(Tarihsel olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da birçoğu hayal ürünüdür. Bazı olaylarda yaklaşık tarihler kullanılmıştır, kesinlik yoktur. Sözlükçe sonda mevcuttur.)
(Daha önce Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nde kaleme alınmış “Harekât-ı Eskalibor” hikayesinin devamıdır. Öncesinde hatırlamak veya bilmek babından göz gezdirilmesi tavsiye edilir)
“Casusluk,eğer namuslu insanlar tarafından yapılan bir iş olsaydı,
belki de hoşgörülebilirdi.” Montesquieu-1748
(20 Rebiülevvel 641 – 7Eylül1243)
(Moğol İstilası’nınAnadolu’yu Kasıp Kavurduğu Dönemler)
(Konya-Selçuklu Payitahtı)
1-Beridhane’nin Sahibi
Konya’nın taze subaşısı eski çavuşlardan Uzun Muhiddin oturduğu sedirden dışarıyı seyrediyordu. Akşam vaktinde hava kararmış, siyah yağmur bulutları şehrin tepesine toplanmaktaydı. Camiiler ve evler sıra sıra dizilmiş, Meram bağları yeşilliğinin etrafında tek tük göze çarpan bey konaklarıyla yerine çökmüş kalmış insanları andırmaktaydı. Tüm bunların arasında tekinsiz duruşuyla kara suretliBeridhane bir gölge misali şehrin üstüne düşmüş gibiydi. Surların dışında Tatar’ın askeri ha geldi ha gelecek korkusu hakim iken, sur içinde sahibinin ölmüş olmasına rağmen Beridhane hala kabuslarının ve korkularının kaynağıydı şehir insanlarının. Uzun Muhiddin “Harekat-ı Eskalibor”un getirdiği tasifye dalgasında sivrilmeyi becermiş isimlerden biri olarak Konya subaşılığına oturmuştu. Eski sahib-i berid’in ve adamlarının, eski subaşı Malik’in ve üst düzey bir Tatar komutanın ölülerinin çıktığı araba yapılan gizli bir görüşmenin ve sultanı devirme planının olduğuna delil sayılmış, birkaç emir idam edilmiş, olayı gören ve sultana bildiren Uzun Çavuş Muhiddin, subaşı olmuştur. (bkz. Harekat-ı Eskalibor)
Emrinde bir sürü adamı ve imkanı olmasına rağmen, büyük bir makama geldiği halde içindeki endişeleri bastıramamıştı. Kapıda büyük Tatar ordusu vardı. SultanGıyaseddinKeyhüsrev’in nerede olduğu bilinmiyor, sailer ve münhiler aracılığıyla haberleşiyordu. Beyler ve emirler uyruklarıyla birlikte ya Sultan’dan ya Han’dan gelecek emirleri bekliyordu. İçeride ise hala çekindiği ve kendisi için tehdit oluşturduğunu düşündüğü Beridhane hala varlığını koruyordu. Korkusunu haklı kılacak şeyler yaşanmıştı. Antalya yolu üzerindeki Geyik Dağları yakınlarında buldukları demir arabanın içinden altı ceset çıkmıştı. Bir Yahudi bezirgan, eski Konya subaşısı, üst düzey bir Tatar komutanı, eski sahib-i berid ve onun iki adamının cesetleri. Hengameli olaylardan sonra gelen emirle sessiz sedasız gömülmeleri emredilmişti. Beridçiler hariç diğerlerinin gömülmesinde hiçbir sorun çıkmamıştı. Üç beridçinin cesedi kimliği belirsiz kişilerce kaçırılmıştı. En azından Rum Selçuklu makamlarının söylediği şey buydu. Cesetleri gasledecek (yıkayacak) olan ihtiyar imamın söylemesine göre hortlayıp gitmişlerdi. Yarı şaman ahalinin uydurması diyerek pek kurcalamamışlardı. Uzun Muhiddin’in kafasında ise bambaşka bir ihtimal vardı. Cesetleri ve alet edevatlarını beridçiler kaçırmış olayı herkesten gizlemişlerdi. Şeflerinin intikamını sürdüren bir kısım sai ve berid olabilirdi. Gerçi CelaleddinZahid gibi zebani kılıklı birini sevecek birini tasavvur edemiyordu ama açıklaması bu olmalıydı. Birkaç hafta önce cesaretini toplayarak Beridhane amirlerine bir emir göndermiş, üstü kapalı şekilde cesetlerin akibeti hakkında bildikleri şeyleri söylemelerini istemişti. İstihbarat namına tek sayfa bir betig gelmişti. Güya kendi kayıtlarına göre tüm bildiklerini yazmışlardı.
“CelaleddinZahid: Orta boylu, esmer, yeşil gözlü, sivri suratlı, örgülü siyah saçlı. Sağ gözünün üstünde balta yarası var, ince bıyıklı, sakallı. Diyar-ı Uç Türkmenlerinden. Devlete asi Karakuş oymağındandır. Fi tarihinde bir kat-ı tarik (yol kesme) vakası üzerine Dar us-sagr(uc, hudud şehri. Sadık (Denizli) şehrinin belgelerdeki ismi)subaşısı oymağa baskın vermiş,Sultan’ın ordusuna esir düşerek gulam olmak üzere devşirilmiştir. Konya Sarayı’nın hassa gulamlığında yetişmiştir. Habercilik ve beridlik işinde kendini kanıtlayarak en üst mertebelere ulaşması nedeniyle kısa sürede devlet nezdinde itibarı artmıştır. Susığırlık köyü yakınlarındaki demir arabadan naaşı çıkarılan ihtilalin ortaklarından ve gizli din taşıyan iddiaları bulunan sabık (eski) Konya subaşısıMalikAba’yla aynı dönemde yetişmiştir. Kısa sürede bağlantıları ve kabiliyeti, onu devletin en derinindeki şahıs yapmış, beylerin saraylarından sipahi kışlalarına, dağ konaklarından limanlara her yere eli kolu uzanır hale getirmiştir. Özellikle Sultan Gıyaseddin’in, eski vezir Saadettin Köpek’in Sivas Subaşısı Hüsamettin Karaca eliyle tasfiye edilmesi harekatında başrol oynamıştır. Bu olaydan sonra “Sahib-i berid” rütbesiyle teşkilatımızın başına geçmiştir. Harekat-ı Eskalibor isimli bir hükümet ihtilaline karıştığı idda edilmiş, teşkilatımızın zimmetindeki çelik aksamlı bir arabanın içerisinde iki adamıyla Susığırlık yakınlarında ölü bulunmuştur.”
“Behram Büzürg: İnce yapılı, kuru yüzlü, tilki suretli, saçları sarıya yatkın, siyah gözlü. Saçları katip gibi traşlı. İnce bıyıklı. İsfahan Acemlerinden. Dedesi Maişah, babası Ferdnur gibi beridçidir. Dedeleri de beridçidir. İran saraylarına aşinadır. Dedeleri Samanoğullarına, babaları Devlet-i Selçukiyan’a, kendisi Rum Selçuklularına hizmet etmiştir. CelaleddinZahid’in emrinde ona bağlı beridleri ve muhbirleri yönetmişti. Sabık (eski) sahib-i sai’dir. Hırsızdan hırsız, casusdan casustur ki mesleğinin piri derecesinde isim yapmıştı. Giremeyeceği kılık, sızamayacağı yer yoktu. Bürokrasiden yetiştiğinden Arapça, Farsça, Türkçe, İbranca, Frenkçe, Rumca, Tatarca, Uygurca, Gürcüce, Ermenice, Kürtçe bilir, her yörenin şivesine kabile diline kadar bilir, iyi belge taklit eder bir sanat sahibidir. Büzürg lakabının verilmesi ulema ve ümera çevresindendir. Kadim alimlerden Farabi’ye göre on iki ayrı müzik makamının insanlara verdiği duygular, hissettirdiği şeyler farklıydı. Büzürg makamı büyüklük, korku ve geceyi çağrıştırırdığından bu lakap verilmiştir. Saklanmada, sızmada, zehir hazırlama ve zehirlemede, bıçak kullanma ve suikast sanatında üstüne yoktur. Susığırlık yakınlarındaki mezkur arabada ölüsü bulunmuştur. Harekat-ı Eskalibor isimli ihtilal hareketine katıldığı düşünülmektedir.”
“DeylemliEhirmen Selman: İri yapılı, kara suratlı, korkunç duruşlu. Melez, esmer tenli. İri siyah gözlü, saçlarını tamamen kazıtmış, tepesinde bir tutam örük saç durur. Bıyığı sakalı yoktur. Deylem dağlarından gelme. Alamut kalesine bağlı Gazorkhan köyünden. Haşhaşi fedailerinin mesken tuttuğu Deylem dağlarında yetişti. Dedelerinden birisi, eski Alamut şeyhi Hasan Sabbah’aFatimi halifesinin hediye olarak gönderdiği on iki Sudan’lı zenciden oluşma, devlere benzeyen korumalarından birisidir. Bu şahsın oğullarından biri Merv’e yerleşmiş, onun oğullarından Selman’da o bölgeyi tanıdığı için Harezmşahların istihbarat teşkilatına dahil edilmiştir. Devlet adına Haşhaşi fedailerinin içine sızmış, onların yöntemlerine göre yetişmiş, her kalelerine girmişti. İri yapısı ve korkunç görünümü nedeniyle eski İranlıların kötülük mabudu Dev Ehirmen’e benzetilerek, Ehirmen lakabıyla anılırdı. Koca topuzları, baltaları ince kılıçmışçasına taşır ve maharetle kullanır, ucu topuzlu zincirler sallayanda düşmanı helak eder, attığı bıçakla yiğidi zayi eder, tuttuğunu tek eliyle yerlere savurur bir deli kişidir. Haşhaşiler arasında uzun süre kaldığından adam öldürmeye alışmış, cinayetten çekinmeyen, herkesi boğazlayabilecek bir gaddarlığa sahiptir. Tatar İstilası’na yakın bir cinayetten ötürü Diyar-ı Rum’a gelmiş, yeteneklerine göre CelaleddinZahid tarafından teşkilatımıza dahil edilmiştir.Celaleddin’in korumalığını ve cellatlığını yapardı. Susığırlık’ta cesedi bulunanlardandır. Mezkur ihtilale karışığı düşünülmektedir.”
Bu acayip betiğin gönderilmesinden itibaren kabus dolu günler başlamıştı Uzun Muhiddin için. Belgede geçen “ihtilale karıştığı düşünülmekte”, “iddia edilmekte” gibi ifadeler aklını kurcalıyordu. Bir hükümet ihtilali ortaya çıkartan kendisiydi. Sultan bu işe bizzat onay vermişti. Kendilerine dokunan olmamış, bir beridçinin bile burnu kanamamış, üç-beş emirin öldürülmesiyle olay kapatılmıştı. Neden beridçiler inanmıyordu ihtilale? Kendilerine yönelik bir iftiradan mı çekiniyorlardı yoksa kendilerini tepeleyecek dişli bir subaşı mı sanmışlardı Uzun Muhiddin’i? Uzun Muhiddin bu korkularından dolayı olayı fazla deşelememiş, beridçilerle tebelleş olmamak için binalarından bile uzak durmuştu. Tatar istilasından daha çok, bir gece yarısı gırtlağını kesebilecek sailerden korkar olmuştu. Haberleri sormak bir yana selam bile göndermemişti. En son sınırlardan gelen Tatar ordularının durulduğu haberleri artınca neler olup bittiğini anlamak adına meraktan çatlamış, dayanamayarak Beridhane’yekaç küsur yıllık sohbet yareni Musa Çavuş’u göndermişti.
