Gözlerim bulanıklaştı, salya sümüklerimin arasından yüzlerini göremez oldum. Sonra hepsi birden bulanıklaştı, yüzleri ve bedenleri dağılıp yok oldu.
Eve nasıl geri döndüğümü hatırlamıyorum. Bahçe kapısının önünde bir kamyon duruyordu.
Hazırdık işte. Bir an önce defolup gitmeliydik oradan. Bahçede son kez dolaşmak mı, hele onu hiç yapmamalıydım. Annemin kızgınlıkları geçene kadar saklandığım inime, o tavuk kümesine bir daha hiç girmemeliydim. “Allah’ım lütfen annemin kalbini ekmek hamuru gibi yumuşat, beni o yılana benzeyen hortumla kovalamasın artık” diye yalvardım, bir yandan da elimi şortumun cebime atıp kırıldığında canımın bir parçasını da beraberinde götürmüş misketimi çıkardım.
Tavuk bitleri çıplak bacaklarımdan tırmanıp saçlarıma doğru hücuma geçmişti çoktan, ama kırık misketim gözyaşlarımla ıslanarak pırıl pırıl parlıyordu avuçlarımda. Ortasındaki dalga gibi kıvrılan şekli-küçük bir göze benziyordu- o anda fark ettim. Annem beni orada bulursa başıma gelecekleri de unutuverdim.
O kasabada doğan kız bebeklerin gözlerine sürme çekerlerdi. Mühür gözlü olsun, kem gözlerden sakınsın diye. Misketin ortasındaki göze bakarken Kızıl Maske’nin kafatası şeklindeki yüzüğü geldi aklıma. O kafatası izi Kızıl Maske’nin yumrukladığı kötü adamların yüzüne mühür gibi çakılırdı. Çakımla başparmağımın ortasında küçük bir delik açtım, deliğin altından iyice sıktım. Parmağımın ortasındaki kırmızı nokta büyüdü. Kırık misketi kanıma buladım. Arkamı yasladığım tahtanın ortasına mührümü bastım. Kızıl Maske’nin ormanındaki vahşi büyücülerden biriydim o anda. Tılsımlı sözler mırıldanarak efsunladım kümesi, tahtaya sürdüğüm kanım, bahçede elinde hortumla dört dönen annemin öfkesinden korudu o gün beni.
Artık yaşayacağımız şehre doğru yol alırken arkama dönüp bahçeye, bahçedeki kümese, kümesin tahtasına vurulmuş kendi kanımdan mürekkep o mühre, evimize, o kasabaya bakmamalıydım. Hele hele öğretmenimi artık hiç aklıma getirmemeliydim.
Geldiğimiz ilçe eskisinden daha pırıltılıydı, adıysa onunkinden bir hece eksik.
Gideceğim okul oturduğumuz eve kuş uçuşu beş dakika uzaklıktaydı. Kaydımı hemen yaptılar ve hafta başında okula başladım. Üçüncü sınıf zordur diyorlardı, banaysa ekmeğin üstüne kaymak sürmek gibi geldi. Bütün dersleri serdim. Ne sınıfta öğretmenin sorduğu sorulara parmak kaldırasım vardı artık ne evde ödev yapmak. Öğretmen de öğretmenime benzemiyordu zaten. Onu dinlemek yerine, sıramın altına sakladığım mavi ciltli, kuşe kapaklı, Milliyet Çocuk kitaplarını yalayıp yutuyordum gizli gizli. Birkaç gün içinde bitiyorlardı. Kitapları içime tıkıştırıyordum ki ne öğretmenimin hayali sığabilsin boşluğuma ne yazları içinde kaybolduğum o bahçe ne de suları ışıltılı o deniz. Geriye hiçbir yer kalmıyordu hatırlanacak, kitaplardan başka. O sırada otururken, öğretmenden ve diğerlerinden gizli gizli kitaplar okurken etrafımda neler döndüğünden habersizdim. Bütün soruları bilen, yazılıların hepsinden beş alan İnci’ye aldırış etmiyordum. Etrafımda dört dönüyor, bana sorular soruyor, olmadı sırasından fırlattığı bakışlarla gözlerini üzerimden ayırmıyordu ama benim aklım başka yerdeydi, ruhumsa çoktan hayallere karışmış o küçük sahil kasabasında. Öğretmeninden ayrılan dokuz yaşındaki bir çocuğu anlatan bir romana başlamıştım o yıl. Babasının tayini çıkıyordu. (Hayır, sürülmüyordu, tayini çıkıyordu.) Romanın sonunda çocuk, öğretmeninin hasretine dayanamayıp kendini bir uçurumdan atıyordu.