Köşkün tahta merdivenleri gıcırdamaya başlayınca kapıya döndü. Kapıyı açan Musa Çavuş, dışarıyı kontrol ettikten sonra kapıyı örttü. Muhiddin’in sediri göstermesine rağmen oturmayarak:
“-Hiç oturmayalım zaten kalkacağız birazdan Uzun subaşı.”
“-Nereye kalkacağız şehre Tatar’ın çerisi mi geldi?”
“-Yok subaşım. Beridhane’den çağırdılar seni.”
“-Beridhane’de ne işim olur lan benim, subaşı olduğum halde ayak basmışlığım yok. Bir kere mektup istedim hayatı zindan ettiler zaten.”
“-Bence sen boşuna kuruntu yapıyorsun subaşım. Sana karşı bir kasıt bir düşmanlık beslemiyorlar. Sevdikleri de söylenemez gerçi. Aman düşmanın casusuyla katiliyle uğraşa uğraşa kafayı yemişler kimseyi sevmezler. Rahmetli Celaleddin’den de çekinirlerdi işkencecilik huyu yüzünden, bu harekat olayında bir zarar da görmediler niye hasım olsunlar size?”
“-Aman adını anma şunun. Ölüsü bile korkutmaya yetiyor. Kim çağırttı beni?”
“-Sultan yeni sahib-i berid’i seçecekmiş. Haber gitmiş. Aralarında kararlaştırıp birini bulmuşlar, onu seçeceklermiş sizin de gelmeniz istenmiş.”
“-Yahu koca berid teşkilatında adam mı kalmadı? Eskiden sultan seçerdi.”
“-Celaleddin sadece devlet içerisinde hasımlarını halletmedi ki! Kendine hasım, rakip, muhalif olabilecek kimi sivri isimler temizlenmiş. O yüzden şimdi seçimi teşkilata bırakmışlar.”
“-Celaleddin öldü diye rekabetin başlaması gerek sahib-i beridlik için neden adam bulamamışlar?”
“-Örtülü bir rekabet olmuş ama açıktan kimse yanaşmamış. Sizden çekiniyorlar. Harekat-ı Eskalibor denilen ihtilali ortaya çıkardınız. Tüm civar beyler kellemiz gitmesin diye sizi dinlerler. Şimdi berid başsız, en sağlam adamları ölü çıktı. Sizi tanımadıkları ve sizde pek onlara görünmediğiniz için açıktan bu işe baş koymadılar. Benim anladığım bu en azından. Mesele üstlerine kalır diye korktular. Bide malum savaş hali, işe yarar adam ara ki bulasın ya cephede ya ölü.
“-Benden ne çekinecekler? O teşkilatta Celaleddin’den daha deli bir sürü adam var. Sultan’la arasını iyi tuttu bir de berid işlerinden anlıyordu o yüzden yükseldi o kadar. Bunlar adamın donunu bile bilir. Benden ne çekinecekler? Hem kim çağırttı beni?”
“-Sahib-i katib-i beridiyan. Bu berid kayıtlarını tutan ve kurallarını kayda geçiren. Baykuş Hasan Çelebi, bizzat çağırdı.”
“-Aman o uğursuz suratlı herif mi? Birkaç kere gördüm. Tüm zamanını o beridhane kulesinde geçirir. Eskiden de bey konaklarının, medreselerin kütüphanelerinde gezerdi. Tüm gün okur, yazar. Teşkilatın aklı derler. Bir koca kişi. Sultan III. Kılıçarslandevrinde girmiş teşkilata. Baykuş, gibi akbaba gibi bir şey. Üstünde cadı bedduası vardır, kimin yanında yöresinde dolaşırsa ölümünü çağırır derler. Pek insan içine çıkmazmış. Gamlı gibi durur ama ne düşündüğünü belli etmez. Berid’in ikinci adamı, perde arkası derler. Bu adama dikkat et. Devletin tepesi ne karar alır ne verir bilmez. Ama o teşkilatın direği o adamdır.”
“-Gidecek misin subaşım?”
“-Mecbur gideceğiz. Sen haberleri öğrendin mi?”
“-Pek bir şey söylemedi. Haberler bu adamlarda. Beyler, sultan nerede ne oluyor hepsi bunlarda. Haberleşmeden gelen tüm bilgiler ellerinde. Ne biliyorlarsa onu dediler.”
“-Yolda anlatırsın.”
“-Devlet sırrı dediler ama?”
“-Haberi taşıyan sailer, beridler çoktan Silleli rum çengilerinin koynunda almışlardır soluğu. Avrat kısmının ağzında bakla ıslanmaz, bütün Konya’dan dinlersin. Kalkalım hadi.”
Uzun Muhiddin’in kalkmasıyla birlikte, beraberinde Musa Çavuş olduğu halde konaktan çıktılar. Yanında kimsenin gelmesini istemedi. Taş yolları adımlamaya başladılar.
Musa Çavuş sordu:
“-Adam alsaydık?”
“-Kılıç çaldığı vakit adam biçen Malik deyyusu bile çerisiz (askersiz) gezmezdi. Biz tek gezelim ki gözleri korksun dostun düşmanın. Hem bunlar beridçi. Dün Celaleddin, bugün Muhiddin istediklerini temizlerler. O Celaleddin meselesine hala aklım ermiyor. Bence tesadüfen ölmediler.”
“-Beridçiler de sende şüpheleniyorlar bence subaşım. Olay yerine ilk giden bizdik çünkü.”
“-Ulan ben de Celaleddin’le zebanilerini öldürtecek güç olsa Mısır’a sultan olurdum. Hoş şimdilerde Mısır’a sultan olmakta kolay. Mısır’daki haberleri duymuşsundur? Şehirler alınır verilir, ama tüccar kısmıyla sadece ticaret değil haberleşmesini de bileceksin. Bu Memlukleri aşırı şımartıyorlarmış. Saltanat bir zayıflasa bunların eline düşer.”
“-Köle kısmının sultan olduğu nerede görülmüş?”
“-Vallahi bana da pek mantıklı gelmiyor ama tüccarların demesiyle işte. Ama Memluk askeri cümle İslam askerinden sağlamdır. Tatar’ın gözünü belki korkuturlar. Onu bunu bırakta sen bizden haberleri ver. Ticaret durdu, göç var ama haber yok.”
“-Subaşım bana üç sağlam bilgi verdi Hasan Çelebi. Sonrada dedi ki: “Devlet henüz Allah’a emanet durumda değil, sahibi belli, dört koldan ayağa kalkacağız evelallah.” Dedi.”
“-Haberler neymiş?”
“-Vezir Mühezzibüddin Ali, yanında Amasya kadısı ile bir nice hediyeyle şehirden ayrılmış. Tatar tarafına gittiler deniyor. Maksatlarını kimse bilmiyormuş. Beridçilere göre Moğol ordusunda ikilik çıkarmak için teginlerden (prenslerden) birine gönderilen hediyeler. Sultan’ın yetki verip vermediğini de bilmiyorlar. Bu ilk haber.”
“-Allah Allah? İkinci haber?”
“-Şemseddin İsfahani, Halep’ten topladığı askerlerle apar topar memlekete dönmüş. Doğuda ne kadar bey, emir varsa hep yanında. Asker toplamak için verilen parayı da muhafaza etmiş. Sultan doğu vilayetlerinin başına bizim MübarizeddinÇavlı’yı göndermişti ya, İsfahani’deÇavlı’yla görüşmüş. Şemseddin bey Kösedağ’daki savaşa yetişemediğinden dolayı Sultan’dan çekinmiş. Malum şu bizim Harekat meselesi, iki üç tanesinin kellesi gidince kimin baş olduğunu hatırladılar, kelle derdine düştüler.”.
“-Niye ki,Selçuklu’da mülk mü kaldı, o kadar çekinen varsa gider Tatar’a sığınır, Tatar’ın beyi olur?”
“-Aman subaşım Tatar’ın beyinin komutanın köküne kıran mı girdide Selçuklunun emirlerine beylerine muhtaç kalalar?”
“-O da doğru ya. Neyse devam et sen?”
“-Çavlı akıllı adamdır bilirsin.”
“-Bilmem mi? Mübarez’dir, iyi kılıç tokuşturur ama siyasetten de anlar.”
“-Çavlı Sultan’aİsfahani için aracı olmuş. İşte arada mesafe vardı, kimsenin ne savaştan ne ülkeden haberi var. Şemseddin beyde döndü zaten asker ve parayla, affınıza sığınır. Affedin vezirlik menşuru verin demiş.”
“-Bir adam kendine değil başkasına vezirlik istiyorsa o adamdan korkacaksın Musa Çavuş! Şimdi anlaşıldı Şemseddin’in dönüşü. Kösedağ’da yenildik kelleyi kurtaralım diye asker alacağına parayla gelmiş. Asker kurma derdine kesin o parayı aralarında bölüşür bunlar, onun hesabı bu. Tabi varsayım.”
“-Dürüst adammış ama Şemseddin İsfahani subaşım. Kendisine de vezirlik menşuru veriliyormuş az kalsın. Ama İsfahani kabul etmemiş. “Asıl vezir Mühezzibüddin Ali, hayatını hiçe sayarak sulh bulmak niyetiyle Tatar’a gitmiş, devletin nizamı ve selameti için bizim vezarette gözümüz yoktur, kabul edemem” demiş. Şimdi bu para ve ordu ile Obruk’ta beklemekteymiş.”
“-Vay be yıkım bu kadar kesin ha? Vezirlik için birbirlerinin bunca yıl kuyusunu kazan adamlar otoriteden kaçar olmuşlar.”
“-Devlet çöküyor subaşım. Benzetmek gibi olmasın ama itin ölüsünü öldürene sürütürler derler. Kimin elinde kalacağını bilmiyorlar, iş üstümüze yıkılmasın diye uzak duruyorlar.”
“-Sulh ihtimali mi var? Tatar Konya halkını kılıçtan geçirmedikçe durulmaz bence.”
“-Mühezibüddin’de siyasetten anlar kişidir. Belki bir hesabı vardır. Tatar’a sığınırsa bile hiç şaşırmam gerçi subaşım.”
“-Ben çavuş sen askerdin, bu meseleleri çözemezdik. Ben subaşı oldum, sen çavuş hala anlayamadık. Bunların işine akıl sır ermez. Üçüncü haber ne?”
“-Sultan Ankara’ya geçmiş.”
“-Hayret! Ben Antalya’dan gemilerle Rodos’a veya Lüzinyanlara (Kıbrıs) kaçar diye bekledim ama.”
“-Aman subaşım gören duyan olur! Gerçi herkese ayandır Sultan’ın hali. Bizden başka bilen yok. Millet çoktan kaçtığına inanıyor. Zaten bana kalırsa Ankara’ya geçmesi de planlı. Kesin ya İznik’teki Rum kayserine sığınacak ya da İstanbul’daki Latin prensine.”
“-Sultan’da ferasetten, basiretten eser kalmamış. O korkuyla gider Roma’ya bile kaçar Allah esirgesin. Zaten Tatar yıkmasa Memluk yıkardı bizi. Benim subaşılığımda korku bokuna oldu zaten. Çıktım Sultan Gıyaseddin’inhuzuruna ne anlattıysam kabul etti, ben bile emin değildim ihtilalden bir şüphedir diye belirttim. Şüpheciyimdir biraz bilirsin. Sultan o korkuyla subaşı yaptı beni. Korkuyla yönetiliyor. Kim daha çok korkutursa ona meylediyor. Biz burada beyler toplanacak Tatar’ı yenecek diye bekliyoruz ama kim bilir belki de kıçı kırık bir Tatar çavuşuna tahtını tacını bırakacak. Beyler zaten dünden razı, kendi kıçlarını kurtarsınlar Tatar hanlığını da kendilerine benzetirler zaten.”
“-Haberler bu kadar subaşım dahasını söylemediler.”
“-Teşkilatın başına kimi düşündüklerini söylediler mi?”
“-Sağlam bir aday varmış. Onu seçeceklermiş.”
“-Tamam da adı ne, kimdir?”
“-MahmudVarengi dediler. Gulamlardan hatırlıyorum, sarı olan değil mi?”
“-Bizim devrede iki Saklab (Slav)vardı. Sarı olan Necmeddin’di. Genç yaşta göçtü gitti. Ermeni sınır kalelerinden birinin gözcüleriyle mi ne vuruşmuştu. Rahat on beş senesi var. Ötekisi Saklab denilirdi ama değildi. Vareng’ti. Eğer oysa Celaleddin’i mumla ararız.”
“-Subaşım sen beridin cümle adamını nasıl biliyorsun?”
“-Berid beni biliyorsa bizde onları sorguluyoruz herhalde. Tüccar kısmıyla ticaret yapar beyler, emirler. Ben bilgi alırım. Bilgi, haber hep tüccarlarda. On tüccardan dokuzu bir şey diyorsa o gerçektir.”
“-MahmudVarengi kimdir?”
“-Tanırsın aslında. Sonradan aldığı ismi bu teşkilata geçtikten sonra aldı yani. Kızıl Mesud derlerdi. Teberdar (balta taşıyan) gulamlardan.”
“-Bildim subaşım, bildim! Şu kızıl dev değil mi? Örgülü kızıl saçları, ince bıyıkları tam Vareng’tir. Deve cüssesiyle, zebellah endamıyla, berk-efşan (şimşek saçan)gök gözlü bir kanlı yiğit. Kendi boyu kadar baltayı bıçak gibi sallarda meydanda diri adem bırakmaz.”
“-Bunlar gulamhanede iken Celal ile yakınlardı. Malik’te bunların tayfadan. Malik taşraya subaşı çıkınca araları açıldı. Celal bir şekilde sahib-i berid oldu sonradan. Beridlikten gelme Ehirmen Selman ile Behram Büzürg’ü yanına aldı. Bir de Kızıl Mesud’u. Mesudberidhanenincellatı olmakla nam saldı, sonradan MahmudVarengi ismini seçti. Zaten geçse geçse teşkilata Celaleddin’in tayfa geçer kim geçecek? Gerçi hiç yanyana gezmezlerdi. Araları açık demişti birisi fi tarihinde.”
“-Sen niye Celaleddin’i mumla ararız dedin demin subaşım?”
“-Bu Vareng iblis oğlu iblistir. Adem canına değer vermez. Vurup kırıcı zalim kişidir. Rüşvet gibi entrika gibi pis huyları yoktur ama ziyadesiyle hun-efşan (kan dökücü), korkutucu biridir. Bir kere aslında var bozukluk. Bu Vareng dediklerinden. Ama aslı Rosi’dir. Kana ateşe boğa boğa şimaldeki buzlu denizlerden, nehirlerden geçip Kostantiniyye’ye dek varan vardığı yerde canlı koymayan adamlardır. Katıksız delidirler. Yamyam kere yamyamdırlar. İnsan hayatına serçe kadar değer vermezler. Bir kökleri de Saklab’tır. Hayvan postlarına bürünürler, bin senedir atalarının mezarlarının dibinde bataklıklarda ormanlarda yaşarlar. Şimalin kanlı putperestlerindendir. Vareng, Saklab bir olmuş olmuş sana Rosi. Zerre merhamet taşımazlar, var gerisini sen düşün. İşte bu adam, soyunun bu özelliğini taşır. Bugüne kadar beridhaneden boşuna korktuk. Başa bu adam geçerse kesillen kellenin hadi hesabı kalmaz.”
“-Beridhane’ye de yaklaştık subaşım.”
Karanlık siluetli yapı köşe başındaki yüksekçe tepeceğin başında yükselmekteydi. Eski bir haçlı kilisesinden bozma yapı, sahibinin ölmesine rağmen aynıydı. Kurukafa gözleri misali boş, karanlık pencereler, baykuşların öttüğü ve kargaların dolandığı bir çatı, ve Celaleddin’in icadı bağıran kule. Kulenin dışına eski duvarla bir buçuk metre aralık kalacak kadar bir kat daha duvar örülmüş, buralara sorgusu biten casuslar ve diğerleri sıkış tıkış atılarak çığlık ve inlemelerinin duyulmasını sağlamıştı. Sesler dayanılmaz olduğunda kulenin tepesindeki boşluklardan kızgın yağ dökülüyor, böylece sesleri kesiliyordu. Kulenin bu dış duvarından atılmak demek ölüm demekti, karanlıktı ve hiç çıkışı yoktu, buraya atılan kişi pürüzlü duvarların arasında sıkışır kalır, can çekişirken kızgın yağlardan gelen ölümü beklerdi. Kule her daim kan, irin ve yanık et kokardı. Kargalar ve bozkırda yolunu yitirmiş akbabalar bağıran kuleden eksik olmazdı. Aynı eskisi gibiydi. Eskiden olduğu gibikapının iki yanında, adeta korkunç masal devlerine benzeyen iki siyahi savaşçı beklemekteydi. Koca vücutlu, koca uzuvlu kölelerin ellerinde neredeyse bir insan boyuna yakın büyüklükte topuzlar duruyordu. Korku ve dehşet saçan gözleriyle, nursuz suratlarıyla cehennem zebanilerini andırıyorlardı. Akşam karanlığında korkunç masal gulyabanileri gibi dimdik duruyorlardı.
Subaşının gelmesiyle birlikte siyah abanozdan, demir çivili kapıları yumrukladılar. Kapı bir süre sonra rahatsız edici bir gıcırtıyla açıldı. İçeri geçtikten sonra arkalarından lahit kapağı gibi kapandı. Eli meşaleli bir sainin ardında düşerek beridhanenin zindan odalarına doğru inmeye başladılar. Bazen yerdeki kanlarda ayakları kayıyor, tökezleniyorlardı.Derinlerde, siyah boyalı, paslı demirden bir kapının önüne geldiler. Sai kapıyı açtıktan sonra geri çekilerek subaşı ile çavuşa yol verdi. İkili dar bir koridordan geçerek ardından ışığın sızdığı yarı açık bir başka demir kapının önüne geldiler. Demir kapıyı açarak bir odaya girdiler. Tabandan tavana büyük ahşap rafların duvarları boydan boya kat ettiği, türlü çeşitli evrakın ve belgenin küf kokusu yayarak beklediği, bazı duvar köşelerinde deriye çizili çeşitli haritaların bulunduğu bir yerdi. Odanın merkezinde,yerde duran üstü boş yuvarlak bir sininin (tepsi) başında Berid teşkilatının baş katibi ve teşkilatın ikinci adamı Baykuş Hasan Çelebi oturmaktaydı. Ayağa kalkıp subaşının elini sıktıktan sonra tekrar yerine çöktü. Subaşı ile çavuş oturduktan sonra çavuş fısıldayarak subaşıya sordu:
“-Boş sinin başında niye böyle oturur yemek mi yiyeceğiz?”
Baykuş Hasan Çelebi:
“-Yemek için değildir çavuş. Berid töresidir. Divan misali boş sini etrafına oturur, konuşuruz. Sofranın kırıntısı gibi ne varsa siniye silkeleriz, gizlimiz saklımız kalmaz manasında. MahmudVarengi’debirazdan gelecek.”
Uzun Muhiddin ile Musa hiçbir şey söylemeden sus pus kaldılar. Bir müddet sonra paslı demir kapının gıcırtısını ve ayak seslerini işittiler. MahmudVarengi, odanın kapısını açarak içeriye girdi. Uzun yıllardır yüzünü görmedikleri ve sadece gulamhaneden hatırladıkları kızıl deve bakakaldılar. Eskisi gibi deve cüsseli, örük kızıl saçlıydı. Gulamlık töresine uymaz diye sakal bırakmamış, ama Tatar çerileri gibi ince bıyık bırakmıştı. Paslanmış gibi kan lekeleri sıçramış, metal plakalarla kaplı deri zırhının üzerindeki çelik kemerinde çeşitli bıçaklar asılıydı. Sırtına uzun saplı, çift ağızlı koca bir balta asmıştı. Başına sarıklı bir Vareng miğferi geçirmişti. Uzun yıllar zindanlarda güneş görmediğinden yaşadığından, kuzeyden devşirildiği yıllardaki gibi, kemik soluğu teniyle korkunç gök gözleri bir tezat oluşturuyor gibiydi. İçeriye girer girmez kimseye bakmadan kapıyı örterek sininin kenarına çöktü. Baykuş Hasan Çelebi:
“-Toplanmamızın nedeni malum. Yeni sahib-i berid’i belirlemek. Subaşımızı da çağırtmamın nedeni bir önceki olaylar hakkında malumatı ve en az bizim kadar istihbarat sanatına malik olmasıdır.”
Uzun Muhiddin:
“-Bürokratik uygulamalardan pek anlamam, teşkilatınızı da o kadar tanımam. Siz aranızda birini belirlemişseniz zaten onu seçersiniz, benim makamımın teşkilat üzerinde bir etkinliği yoktur.”
“-Söylemde ve kağıt üstünde yok. Ama yine de yeni sahib-i berid’i seçmeden önce bazı şeyleri açıklığa kavuşturmamız lazım. Daha önce söylemedik size, ama hala şüphelerimiz mevcut. Eski sahib-i berid’in ölümüyle ilgili. Yahut öldürülmesi.”
“-Bak katip efendi ben haber toplarım, işin öte yanıyla hiç ilgilenmem. Sizin adamlarınız tepeden arabayla düşmüş, kalpten gitmişler yüksek ihtimalle. Cesetleri ortadan yok oldu zaten.”
“-Bizde onu diyoruz. Biz almaya gelmeden yok olmaları garip geldi. Çavuşluktan bir anda subaşılığa çıktınız. İster istemez teşkilatta size karşı bir şüphe var.”
“-Cesetlerle bir alakam yok. Subaşının peşine düştük Konya yakınlarından Tatar gözcüsü görüldü diye. Biz onların öldüğü gece şehirde Malik subaşının ardında geziyorduk. Bizi merkezde bıraktı kendi gitti Geyik dağlarına. Kılıç mı ne arıyorlarmış bende bilmiyorum. Sabaha ölülerini bulduk. Sultan’a anlattım, bir şüphemi dile getirdim sultan gerçek zannedip beni taltif ettirdi. Sultan korkularıyla hareket ediyor. Bunu sizde biliyorsunuz.”
MahmudVarengi:
“-Şimdi ben başa geçsem, yarın gidip sultana bunlar gizli ihtilal peşinde demeyeceksiniz?”
“-Yok yahu ben ne anlarım ayak oyunundan, beridçilikten. Sahte fermanla en çok haşir neşir olan rahmetli Celaleddin’di. Ben karışık işlerin adamı değilimdir.”
“-Cesetleri niye yok ettiniz?”
“-Sen subaşıyı sorgulayamazsın, henüz amir değilsin. Amir olduktan sonra bir şerbetimizi içmeye gelirsin malumatı alırsın. O da belli. Bizde bilmiyoruz. İmamı sorguya bizzat çektim. Sizinkilerde sorguladı. Adam ısrarla uyanıp yürüdüler diyordu. Sizinkilerin cesedi yürütüp benim üzerime iş yıkmak istemediği ne malum?”
“-Mezar hırsızı mı belledin bizi? Sana ne kastımız var?”
“-Bende onu diyorum işte size ne kastım olacak?”
Tartışmanın en hararetli anında derinden gelen kapı gıcırtıları herkesi susturdu. Yukarılardan ana kapının açılmasının gıcırtıları geliyordu. Baykuş Hasan oturduğu yerden doğrularak kulak kabarttı:
“-Beridhane’nin kapılarını açtılar, kapıya vuran olmadı bu ne iştir?”