Adı Emine’ydi. Emine bir mahlastı ama bir roman kahramanı taklidi yapıyordu. Her şeyi hem saklıyor hem de ortalığa döküyordu. Koyduğum adı unutuyordum bazen, ağzımdan kendi adımı kaçırıyordum. Birileri anlayacak diye içim patlıyordu.
“Yok canım,” diyordum, “Benimle ne ilgisi var? Emine diyecektim.”
“Tabiii,” diyordu dinleyenler, “Seninle ne ilgisi var?”
Kimse anlamıyordu. İçim rahatlıyordu.
O roman zamanla sözlü bir hikâye oldu. Önüme gelene anlattım.
Bir hikâye anlatıcısına dönmüştüm dokuz yaşımda.
İmkânsız bir hayal gibi uzaklarda kalmış o kasabadan gelen haberler hiç iç açıcı değildi. Oturduğumuz çiftlik binasını yıkmışlardı. Kardeşimle bana balta girmemiş bir orman kadar vahşi ve tekinsiz görünen bahçe de ortasından geçen asfalt yolla birlikte tarihe karışmıştı. Üzerinden geçen bir araba tekerleğinin Cimcim’in karnını dümdüz ettiğini kardeşime söylemedik.
Yaşadığımız ilçede de hiçbir şey iyi gitmiyordu. Her şey üstüme üstüme geliyordu sanki herkes karşıydı bana. Mektuplar yazıyordum öğretmenime, sınıfımdakileri, şehri, her şeyi şikâyet ediyordum. Mavi ciltli, kuşe kapaklı Milliyet Çocuk kitaplarını leblebi çekirdek gibi yutuyordum.
Bir derste eskiden yaşadığımız sahil kasabasının bahçeleri gibi portakal kokan silgilerimden birini çakımla oyarak göz şeklinde bir mühür yaptım kendime. İçine adımın baş harfini göz bebeği gibi işledim. Üzerine çok azıcık mürekkep döktüm, okuyup bitirdiğim bir kitabın ilk sayfasında kapağa yakın bir yerine bastım. Tavuk kümesinin tahta duvarında kalan ilk mühür gibi kanlı değildi, küçük mavi bir leke gibi görünüyordu ve dikkatli bakılmazsa içindeki “Ö” harfi de belli olmuyordu. O sırada zil çaldı. Silgimi, mürekkep şişesini kalem kutuma, kitabı sıramın altına koyup bahçeye çıktım. Dersler bitince de eşyalarımı toplayıp çantama koyup eve doğru yollandım.
Birkaç gün sonraydı. Son teneffüste sıramda oturuyordum. İnci biraz ötede, kendi sırasının önünde ayakta duruyordu. Etrafında birkaç kişi daha vardı.
“Baaak!” diye bağırdı.
Başımı kaldırıp baktım. İnci elindeki kitabın kapağını bana doğru tuttu.
“Gördün mü kitabımı? Yeni aldım!”
“Aaaa!” dedim sevinçle ayağa kalkarken. “Sen de mi onu okuyorsun? Ne zaman aldın?”
İnci’nin sırasına doğru yürürken kendi kitabımı nereye koyduğumu hatırlamadığımı fark ettim. Hatırlamadığıma göre evde olmalıydı.
“Geçen gün kitapçıda gördüm, hemen aldım.”
“Yeni bitirdim ben.”
“Ben de yeni bitirdim!” dedi İnci. Kitabı bana uzattı.
İçimi bir sıkıntı bastı. Aklım kendi kitabıma takılmıştı. Evde nereye bırakmıştım acaba?
“Çok beğendim” dedim.“Çok güzel bir kitap.”
“Ben de çok beğendim” dedi İnci. “Çok güzel bir kitap.”
Kitabın kapağını ne zaman açtığımı hatırlamıyorum ama açmışım işte.
İçimde bir zincir boşandı. Bir şey tık diye durdu.