Varengi:
“-Kapıyı çalmadan açtırdığına göre Sultan Gıyaseddin Ankara’dan kalkıp gelmiştir…”
“-Sultan değil bu. Eski töredir. Bozgun hali bile olsa sultan payitahta geldiğinde nevbet (eski mehter) vurulur. Böyle avrat koynuna giren zempare gibi sessiz sakin gelmez. Kapıyı çalmadan açtırabilecek tek adam vardı o da aylar önce öldü.”
Aklına kötü şeylerin gelmesinden korkan Uzun Muhiddin korktuğunu belli etmemeye çalışarak sordu:
“-Kim vezir mi?”
“-Ne veziri, sabık sahib-i berid. CelaleddinZahid.”
“-İmam hortladı mortladı dedi ama esastan hortlayıp gelmiş olmasın?”
Gelen ayak seslerine göre beridhanede hararetli bir koşturma başlamıştı. Bazı yerlerden tekbirler, dua sesleri, çığlık sesleri yükseliyordu. Bulundukları odanın kapısına doğru gelen ayak sesleri vardı. Biri hafiften bir türkü mırıldanıyordu: “Ben attımı nallatırım, okkada nal ilen abaruh!” diyerekten. Ses odadakilere korkutucu derecede tanıdık gelmekteydi. Uzun Muhiddin birden ayağa fırladı:
“-Allah belamı versin bu o! Sesinden tanıdım! Hortlayıp geldi! Neşeli neşeli türkü söylüyor bir de!”
Kimseden çıt çıkmıyordu. Demir kapılar tuhaf gıcırtılarla birbiri ardına açılıyordu. En son odanın kapısı açılıp içeriye meşhur Üç Zebani girdiğinde içerdekiler korkudan soğuk terler dökmekteydi. Irkına has soğukkanlılığıyla tanınan MahmudVarengi bile karşısında gördüğü siluetlere dehşetle bakmaktaydı. Aylar önce demir arabadan cesetleri çıkarılan CelaleddinZahid, BehramBüzürg ve Ehirmen Selman sapasağlam karşılarındaydı. Kapıyı örttükten sonra diğerlerinin şaşkın bakışları altında Celaleddin sininin bir ucuna çökerek diğerlerine bakındıktan sonra:
“-Hayırdır? Hortlak görmüş gibisiniz? Korkmayın korkmayınhortlaklık durum yok. Ama siz yine de dışarıdakilere söylemeyin, hortlamış bellesinler daha da korkup çekinirler, bizim işler korkuyla gider malum.”
Celaleddin koynundan bir bitig çıkarıp siniye koyduktan sonra adamları sağına ve soluna çöktüler. Baykuş Hasan Celaleddin’e bakarak sordu:
“-Elinde fermanla gelmişsin? Ölümden nasıl döndün?”
“-Bizim canımız teneşirde çıkar o da imamın zoruyla çelebi. Size anlatayım ama aklınızda kalmasın. Biz mağaradaydık. Eskalibor’u bulduk o gece. Malik pezevengi kılıcı eline aldı ben sultan olacağım dedi. Tam o sırada oyun oynamamız gerekti, elinde tılsımlı kılıç olan adamın elinden nasıl çalacaksın? Zaten bizim klasik taktiklerden, ihanet oyununu oynayıverdik tam o sırada Tatarlar çıkageldi. Kılıcın peşinde bunlarda var…”
Uzun Muhiddin:
“-O kılıç gerçek miydi? Gerçekten peşine düştünüz mü?”
Baykuş Hasan Çelebi:
“-Ben çok bilmem ama bazen teşkilatımız, olağanüstü, sihirli, tılsımlı olaylarla da uğraşmak durumunda kalmıştır. Bu da onlardan birisi işte.”
Celaleddin:
“-Kısa keselim Tatar kılıcı alıp kaçtı, o sırada hortlaklar saldırdı bize. Biz kılıcın peşinden mağarayı terk ettik. Sakarlık işte arabaya doğru koşunca Tatar’ın komutanı bizde kılıçla birlikte aşağıya. Normalde ölmemiz gerekiyordu. Kılıç tılsımlıymış hakikaten. Bizim elimizde olduğundan biz diğerleri gibi düşüşten etkilenmedik. Malik, bezirgan ve Tatar öldüler ama. Yere düşünce sarsıntıdan kılıç elimizden uçtu, bizde tılsım gidince bayılmışız herhalde.”
Uzun Muhiddin:
“-Biz oraya geldiğimizde kılıç felan yoktu. Kılıç gören de yoktu işin garibi?”
“-Ya kırklara karıştı, ya da birileri aldı. Biz akşama doğru uyanıp firar ettik.Gasilhanedeki imam biraz korktu tabi. Mağaraya geri girdik, bu kez gündüz vakti. Kılıç yoktu. Bizimkiler ve Tatar askerlerinin alayı hortlaklara yem olmuş, tavandan sarkıyordu bazısı yarasa gibi. Sonra Muhiddin çelebinin şu ihtilal tasarıları, öldürülen beyler meselesini duyunca ortaya çıkıp Sultan’a göründük. Durumu anlattık. O da ilk başta korktu tabi ama ölmediğimize kanaat getirince olayları ağzımızdan dinledi. Ortalık sakinleşene kadar gizlenmeyi uygun buldum. Malum bir Harekat-ı Eskalibor dalgası vardı. Gizliden rol aldık biraz.”
Uzun Muhiddin:
“-Ya şimdi size ihtilalci felan dedim ama… Aslında Sultan’a bir şüphemden bahsetmiştim. Bir ihtimalden ki sizi arabada görünce ihtilal komitesi sandım. Sonra sultan gerçek zannetti. Yoksa size bir kastım olduğundan değil…”
Celaleddin sanki bir subaşı değilde emrindeki bir askermişçesine Muhiddin’in sırtını sıvazlayarak:
“-Biz seni biliyoruz kardeş. Sicilin temizdir. Zaten senin subaşılığını da tasdikledik. Senin gibi dürüst adamlar oldukça bu devlet ilelebet payidar kalacaktır! Hainlik ve fitnenin kökü kurumadığından, bizim yanımızda bu tip adamlara hep ihtiyaç vardır. Üstelik istihbarat hakkında da bir hayli kabiliyetin ve bilgin vardır. Biz uzaktan seni takdir ederiz, böyle uyanık bir idarecinin olması teşkilatımız için oldukça önemlidir. Arada sırada bilgilerinizi paylaşmak için teşkilata gelebilirsiniz, kapıdakileri tembihledim. Gayrı resmi olarak teşkilatımızın bir mensubu sayılırsınız.”
“-Bu ne devlettir, ne şereftir Celaleddin Bey! Biz kim beridlik kim?”
“-Tüccar kısmından para dışında şeylerde tasarruf edebilen bir zeka, bizim yanımızda daha iyi işler subaşım.Biz hacıdan hocadan, tüccardan, bezirgandan, talebeden müderristen, beyden haber toplarız. Bizim asıl silahımız bilgidir. Korku ikinci silahımızdır. Bundan kelli senin de yerin sağlamdır subaşım. Merkezden iki fermanla geldim. İlki malumunuzdur, sahib-i berid seçimi.”
MahmudVarengi:
“-Sahib-i berid kim şimdi?”
“-Sultan’ın fermanı açık. Aha önünüze bıraktım. Bundan sonra teşkilatı iki kişi yönetecekmiş, tehlikeli dönemler olduğu için iki ayrı bölge şeklinde örgütlenecekmiş. Biri zaten benim. Diğeri de sensin.”
Baykuş Hasan Çelebi, sininin ortasında duran fermanı alıp inceledikten sonra Celaleddin’e bakarak:
“-Bir makamın başında iki baş nasıl olur yahu? Vezir bir tane, Sultan bir tane, hatta beylerbeyi bile bir tane, iki tane sahib-i berid nasıl olacak?”
“-Çelebi senin dediklerin divan-ı saltanat azasıdır, biz divan değiliz, divan seviyesinde görev yapmıyoruz. Bizim sorumlu olduğumuz isim doğrudan sultan ama beylerbeyi ile subaşı arasında bir vazife işte. Akşam akşam teşkilatın işleyişini tekrarlattırma şimdi, ferman da ne yazıyorsa o.”
“-Subaşıyı teşkilata dahil edeceğini söyledin bir de?”
“-Haber toplar, muhbir diye kaydedersin. Subaşıda üç-dört günde bir bildiklerini duyduklarını yazar gönderir. Gizli harekat izni de ver, bizimle harekatlara katılırsa sorun çıkmasın. Yanındaki çavuşu da münşi diye kaydettir, haberleri gidip götürür ona da gizli harekat izni ver. Mahmud’u da diğer sahib-i berid olarak kaydettin mi tamamdır?”
“-Celaleddin sen böyle teşkilat içerisindeki kadronu pek kalabalık tutmazdın ne oldu?”
“-Hassas dönemler çelebi, hassas dönemler.”
“-Üçüncü Kılıçarslan devrinden beri teşkilattayım, hassas dönem olmayan bir dönem görmedim.”
“-Sultan GıyaseddinKeyhüsrev yine acayip bir göreve yolladığı için bu sefer işi tehlikeye atmamak lazım. Bana imanlı, sağlam adamlar gerek. Varengi merkezde kalacak, haberlerin toplanması ve münşilerin idaresi ondadır. Bizde harekat için gerekenleri yapacağız.”
“-Tamam o zaman mezkur toplantı bitmiştir. Görev için Mahmud ile kalalım mı yoksa çıkalım mı?”
“-Sultan bir beni mesul tuttu. Siz haberciler ve merkezin idaresi için işleri halleddin. Çıkabilirsiniz.”
Baykuş Hasan Çelebi ile MahmudVarengî uğursuz sıfatlarında tek bir im, işaret okunmaksızın sessizce sinin başından kalkarak istihbarat odasını terk ettiler. Celaleddin sini de kapalı kalan öteki fermanı Muhiddin’e uzattı. Uzun Muhiddin fermanı elleri titreyerek açtı. Ferman uzun girizgah kısmından sonra her ne surette olursa olsun “Garaib-ül Semâ” denen şeyin bulunmasını ve Konya sarayına getirilmesini emrediyor, harekat için üç gün içerisinde muvaffakiyet beklenildiği yazıyordu. Uzun Muhiddin fermanı katlayıp sininin üzerine koyduktan sonra Celaleddin fermanları alarak pelerinin altında, beline asılı deriden çantasının içine koydu. Uzun Muhiddin sordu:
“-Celaleddin bey, bu “Garaib-ül Semâ” nedir?”
“-Bizim teşkilat daha doğrusu her teşkilat bazen arada sırada böyle tabiat üstü, imkansız, cinli perili olaylarla yada tılsımları araştırmakla görevlendirilebilir. Alış buna. Kılıç kayıplara karıştı, Tatarın istihbaratı bile bulamamış. Bu ise Sultanımızın öğrendiği bir başka tılsımlı şey. Ne işe yaradığını bende bilmiyorum, bilen tek kişiyi yakalatmış sorgulayalım diye bize verdi. Bizde Ankara’dan buraya kadar “Kabir Azabı” kutusuna koyup getirdik. Ağlamalarına sızlamalarına bakmadık hiç. Sorgudan sonra öğreneceğiz. Şimdi sende ilk sorguna katılacaksın, bazı şeyleri bilmen gerek. İstihbaratçı gücünü bilgiden alır ama asıl silahı korkudur. Ne kadar bulanık ve korkutucu görünürsen seni derin ve tehlikeli, korkutucu addederler. Gerek düşmanların gerek emrindekilerin senden çekinmeli ki her şeyi kontrol altında tutabilesin. Koca hanları emirleri sultanları yöneten yegane şey korkudur, duvarda ördürür askerde toplatır, sekseninden sonra adama pehlivan gibi zırhta kuşatır. Karşındakilere karşı “Bu adam derindir, korkutucudur” dedirteceksin her zaman! Teşkilatın gücünü her zaman hissettireceksin ki devlet ayakta kalsın. Bilmen gereken yegane şey budur. Aklından hiçbir zaman çıkarma! Birde devletin temeli olduğumuz için hiçbir zaman ihaneti affetmeyeceğimizi aklından çıkarma. Korkuyu silah bil, bilgiyi elinde tut ve devletin çıkarlarından başka bir amaç gütme. Kadın, akçe gibi zaafların senin sonun olacaktır, ilk hissedilen zayıflıkta ne düşmanların ne amirlerin senin kellenin selametini düşünmezler. Evlenmen serbesttir ama teşkilatın selameti açısından çok laf taşıdıklarından biz tercih etmeyiz. Yine de kimseye yasak değildir. Gulamlıktan çıktıktan sonra evlenmenize müsaade edilmiştir zaten. Bir de duruşun ve konuşman önemli. Belalı köy eşkıyaları gibi değil ama sarayın en tepesiymiş en kelle alan adamıymış gibi dolaş, bakışlarında ve sesindeki tehdidi sezinlesinler. Çok çıkıntı çıkaran olursa bizimkilerden biri temizler zaten maksat teşkilata zarar gelmesin. Teşkilatımıza hoş geldiniz subaşı ve çavuş. Allah vazifelerinizi şimdiden muvaffak edecek yardımı sizlerden esirgemesin.”
CelaleddinZahid siniden kalkar kalkmaz ardında Subaşı Uzun Muhiddin, Musa Çavuş, Behram Büzürg, Ehirmen Selman oldukları halde istihbarat odasından çıkarak Beridhane’nin karanlık dehlizlerinde yürümeye başladılar. Yürürlerken Celaleddin:
“-Sorguda diğerleriniz karanlığın altında beklesin. Celaleddin hariç, o adamı kabir azabından çıkarıp o tepesinde mumlar yanan metal kaplamalı ışıklı mekanizmanın altındaki sandalyeye oturtacak. Olabildikçe sert görünmelisin subaşı. Adamı tepelemekten çekinme. Öldürmek hariç tabi. Gavurunteyatrozenaatçıları, bizimkilerin meddahları gibi oyna, taklit et.”
“-Kabir azabı nedir bey?”
“-Kabir azabı bir işkence aletidir. Daracık bir sandıktır demirden yapılır. Adamı ellerinden ayaklarından bağlarız ve bu kutunun içine çömeltir ağzını kapatırız. Adam daracık yerde uzun süre durmaktan kolları ve ayakları uyuşur, ağrır karıncalanır. Sıkışıp kaldığından harekette edemez, delikler haricinde hava alacak yerde yoktur. Konuşmayanı, zorluk çıkaranı ona kapatırız. Birde “deli düğümü” var, bazen onu uygularız adam hareket eder etmez boynundaki ipi hareket ettirir kendi kendini boğar.”
Celaleddin’in ardından herhangi bir sorgu odasından içeri girdiler. Küflü duvarlar ve sarkan soğuk zincirlerden kendilerine bulabildikleri yerlerde odanın gölgelerinde dikildiler. Tek ışık kaynağı tepeden sarkan ve metalden geniş ağızlı derin bir plakanın içerisinde yanan birkaç mumdu. Mumların ışığı bu metallerden yansıyarak bir tek sandalyeyi kuvvetli bir ışıkla aydınlatıyordu. Sorgulanan kişinin uzun süre karanlıkta tutulduktan sonra gözlerini rahatsız etmesi için Celaleddin tarafından tasarlanmıştı. Celaleddin kapıyı kapattıktan sonra Muhiddin kabir azabının yanına giderek kutunun kapağındaki ipleri çözüp açtı. İçinde gariban giysili, saçı sakalına karışmış, yaralı bereli çökmüş bir adam iki büklüm zoru zoruna nefes almaktaydı. Teşkilatın gücünü sırtında hisseden Muhiddin adamı sürükleyerek kutudan çıkardıktan sonra uyuşan uzuvlarına aldırmadan sandalyeye doğru sürükledi. Hareket etmede direnince adamın karnına sert bir tekme vurduktan sonra zorla kaldırıp “Koca emirlerin beylerin kellesini almaktan çekinmedim, kafanı kesmekte zerre acımam!” diye kendisine de tuhaf gelen bir tıslamayla sandalyeye oturttu. Işıktan gözleri kamaşan adamın ışığa gözleri hafif alıştıktan sonra kendisine bakışını gördü. Adamın gözlerindeki katıksız korkuyu görür görmez tüyleri diken diken oldu. Sanki içine büyük bir böbürlenme ve haşmet duygusu gelmişti. O an anlamıştı neden Beridhane’nin üyelerinin neden bu kadar korku saçtığını ve bu korkuyu nasıl yaydıklarını. Arkalarında muazzam bir güç vardı, korkunun gücüydü. Karşılarındaki adam korkunun gücünü gördüğüiçin bu denli korkuyordu ve içlerine doğan kendine güvenle herkese karşı acımasız ve korku dolu oluyorlardı. O anda Celaleddin’in nazarında sınavı geçtiğini idrak etti ve bir daha Muhiddin’in sarsaklık veya korkaklık emaresi gösterdiğini gören olmadı. Selman kadar zalim olduğu ve birkaç emirin ölümüne neden olduğu için Beridhane içerisinde bu sorgudan ve söylediklerinden sonra yeni bir lakap edinmekte gecikmedi. Ona “Kelleci Muhiddin” diyorlardı artık. O sırada doğaçlama bir şekilde Musa çavuşta duvarlarda asılı duran paslı zincirlerden birini çıkardığı korkunç gıcırtıyı arttırarak diğer eline vurmaya başlamıştı. Adam ona döndüğünde yarı karanlık ışık altında uğursuz suratlı beridçilerle birlikte Musa’nın tekinsiz sırıtmasını ve ellinde salladığı zincirin çıkardığı gıcırtıyı hayal meyal anlayabildi. Korkuyla hemen önüne döndü. O andan itibaren Musa’nın bu numarası nedeniyle onun da adı “Zincir Musa”ya çıkacaktı.
Celaleddin tekinsiz gözlerini adamın suratına dikerek:
“-Sorularımı tek tek soracağım. İkinci kez tekrarlatırsan her tekrar da vücudunun bir uzvunu keseceğim. Bize bildiklerini söyle buradan serbest kal!”
“-Yeminliyim diyorum beyzadelerim emirlerim, lanet olsun sultana o uğursuz hikayeyi anlatma gafletinde bulunduğum geceye.”
“-Meddah diyorlar sana ama fazlası var bence.”
“-Yahu ben bir hikaye anlatmam ki sürüyle hikaye anlatırım. Bu da onlardan biriydi. Babam aramış zamanında ondan sonra mesleğe tövbe ettik türlü çeşit işlere girdik. Hakikaten soyda büyücülük var ama ben ömrü hayatımda uğraşmadım.”
“-Yalan konuşma lan! Sultanın içki meclisinde çenen çözülmüş bülbül gibi ötmüşsün, Sultan Allahtan anlamış meseleyi de önlemini almış.”
“-Zaten buradan sağ çıkamayacağım ne gelirse ağzıma söylerim anasını satıyım. Anam derdi hep bey kısmı sofraya buyur etti mi otur yatıya kal derse düşün diye. Ulan sultan bir kıçı kırık meddahı yüz bin kere anlattığı hikayeyi dinlediği adamı niye yatıya davet etsin salak kafam! Anlayamadım ki zaten sarhoştum yatıya kal dediler sonra sizin elinize düştüm!”
“-Sultan’a anlattığın bir hikayede geçen bir şeyin gerçek olduğunu ağzından kaçırmışsın.”
“-O aradığınız şeyi istiyorsunuz da beyim belalı uğursuz bir tılsımdır. Bugüne değin ondan fayda umup kullanabilen olmamıştır.”
“-Ben çok hikaye duydum da garaib-ülsema’yı duymadım. Senden duydum ilk kez.”
“-Babamdan başka ve onun mesleğiyle uğraşanlardan başka kimse bilmez, farklı hikaye olsun namım yürüsün diye bunu hikayeye çevirip sağda solda anlatan benden başka salak bulamazsınız zaten.”
“-Sen bize anlat nedir bu Garaib-ül Sema. Tılsımı nedir?”
“-Yahu ben anlamıyorum devlet yıkılacak Tatar kapıda siz hala abuk subuk işler peşindesiniz. Tılsımla mılsımla ne işiniz olur Tatar hanının erkekliğini mi bağlayacaksınız kısmetini mi kapayacaksınız?”
Emir almadığı halde içgüdüsel olarak Muhiddin adamın parmaklarından birini yakalayarak hançerini çekti. Adamın yalvarmalarına yakarmalarına aldırmadan bir tanesini neredeyse kesecekti. Celaleddin:
“-Dur hele Kelleci dur. Devleti eleştirmek sana mı kaldı lan it? Bozguncu musun Babai misin sen nesin lan? Düzeni mi değiştireceksin sen? Anlat çabuk şu tılsımı.”
“-Doğru, doğru eşeklik bende ne bok yemeye meddah oluyorsun. Git manav ol, kasap ol, hatta medreseye gir! Bu millet delirmiş zaten. Bargahta divanda aşk hikayesi anlatıyorum, akılda kalıcı olsun diye aşıkları kavuşturmuyorum adamlar silah zoruyla hikayeyi yeniden anlattırıyorlar. Kahramanlık hikayesi anlatıyorum adam yiğide kahramana çok acı çektirdin zalim diye üstüme yürüyor. Bunlar gene ne ki? Bir gün Kaf dağının ardındaki peri kızlarını anlattım, bir tanesiyle evlenmek isteyen bir köy sipahisi beni dağa kaldırdı peri kızları nerede saklanıyor diye.”
“-Tılsımı anlat lan sen bana ne hayat hikayenden?”