İlk sayfanın ciltle birleşen kenarındaki mavi mürekkepli gözle birbirimize baktık. İçine gizlenmiş “Ö” harfi süklüm püklüm bir halde, öylece kalakalmıştı.
Kitabı yavaşça kapattım, İnci’ye verdim. Yüzüne bakamıyordum. Gidip sırama oturdum. Nasıl o kadar sakin kalabildiğime hayret ediyorum şimdi ama o anda ne yaptıysam her şeyi hesapsızca, düşünmeden, içimden gelen bir sezgiyle yapmıştım.
Yanaklarım alev alev yanmıyordu, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atmıyordu, boğazım kurumamıştı, ellerim buz kesmemişti ve İnci’yi herkesin içinde utandırmayı aklımdan bile geçirmemiştim.
İnci’nin bana seslenişi, konuşmasındaki rahatlık, kitabı uzatışı, ışıklar içinde parlayan yüzü teker teker gözlerimin önünden geçiyordu. Kitabımın attığı çığlıklar kulaklarıma kadar geliyordu. Mührümün göz bebeğine gizlediğim adımın ilk harfi,
“Beni onun eline bırakma, geri al!” diye yalvarıyordu.
İçim kurumuş otlar gibi tutuştu.
İnci’yle-kimselere sezdirmeden bir köşede-baş başa konuşamayacağımı sezinlemiştim.
Kitabımı geri almanın tek bir yolu vardı. O yol da yalnızca ondan geçiyordu.
Öğretmenden.
O gün, bütün dersler bitip, herkes sınıftan çıkarken oyalandım.
Etrafta kimse kalmayınca…
“Emin misin?” diye sordu öğretmen. “Nereden çıkardın o kitabın senin olduğunu?”
“Üzerinde bir işaret vardı.”
“Neresinde?”
“İlk sayfasında?”
“Nasıl bir işaret?”
“Bir mühür.”
“Mühür mü? Nasıl yani?”
“Küçük bir göz. Nokta kadar. Ama göz bebeğinde adımın baş harfi var.”
“Anlaşıldı” dedi öğretmen. “Hadi sen şimdi evine git.”
Hafta başı son ders zili çaldığında-İnci o gün uzun teneffüslerden birinde ortalıktan kaybolmuştu-öğretmen bana beklememi işaret etti. Ağırdan aldım, çantamı toplamak için acele etmedim. Herkes çıkınca öğretmen yanıma geldi. Kitabımı uzattı.
Kitabıma dokunur dokunmaz mutlulukla titredim. Ellerimin arasındaydı işte.
“Bak bakalım,” dedi öğretmen. “Senin kitabın mı?”
Kitabın mavi ciltli kapağını açtım. Açar açmaz yüzüme tokat yemişçesine irkildim.
Kapağın sayfalarla birleştiği yerdeydi, oradaydı, tam orada.
Yırtılmış sayfanın tırtıkları derin bir bıçak yarası gibi boydan boya uzanıyordu.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Merhaba @Lightsky
Dönem hikayelerini çok iyi anlatıyorsun. Yazdıkların beni hep eskilere götürüyor. Seni okumayı sevme nedenlerimden biri de bu. Uçtuğumda sakinlik arasam okumayı düşüneceğim yazarlardan biri de sensin. Exlibris ayrıca dikkatimi çekti. Zamanında yazdığım bir site için Exlibris ustası Hasip Pektaş ile keyifli bir söyleşi yapmıştım. Gerçekten ilgi çekici bir sanat.
Eline emeğine sağlık
Sevgiler
Merhaba @Muge_Kocak,
Okuduğun ve katkın için çok teşekkür ederim.
Öykünün duygusunda buluştuğumuz için çok mutlu oldum.
Sevgiler.
Okurken çocukluğuma, köyümde yaşadığım anılara döndüm. Akıcı bir hikayeydi elinize sağlık.
Merhaba @OlorinTheGrey,
Zaman ayırıp okuduğunuz ve katkınız için teşekkür ederim.
Sevgiler.
Merhaba,
Gayet keyifli ve sakin bir hikayeydi. Elle tutulur nostaljik bir hava bürümüştü hikayenin atmosferini. Bu nedense bana çok huzurlu geldi. Kaleminiz gerçekten başarılı.
Önümüzdeki seçkilerde görüşmek dileğiyle…