“-Garaib-ül sema aslında tam bir tılsım değil. Anahtardır o. Türlü çeşit kapılar açabilir. İsminin kökeni bilinmez. “Göğün gariplikleri” demeleri eskilerin isim takmasıdır. Nasıl çalıştığına akıl sır erdirilememiş cihazlardan biridir. Çok, çok eski zamanlarda hortlakçıların ve cadıcıların babası, onların ocaklarının ilk elvereni olan Büyücü Marudon Baba tarafından yapılmıştır. Rivayet ederler ki, Marudon Baba kadim Sameryalılar döneminde yaşamış. Bu koca uygarlığı yıkıp yok eden muazzam bir savaş patlak vermiş. Büyü Savaşları der eskiler. Gök yüzünü kara bulutlarla kaplayan cadı ırkı, yıldırımlar ve ateşlerle insanlara ve insan elinden çıkan her şeye ölüm saçmış. Marudon Baba cadı ırkını alt edebilmek için Kara Alem’in diğer iblisleriyle irtibat kurabilecek, onların alemine bir delik açabilecek hatta bir iblisi bizim alemimize çekebilecek bir alet hazırlamış. Bu alet sayesinde irtibat kurduğu Kara Alem iblislerinden cadıları kovma yollarını öğrendikten sonra kendisi gibi cadılarla mücadele eden büyücüleri ve cengaverleri emri altına alarak sancağı altında toplamış. İlk kurulan hortlakçı ve cadıcı taifesi buymuş. Cadılarla mücadele edip onları altetmişler ve insanoğlunu kurtarmışlar. Marudon Baba’nın ustalığının en üst seviyesi bu tılsım olmuş. “Garaib-ül Sema” göğün ve karanlık alemlerin sırlarını aydınlatan ışık olmuş. Marudon Baba öleceğine yakın kendi icadı tılsımları ya saklamış ya da çeşitli ocaklara emanet etmiş. Bir tek bunu hariç tutmuş ve kendisi saklamak istemiş. Ölümünden sonra bu tılsımı elde tutmak için avcı, cadıcı, hortlakçı taifesi çok kavga etmişler. Tılsım el değiştirmiş kimin eline geçse felaket getirirmiş. Çünkü tılsımın nasıl kullanılacağını kimse bilmemekteymiş. Dört yöne bakan dört ejderha kafası işlenmiş bir bakır levhadır. Üstünde ve içinde camlar, incik boncuklar, tuhaf sıvılar ve başka tılsımları, makaralar, ipler, zincirler, küreler, düğmeler, çarklar ve dişliler vardır. Tılsımın üstündeki çeşitli şekillere basarak cam küreye bir yazı veya şifre girilir. Genel de bu öte alemlerden çağrılacak bir iblisin adı olur. İletişim kurabilecek şifreleri ve kapıyı etkilemeyecek tılsım şifrelerini tesadüfen bile bulmak imkansızdır. Bu nedenle bunun sırrını çözmek isteyenler genel de bir iblis çağırarak onun kurbanı olurlar, ama bu kısa sürer çünkü tılsımın açtığı kapı geçicidir ve kapanırken o iblisi geri çeker. Bu nedenle kimsenin işine yarayabilecek bir tılsım değildir. Babam şifreyi bulduğunu iddia etmişti. Kara alemlerin genel kanunlarından kaidelerinden faydalanarak bir şifre yazmış bununla her türlü varlıkla sadece haberleşmek için kullanılabileceğinden bahsetmiş ve aramaya kalkmıştı. Bize dediğine göre tılsım bir deniz kazasında mağaralara sürüklenmiş. Sirenlerin ve deniz kızlarının neden olduğu bir kaza, onu taşıyan gemiyi Antaliyye’nin kayalıklarında Finike civarında bir mağaraya sürüklemiş, babam kahinliktemahirdi yerini buldu ve almak için oraya gitti. Bir daha geri dönmedi. Bizde bu işlere bulaşmama kararı alıp hiç kurcalamadık.”
“-Peki Sultan senden neden bu tılsımı istediğini söyledi mi?”
“-Sultan bu tılsımı bir tür tuzak olarak varsayıyor. Yani şöyle bir sihir eklemiş buna Marudon Baba. Şimdi iblis geldi ortalığı dağıttı. Kapı kapanınca bu tılsım güvensiz ellere geçmesin diye tehlikeden sonra kendini ortadan kaybedip başka güvenli bir yere gönderiyor. Sultanın sözlerini hayal meyal hatırlıyorum. Bu tılsımı Tatar ordusunun içerisine sokup çalıştıracak. İblis orduyu kolayca dağıtacak.”
“-Bu bir tür Çin icadı olan barut dolu fıçılarla yapılma “bonba” dedikleri aksama benziyor. Tek fark bunu patlatmak için yanında adam gerekiyor, ya da uzunca bir fitil. Bonba denen acaib nesneyi uzaktan harekete geçirebilme ihtimalini düşünün. Demek ki bu cihaz onun uzaktan yönetilen hali olacak.”
“-Siz bence hesabınızı ona göre yapmayın. Ya tılsım bir iblis çağırma değil de bir irtibat kurma sihrini çalıştırırsa?”
“-Daha iyi ya Tatar ordusunu dağıtmanın yollarını sorarız.”
“-Bunlar iblis! İnsanların basit meseleleriyle uğraşmazlar! Sen Tatar ordusunu nasıl bertaraf edeceğini öğrenmek istesen, “Sultanın kocakarı gibi tılsım büyü peşinde koşacağına tahtının hakkını versin” demez mesela.
“-Siyasete girme hemen! Biz bir iblis adı gireceğiz. Sonra Tatar karargahına sızıp onu orada açığa çıkaracağız. Bu türden bir şey yapabilir miyiz?”
“- İyi de yapsak bile en yakında olan biz olacağız biz de tehlikeye girmeyecek miyiz?”
“-Bir Tatar çerisini kandırır, ona kurcalatırız bizde. Antaliyye, Finike kayalıkları demiştin. Tez hazırlanalım o vakit.”
“-Ben de mi geliyorum?”
“-Tılsımdan mılsımdan anlayan sensin. Tılsımı alınca salarız seni.”
2-Antaliyye Kıyılarında
Gün doğumuna yakın bir kısım atlı, tozu dumana kataraktan Antaliyye kıyılarında kayalıklara doğru kara haber misali ilerliyordu. Berid teşkilatının beş mensubu, onlara kalın urganla bağlanmış talihsiz meddah ve Selman’ın altındaki ta Karakurum yaylalarından gelme tuhaf bir cins iri beygir oldukça dikkat çekmekteydi. Dalga seslerine balıkçı çalgılarının ve dedikodularının karıştığı, küflü meyhane köşelerinde birbirinden korkunç esrarlı hikayelere konu olabilecek türden bir yerdi. Kafile Celaleddin’in emriyle yüksek bir uçurum kenarında duruldu. Celaleddin üstündeki pelerinin yeninden bir harita çıkartarak bakındı. Meddaha dönerek:
“-Finike dedikleri yer buralarsa, şu karşıdaki kayalıklı ada da Denizkızı Adası olsa gerek değil mi?”
“-Babamın yazılarında bahsi geçen yere şeklen uyuyor. Zaten balıkçılarda burayı tarif etmişti.”
“-Tamamdır. Atları bağlayıp azıklarınızı çıkartın bir yol soluklanalım hele.”
Celaleddin’in emriyle atlarını kurumuş ağaç dallarına bağlayarak oldukları yere çöküp heybelerinden çıkardıkları azıklık tavukları ve soğanları yemeye başladılar. Behram Büzürg kayalıklara doğru bakarak:
“-Tekin bir yer gibi gözükür. Bu sefer sorunsuz bulacağız tılsımı sanki.”
Meddah küfür yemiş gibi homurdanarak:
“-Bu adanın yerini sorduğumuzda balıkçıların beti benzi ne biçim attı gördünüz değil mi?”
“-Batıl inançlı insanların ninelerinden dinledikleri masallar işte. Hoş gerçi biz gerçeklerini de gördük ama.”
Celaleddin:
“-Hakikaten öyle gerçeklerini de gördüğümüz oldu. Misal iki sefer hortlaklarla karşılaştık. Bir başka görevde koca bir ejderhanın midesindeki defineyi aradık. Hatta bir seferinde Kaf dağının ardından peri padişahının kızını bile yukarılardan mühim bir şehzade için kaçırdık. Bu son söylediğimi unutun devlet sırrı sayılır, savaş sebebine girer.”
Meddah:
“-Oradaki adanın adı neden deniz kızı biliyor musunuz?”
“-Denizkızları görüyorlarmış bazı bazı. Evvelden Antaliyye’ye geldiğimizde duymuştum ben burayı. Valiye sorduğumda “Bir cins hayvandır, uzaktan insan zannederler hayal meyal” demişti.”
“-Senin dediklerin bir tür balıktır. Bunlar başka. Gerçek denizkızları oranın civarında yaşarlar. Sadece onlar değil Sirenler de vardır orada. Bir de Thessalonika’nın tahtı oradadır ki cümle deniz kızları onu sonradan başlarına kraliçe yapmışlardır. Emin olun denizkızları ne hortlaklara ne ejderlere benzerler. Balıkçıların yüzü nasıl sarardı gördünüz değil mi?”
“-Rum balıkçıları ben kendimi bildim bileli batıl inançlıdır. Onlar olmayan birçok şey anlatırlar. Hoş karada yaşayanları da çok farklı değil ya. Büyük dedelerim sırtlarında kurt postlarıyla Rum topraklarına akıncılarla daldıklarında bizlerin de insanla şeytan arası tuhaf mahluklar olduğuna inanmışlardı.”
“-Asıl tehlike Sirenler gibi görünür. Bunlar bir türkü çığırır dünyanın en güzel şeyi sanarsın. Denizciler onların sesine kanarak gemileri kayalıklara sürerler ve sulara gömülürler. Sirenler sudan kertenkele gibi sürünerek gemide kalabilenleri parçalarlar. Asıl tehlike ise suya gömülenler ve kayalıklara kaçanlar için başlar. Deniz kızları görülür. Bunların bir kısmı denizcileri suya çekerek boğmak ister. Muvaffak olurlar da. Hayatta kalabilenler için yine tehlike bitmemiştir. Bu kez karşılarına Thessalonika çıkar. Deniz kızlarının ecesi. Oldukça iyi kalpli olduğu söylenir, kadim dönem hükümdarlarından İskender-i Rumi ya da Büyük İskender’in kız kardeşidir. Ölümünü kabullenemeyerek acıdan lanetlenip çıldırmış, deniz cinlerinin arasına karışmıştır. Derler ki ara sıra balıkçılara görünür ve onlara Yunanca hüküm süren hükümdarın adını sorar. Eğer “Kral İskender-i Rumi’dir” denirse o İskender’in ölmediğini anlar ve sulara geri döner. Bazı rivayetlerde ise sadece ölüp ölmediğini sorarmış. Başka bir isim söylenirse veya öldüğü söylenirse, uğradığı lanetten dolayı canavara dönüşür ve kayığı batırarak içindekileri parçalarmış.”
“-Olaya bak ada ada değil Anika’nın kerhanesi geleni gideni belirsiz!”
“-Beyim sen hikayeleri ve rivayetleri belki duymuşsundur hani burada Rumların eskiden beridir Olimpos saydıkları bir dağ varya. Hani tepesinden bir ejderha ölüsünün ateşler çıkardığına inanılan dağ?”
“-Biliyorum o dağı o da bu civardadır. Perseus nam kafir cengaverinin hikayelerini duymuştum. Ejderhayı kesen oymuş. Medusa diye bir ejder daha tepelediği rivayet edilir.”
“-İşte beyim bu Gorgo’larMedusa nam ejder ile onun iki kız kardeşinin adıdır. İki canavarın halen sağ olduğu söylenir. Kafalarında saç yerine yılanlar, çirkin suratlı ejderlerdir. Gözlerine bakanı taşa çevirirler tıpkı kadim dönemde yaşamış kardeşleri Medusa gibidirler.”
“-Tam düşündüğüm gibi. Bu belaların ortasında da bizi bekleyen tılsım. Tedbirlerimizi söylediğin yaratıklara göre alacağız bizde. Sirenlerin bölgesine mi girdik? Çantalarınızdaki balmumlarını kesip kulaklarınıza tıkayın. Sonra alayını kesip biçeriz. Deniz kızlarına mı göründük? Canavar kısmının gözünü korkutmak gerek, gözlerinin yaşına bakmayacağız. Thessalonika mı göründü? Hükümdar İskender-i Rumi’dir. Yunanca BasileosAlexandros yani. Gorgolara gelince. Bana bu efsane gibi geliyor, ejder kısmının ömrü bin yılı geçmez onun da yüz yılı yılan halidir, kalan dokuz yüz sene ejder donunda gezer.”
“-O kadar şeyi kabul ettin bir bu mu efsane geldi?”
“-Dağın içinde kimyevi gazlar yanar ejder derler, gök gürler bağırıyor derler. Ejder de çıktı derler, canavar da çıktı derler. Benim dedeme kurt kılıklı yecücmecüc diyen her şeye inanır. Tez yiyin de yola çıkalım bir an önce.”
Yanlarına aldıkları kırbalardaki yayık ayranlarını bitiren Beridçiler yeniden atlarına binerek kayalardan aşağıya doğru inmeye başladılar. Bir yerden sonra atlar gitmez olunca atları sağlam urganlarla kökleri kayaları parçalayabilmiş kuru ağaç dallarına bağlayarak kayalardan aşağıya yürüyerek inmeye başladılar. Kumsala yaklaştıkça balıkçılarının korkularını sebeplerini anlamaya başladılar. Kumsal ve kayalıklar parçalanmış gemi kalıntılarından bir derya olmuş büyük bir mezarlığı andırıyordu. İslam veya kafir ülkelerinden gelmiş gemiler kadar, önünde ejderha putu bulunan Norman gemileri ve uzun Latin gemileri de görülmekteydi. Günlük güneşlik havaya rağmen hayalet gemileri andıran gemi mezarlığı beridçiler için bile korkulu bir görünüm oluşturmaktaydı. Kayalıklarda ilerledikçe görmedikleri zamanlara ait kadim dönem gemilerinden bile kalıntılar gördüler. Üstündekilerden geriye halat parçaları, paslı zırh, miğfer ve silah parçaları, zincirler kalmıştı. Birde zaman zaman tekinsiz bir şekilde kayaların arasından kendisini gösteren kurukafalar ve kemikler.
Denizkızı Adası’na doğru yaklaştıklarında hayal meyal bir ses duyar gibi oldular. Celaleddin’in emriyle çantalarındaki mumları çıkararak ellerinde hazır tuttular. Kayalıkların üstünde hayal meyal gezinen varlıklar gördüler. Celaleddin varlıkların kendilerini henüz farketmediği kanısına vararak adamlarına mum parçalarıyla kulaklarını tıkayıp iyice kapatmalarını, yaratıkların tılsımına kapılmamak için seslerini duymadan kayaların ortasındaki mağaradan aşağıya inmeleri gerektiğini söyledi. İşaretlerle anlaşacaklardı. Kulaklarını mumlarla kapattıktan sonra kayalıklarla kaplı adaya, yosunlarla kaplı taşlar üzerinden usul usul ilerleyerek vardılar. Sirenleri o zaman ayan beyan görmüşlerdi. Yılan gibi uzun gövdeleri, belüstünden yarı çıplak insan vücutları olan, kimi sarı kimi kızıl bakır kimi siyah saçlarıyla her biri güzellik abidesi sayılabilecek genç kız suretindeydiler. Hem güzel hem de korkutucu görünüyorlardı. Şaman hikayelerindeki oynaşan su perilerini andırıyorlardı.Beridçiler onların bulunduğu yerden geçerken içlerinden türlü çeşit dualar okuyor, bir ellerinde koyunlarındaki muskaları sıkı sıkıya tutuyorlardı. Kulakları hafiften seslerinin çıkardığı ezgileri, tınıları işitmekteydi. Balmumu tılsımlarını bozmasa onlar çoktan kapılıp giderlerdi ki buna rağmen o ezginin içlerini gıdıklayan bir tınısı vardı. Kayalık adanın üzerindeki dev mağaradan geçip karanlık derinlere doğru ilerledikten sonra sesleri iyiden iyiye duyulmaz oldu. Celaleddin’in emriyle kulaklarından balmumlarını çıkartıp çantalarından ve heybelerinden çıkardıkları meşaleleri yaktılar. İçerde sirenlerin parçaladığı denizcilerden kalma zırhlar ve kılıçlar, kurukafalar duruyor arada bir ayaklarının altından kemik çıtırtıları geliyordu. Mağaraların dibine uzanan dehlize girdikten sonra içerideki rüzgarın esintisinden meşaleleri söndü, ama mağaranın dibinden ve tavanından gelen ışıltılarla aydınlanan galerilerde yeniden yakmaya gerek duymadılar. Kayaların etrafında çeşitli büyüklükte havuzlar ve su birikintileri vardı. Bir süre sonra yarı bellerine kadar su içerisinde ilerlemeye devam ettiler. Zincir Musa’nın Celaleddin’i dürtmesiyle arka taraflarından su içinde kendilerine yaklaşmakta olan karaltıyı fark ettiler. Kılıçlarını bellerinden çekerek beklemeye koyuldular. Suların içerisinden neredeyse kendi boylarına yakın genç bir kızın çıktığını gördüler. Yarı belinden aşağısı kocaman pullu pullu balık kuyruğu, belden yukarısı görüp görebilecekleri en güzel genç kız suretindeydi. Başkaları da göründü. Kimi kızıl bakır kimi abanoz karası renginde saçlarıyla, tuhaf bakışlarıyla hem güzelliği hem korkuyu suretlerinde barındırıyorlardı. Etraflarını sarmışlar, an be an yaklaşmaktaydılar.
Zincir Musa o korku hissiyle gerilemeye çalışırken Ehirmen Selman’a çarparak suyun içine doğru tökezlenmişti. Suyun dibinden kalkamadan yüzeydeki kumlara gömülmüş kılıçlarla kurukafaları gördü. Deniz kızlarının elleri kendisine doğru uzanmaktayken dev gibi bir elin kendisini sudan çıkardığını hissetti. Ehirmen Selman, Zincir Musa Çavuş’u sırtından tuttuğu gibi sudan çıkararak yanına çekmişti. Celaleddin sordu:
“-Meddah bunlar hayır mıdır şer midir?”
“-Suların dibindeki kurukafalarla zırh parçalarını gördüğüne göre sence hayır mı şer mi?”
“-Ukelalık taslayacağına bunları def etmenin yolu nedir onu söyle!”
“-Onlar bizi parçalayamadan biz onları parçalayalım derim.”
“-Tamamdır. Allah utandırmasın ya bismillah!”
Tam saldırıya kalkıştıkları sırada denizkızlarının endişe içerisinde sağa sola kaçıştıklarını gördüler. Kendilerinden korkup kaçtıklarını sandıkları anda denizkızlarının neden kaçıştığını anladılar. Suların içerisinden bir başka karaltı geliyordu kendilerine doğru. Silahlarını elden bırakmadan mağaranın gerisindeki bir başka dehlize doğru gerilediler. Suların içinden kendilerinden daha uzun ve asil görünüşlü bir denizkızı çıkmıştı. Başında tacı üstünde mücevherleriyle kadim dönem kraliçelerini andırıyordu. Celaleddin diğerlerine:
“-Aha Thessalonika bu galiba! Sakın unutmayın, ne sorarsa sorsunBasileosAlexandros diyeceksiniz!”
Denizkızlarının ecesi efsanevi Thessalonika sulardan süzülerek karşılarına dikilmişti. Denizkızları gibi bir tuhaf bakınarak teker teker beridçileri ve meddahı seyrediyordu. Her birine bakarak Rumca değişik bir sesle bir şey konuştu. Rum dilini bilen Behram Büzürg diğerlerine dönerek:
“-Büyük hükümdarımız İskender öldü diyorlar, şimdi ki hükümdar kimdi diyor?”
Celaleddin:
“-Peri mi tarihçi mi ne bu? Neyse diğerleri çekindiğine göre bunda hakiki tılsım vardır.”
Zincir Musa:
“-Bence hiç yalan söylemeyelim direk söyleyelim, İskender öldü Babil’de gömdüler diye. Yalan söylediğimizi anlarsa kızabilir!”
“-Lan nereden anlayacak, Allahın mağarasına her gün sultanlardan meliklerden haberciler gelip genel siyasi durum hakkında bilgi mi veriyorlar yosmaya! Bizim ne dememiz lazım şimdi İskender yaşıyor diyeceğimize göre?”
Behram Büzürg:
“-Benim gibi söyleyin. Denizkızına bakarak: “Ohi, BasileosAlexandros!”
Beridçiler ve meddah teker teker bu cümleyi tekrar ederken, Zincir Musa’nın ani yaşadığı heyecanla ağzından “Ohi, BasileosGıyaseddinKeyhüsrev!” cümlesi çıktı.
Celaleddin ve diğerleri Zincir Musa’ya ters ters bakmaya başladılar. Zincir Musa cümleyi Alexandros diye değiştirmeye çalıştıysa da denizkızının oldukça ürkütücü bir şekilde gözlerini kendilerine diktiğini fark ettiler. Sanki vücudu daha da irileşiyor, teni ürkütücü derecede iğrençlikte yeşil bir renge dönüşüyor, elleri pençeye dönüşüyor, suratı çirkinleşerel sivri dişleri ve kızıl gözleri ortaya çıkıyordu. Celaleddin’in ardına bile bakmadan dehlize doğru koşmaya başlamasıyla diğerleri de ardına takıldılar. Koşarken Celaleddin haykırdı:
“-Dönüşte hatırlatta Musa seni gırtlağından o zincirle Beridhane’nin girişine asayım!”
Canavara dönüşen denizkızı sağı solu yıka geçe, dünya ötesinden korkunç çığlıklar atarak Beridçilerle meddahın peşine düştü. Suların içinden bir anda zıplayarak meddah ile Kelleci Muhiddin’i suların içine devirdi. Onlarla boğuşurken Ehirmen Selman canavarın sırtına atlayarak kollarını kenetleyerek canavarı zapt etmeye çalıştı. Celaleddin bıçaklarından birini hızla çekerek yaratığın üstüne atıldıysa da suratına yediği kuvvetli kuyruk hamlesiyle suların içine yıkıldı. Behram haykırdı:
“-Kuyruğundan tut kuyruğundan!”
“-Ben ne yapayım balık gibi kayıyor yosma!”
Zincir Musa aklına bir şey gelmiş gibi kuyruğun üzerine atladı. Bunu gören Behram ve Celaleddin kuyruğa yapışarak zaptetmeye çalıştılar. Musa kemerinden çıkardığı uzunca bir zincirle yaratığın kuyruğunu bağlamaya çalıştı. Zinciri kuyruğa doladıktan sonra bir dikite dolaştırarak onu bağlamaya muvaffak oldu. Deniz kızı suların üzerinde onlara doğru ilerlemeye çalışıyor ama zincirle bağlı kuyruğu izin vermiyordu. Beridçiler ve meddah elde kılıç geriye çekildiler. Yaratığın zinciri zorlaması üzerine Ehirmen Selman deniz kızının üzerine sinirle yürüyerek yaratığın kafasını iki eliyle sabitledikten sonra canavara doğru kafa attı. Suratının üstüne bu sert darbeyi yiyen canavar sersemleyerek olduğu yere yıkıldı. Celaleddin, Ehirmen’in sırtını sıvazlayarak:
“-Tebrik ediyorum Selman, kafa atarak denizkızı bayıltan ilk cengaver sen oldun! Şu dehlize bir an önce varalım, tılsımı alıp çıkalım.”
Beridçiler ve meddah tuhaf ışıltılı mağara dehlizinde ilerlemeye devam ettiler. Yolda kafası kesilmiş ve çürümüş kalmış dev bir ejder bedeni ile taşa dönmüş çeşitli devirlerden adem suretleri gördüler. İki tane mumyalanmış, ölü gibi yatar kadın suratlı ejder bedenine denk gelerek korkuyla ürpererek yanlarından geçtiler. Mağaranın denize açılan bir kısmına denk gelerek burada kayalar üzerinde bazı gemi kalıntılarına denk geldiler. Meddah bir sandığa doğru koşturarak onu işaret etti. Celaleddin sandığın kapağını açar açmaz meddahın tarif ettiği tılsımı gördü. Tuhaf görünümlü dört ejder başıyla tasvir edilen, üstünde camlar, düğmeler bulunan acayip bir aletti. Meddahın ellerini çözdürtüp cihazı gösterdi. Meddah:
“-İşte kapılar açan tılsım budur. Babamın hesaplarını yanlış hatırlamıyorsam belli semboller, belli kapıları açar ve oradan bir iblisin gelmesi vaki olur.”
“-Seni ihsanlara boğacağım meddah! Tatar ordusunun başına en belalı iblisleri musallat edeceğim. Rum Selçuklusuna çatmanın bedelini ağır ödeyecekler. Mağaradan çıkıyoruz.”
3- Yer Altına Çekiliyoruz!
Beridçiler ve meddah, at sırtında tozu dumana kata kata Konya’ya doğru ilerliyorlardı. Bir günlük dinlenmenin ardından öğle vakti Konya şehrine yaklaşmışlardı. Şehrin surlarının dışındaki çadırlar dikkatlerini çekti. Asker çadırlarına benziyordu ama tepesinde adet dışı olarak gök rengi bayraklar vardı kimisinde ise Selçuklu emirlerinin sancakları dalgalanıyordu. Sultan emirlerin ordusuyla birlikte Konya’ya mı dönmüştü? Şehre biraz daha yaklaştıktan sonra surların ve kulelerin üzerinde gördükleri, Selçuklu bayraklarının yanında dalgalanan gök rengi Tatar bayrağını görür görmez suratları asıldı. Kelleci Muhiddin:
“-Ben mi yanlış görürüm yoksa Tatar hanının bayrağını mı çekmişler kapılara kulelere?”
Celaleddin:
“-Etrafına bak birde. Tatar askerleri bunlar. Bize bakıyorlar. Galiba biz yetişemeden Moğol ordusu Konya’ya girdi.”
“-İyi de gelseler haberimiz olurdu, her menzilde berid teşkilatının münşileri, saileri yok mu?”
“-Bu Tatar ordusunun çok çekindiği rahmetli Sultan Aleaddin Keykubat, sağlığında biz Berid’in saileriyken “Berid teşkilatı elden ayaktan düşmedikçe payitahtın kulelerine düşman sancak çekemez!” derdi hep. Sakın tılsım işini belli etmeyin önce Beridhane’ye bakalım Baykuş’la Mahmud kavatı Tatar çerisi Konya’ya bayrak çekerken ne bok yiyorlarmış!”
Beridçiler takınabilecekleri en nursuz, sıfatsız ifadelerle şehrin kapılarından geçerken kapıda bekleyen harp görmüş bir nice Tatar çerisi onlara kim olduklarını sormaya bile korktu. Beridçiler atlarını dörtnala Beridhane’ye doğru sürdüler. Beridhane’nin tepesinde en büyük Tatar sancaklarından biri asılı duruyordu. Kapıya çıkan yokuşta iki devasa zenci köle elde kılıç bekliyor, Beridhane’nin kapısında Tatar çerileri bekliyordu. Celaleddin zenci kölelerin yanına atıyla varır varmaz, onu büyük bir hürmetle selamladılar. Celaleddin:
“-Kapımın eşiğinde bunlar ne gezer?
Kölelerden biri:
“-Şafak vakti geldiler beyim. Vezir Mühezibüddin Ali ile Amasya kadısı Tatarlarla anlaşma yapmış, barış ilan edilmiş dediler. Gelir gelmez de sancakları çektiler, en önce Beridhane’ye geldiler kapıya adamlarını diktiler. Biz emir gereği siz gelmeden bir yere ayrılmadık.”
“-Durum anlaşıldı. Mahmud’la Baykuş denen kavat neredeler?”
“-Onlarda içerideler. Tatar casuslarının amiri Baytu Cebe ile Tatar sailerinin başı Kaydu Cor geldi işte yanlarında Tatar beridçileriyle. İçerideler şafaktan beri.”
“-Gelin benimle. Kafalarına göre şehre Tatar çerisi sokup bayrak çektirmek ne demekmiş anlasınlar.”
Hışımla yokuşu tırmanan Celaleddin’in ardından beridçiler ve Beridhane’nin dev kapıcıları ilerliyordu. Onları gören Tatar çerisi yolu kapatmaya çalıştıysa da kölelerin kapılara yapışıp ardına kadar açmalarına engel olamadılar. Celaleddin içeriye girer girmez büyük salonda, bir çok Tatar beridçisi ve kendi beridçilerinin bulunduğunu, bunların ortasında da Baykuş Hasan Çelebi ve Mahmud Varengi’nin yanında Baytu Cebe ile Kaydu Cor’un durduğunu gördüler. Celaleddin bu iki sainin çehrelerini sailerin çizimlerinde daha önceden görmüştü. Diğerleriyle birlikte şaşkın bir şekilde Celaleddin’e bakmaktalardı. Baykuş Hasan Çelebi, hiçbir şey olmamış gibi Tatar çerisine ağız dolusu sövmekte olan Celaleddin’i kolundan çekiştirerek Bağıran kulenin girişindeki odaya götürdü. Diğerleri de onların peşinden bu odaya girdi. Baykuş Hasan Çelebi:
“-Sen ne yaptığını zannediyorsun? Yeniden savaş mı çıkartacaksın?”
“-Ne savaşı ne barışı ulan! Bildiğin yenilgi bu. Tatar askerini şehre buyur edip Beridhane’nin tepesine Moğol bayrağını diktirmek nedir?”
“-Celaleddin işler artık değişti. Mühezibüddin Ali bir anlaşma yapmış Moğollarla. Sultan’da tasdikledi bunu. Artık bayraklarını görmeye alış. Her sene 360 bin gümüş para, 10 bin koyun, bin sığır ve bin deve vereceğiz.”
“-Hala barış diyor anlaşma diyor bildiğin teslimiyet bu be! Adamlar bizi vergiye bağlamış.”
“-Yapabileceğimizin en iyisi buydu. Ne yapalım gerçi adamlar bunu bile az buldular vergiyi zamanla arttıracaklarmış ama ne yapalım güç onlarda şimdilik.”
“-Peki Baykuş kavatı, anladık onlar güçlü de neden baştan bu yola gitmedin? Madem Moğol’a gücün yetmeyeceğini biliyorsun ne halt yemeye baştan savaş ilan ettirdin? Kösedağ’da askeri senin habercilerin geri çektirdi, Tatar’ı kandıracağız diye. Madem barışacaktın Erzurum’daki, Erzincan’daki, Sivas’taki ve tüm şarktaki masumların suçu neydi? Onlarca masum boğazlandıktan sonra mı güçsüzlüğünüz aklınız geldi.”
“-Celaleddinn biliyorsun her istihbarat harekatında başarı garanti değildir.”
“-Daha önce de yaptın bunu. Beni doğuya Babaileri ayaklandırmak için kışkırtmaya gönderen sendin. Devlet Türkmenlerden tehlike bekler dedin, sonra isyan çıkınca yan çizdin. Malya ovasına çoluğu çocuğu zırh kuşanmış paralı Frenk süvarilerine çiğnetende sensin!”
“-Devletin temeli biz değiliz, Sultan’dır o da barış istiyor.”
“-O zaman biz de yeni Sultan buluruz.”
Celaleddin Baykuş’un ağzını kapatır kapatma emir almadan Zincir Musa kuleden aldığı kalın urganla onu direğe bağlayıp ağzını da bağladı. Celaleddin adamlarına döndü:
“-Teşkilata girerken Sultan Alaaddin bu devleti bize emanet etti. Benimle misiniz bunların tarafına mı geçeceksiniz?”
Adamlar hiçbir şey demeden Celaleddin’den emir bekler gibi hazır ve nazır bekliyorlardı. Meddah Selim bile esas duruşa geçerek:
“-Ben bu çocuk katillerine bu memleketi bırakmam emrinizdeyim!” dedi.
Celaleddin sırtına bağladığı tılsımı çıkartarak, Meddah’a çalıştırmasını söyledi. Ondan sonra çıkacaklardı. Kimse ne olup bittiğini anlayamadan meddah tılsımın üzerine eğilerek üstünü başını kurcaladı. Tılsımdan tuhaf tuhaf sesler geliyordu. Tılsımı kuleye çıkan merdivenlere bıraktıktan sonra kuleden çıktılar. Diğerlerinin şaşkın bakışları altında suratlarında kandırıkçı bir gülümsemeyle beridhaneden çıktılar. Celaleddin’in emriyle köleler ve Selman kapıda bekleyen Tatar çerilerini içeriye sürükleyerek kapıları kapattılar. Bağıran kulenin kenarlarından mor renkte tuhaf ışıklar ve yıldırım haleleri çıkmaya başlayınca koşarak oradan uzaklaştılar. Celaleddin koşarken:
“-Artık adımız kimliğimiz gizlidir, yeraltına çekiliyoruz!” diye haykırdı.
O tuhaf vakitte içeridekilerin gördüğü şey bağıran kulenin önünde ışıldayan bir çizgiydi. Çizgi mor ışıklar saçarak daha da büyüyor gibiydi. O kadar ki dibi karanlık kocaman bir kapı açılmıştı. Gerçektende kemiklerden ve etlerden yığılma insanı delirtecek kadar korkutucu bir kapı meydana çıkmıştı. İçeridekiler kapılardan bile çıkmayı akıl edemeden bu tuhaf kapıyı seyre dalmışlar adeta büyülenmişlerdi. Kapının içinden görülen bir çift kızıl göz birkaç kişinin aklını aldı. Uzun kolları, pençeleri ve dişleriyle korkutucu bir kabus iblisi kapıdan sığarak Beridhane içine düştü. Delirenleri korkunç kollarıyla yakalayarak muazzam ağzına atarak çiğniyordu. Kalanlar sağa sola hatta dehlizlere kaçışsa da onun kolları ve korkun dişleri her yere ulaşıyor, gözlerini kapattıklarına iki kızıl göz alev alev zihinlerinde yanıyordu.
Ahalinin son gördüğü Beridhane’nin ışıklar saçarak yerle yeksan olduğuydu. Ne olup bittiğini anlayamadılar bile. İçeriden sağ kurtulan çok az kişi vardı ki bunlarda Bimarhanelere yatıran delirmiş beridçilerdi. Ahtapot kollarından, parçalayan çenelerden ve ışıldayan kapılardan bahsediyorlardı. Meddah’ın Celaleddin ve diğerlerine sonradan söylediğine göre tılsım kapı açıldıktan bir süre sonra büyü yoluyla kendini başka yere göndermiş, kapı da bu suretle kapanmıştı ama Beridhane, bu sihrin yükünü kaldıramayarak yıkılmıştı. Ahali bu işi, ölümden sonra hortladığı söylenen “Zebaniler grubu” dedikleri Celaleddin ve taifesine atfediyordu. Tatar çerisi hortlakların gazabına uğramıştı.
O tarihten itibaren tılsım kayboldu ama başka yerde başka ellerle çeşitli kapılar açılacaktı.
SON
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Selamlar;
Bir aylık gecikmeyle de olsa hikayeni okuyabildim. Uzun bir öykü olduğundan birkaç gün içinde, bölüm bölüm okudum.
Önce beğendiklerim; Beridçiler! Bu ekibin maceralarını yeniden görmek beni çok mutlu etti. Keza yaşadıkları macera da oldukça iyiydi. Medusa’dan tut deniz kızlarına kadar her şey vardı içinde.
Eleştirilerim ise; Celaleddin ve arkadaşlarının yeniden canlandırılmasının bana çok baştan savma yazılmış gibi gelmesi. Her ne kadar Excalibur’a bağlamış olsan da adaya vardıkları kısma kadar sürekli bu “bayılma” hikayesinin altından başka bir şey çıkacak diye bekledim. Ayrıca subaşı ile çavuşun beridçiliğe çok çok çok çabuk uyum sağlamalarını da yadsıdım.
Bunların dışında gayet başarılı ve keyif veren bir öyküydü. Ellerine ve emeğine sağlık.
Eleştirin ve yorumun için çok teşekkürt ederim abi, bir sonraki hikayede benim de aydınlatmaya çalışacağım noktalar olacak 🙂