Biz, iki küçük çocuk, çantalarımıza sadece en vazgeçilmez oyuncaklarımızı doldurup akşamı beklemeye koyulduk. Bu, son gecemizdi. Yarından itibaren, bizi hiç üzülmeyeceğimiz bir hayat bekliyordu. Dumanı, bacadan tepen şu soba mesela, bundan sonra olmayacaktı. Eklem yerlerine yoğurt kovaları bağlanmış borular da. Koltuklarımıza damlayan kurumlar da. Annem, her akşam evimizi saran kömür dumanı yüzünden ağzımızı burnumuzu ıslak tülbentlerle sarmayacaktı. “Nefes almayın sakın!” diyerek saçma refleksler göstermeyecekti. Annemlerle aynı odayı paylaşmayacaktık. Ev sahibimiz, kira için vaktinden önce çalmayacaktı kapımızı. Daha önceki yıllarda olduğu gibi, bu yıl başında da inancımızı, hayallerimizi tazelemiştik. Çünkü bu sefer kesindi. Babam, çok emindi. Her yıl olduğundan daha çok emindi. Öğlen saatlerinde yapılan, makul düzeydeki alışverişin muhteviyatı, dört adet muz, bir iki kilo portakal ve mandalina, gram hesabı alınmış çerezler ve birkaç şişe biradan oluşuyordu. Annem, mutfakta kaseler dolusu mısır patlatırken; babam, ortalığa getirdiği tavlanın pullarını diziyordu. Kapımızı çalan ilk zat-ı muhteremi, iki mars bir düz ile yeneceğine, sedefli tahtayı koltuğunun altına sıkıştıracağına da çok emindi.
Akşamın nevalesi annemin ellerinden öperken, cıncık gibi renkli televizyonumuzu, büyüklerden önce zapt edip, çizgi film izlemeye başlamıştık. Biz, iki küçük kız, He-Man’in aynasından diğer boyuta geçip, düşlerimizdeki ülkeye gidebilmek için Voltran’ı oluşturduk. Allah ne verdiyse artık, daha doğrusu TRT’nin gönlünden ne geçtiyse. Başka bir seçenek olmadığından cinsiyetçi tercihlerimiz de yoktu haliyle. Sonra çizgi kuşağı tadı damağımızdayken bitiverdi. Biz de kütüphane raflarından ansiklopedi indirip, ilgimizi çeken yerleri okuduk. Sayfaların arasında boyanabilir resimler aradık. O zamanlar, evleri yuva zannediyorduk. Ya da insanın yuvası, anne-babası ile yaşadığı her hangi bir kutu bile olabilirdi aslında. Ama ya daha fazlası vaat edilmişse? Babalar, her dediğini yapan, bütün kötü insanlara kafa tutabilecek kuvvette olan, normal insan gibi görünen ama gizli güçleri olan sarsılmaz dağlardı. Anneler ise başlı başına bir süper kahraman, doğa üstü varlıklardı. Biz iki küçük çocuk, annemizin yemeğinin saray mutfaklarında bile bulunmadığına, Kanuni dedikleri padişahın, babamın ihtişamı yanında fıs kalacağına adımız gibi emindik. Babamın, her yıl çok emin olduğu gibi. Hem daha kahvaltı sofrasındayken, “Kocaman bir çiftlik kuracağız.” dememiş miydi babam? Annemin ballı sütleri, şaşkınlıktan açık kalan ağzımızda bıyık olup donmamış mıydı?
“İçinde ne isterseniz olacak. Kuzular, inekler, tavuklar…İkinize de birer tane safkan at alacağım. Rüzgâra karşı şahlanıp, saçlarınızı savurarak dört nala koşacaksınız! Benim kızlarım prenses olacak!” dememiş miydi?
Biz iki küçük çocuk, “Annem ne olacak o zaman, kraliçe mi?” diye sormamış mıydık babama?
Babam çayından kocaman bir yudumu devirirken, annemin elini kavrayıp, “O, her zaman benim kraliçem.” deyivermemiş miydi?
Hepsi olacaktı. Babam söz vermişti. Ben bir kurt köpeği alacaktım bir de uçan kazı. Kardeşim, gidip Lassie’yi getirecekti çiftliğimize. Hayvanları tek tek toplayıp, karınlarını doyuracaktık. Kimse uçan kazın ince boynunda seyahat etmeyecek, incitmeyecekti böylece. Tıpkı Lassie’yi sürekli koşturmaktan kurtardığımız gibi o da bizimle mutlu yaşayacaktı.
Babamın kuzenleri, arkadaşları kapımızı çaldığında, yılbaşı programı yeni başlamıştı. Ortada duran kristal küllük gece boyu dolup dolup taşarken, biz iki küçük çocuk, yatak odamızda uykumuz gelmesin diye, yüze kadar saymaca oynuyorduk. Çünkü biz her yıl bunu yapardık. Umut beslemek çocukların kolaylıkla yaptığı bir eylem. Vaat edilenlere yürekten bağlanmak da. Mümkündür, babalar o çiftliğe, içinden merdivenli bir ev yapar…Annelerin elleri sıcak sudan soğuk suya değmez. Hizmetçiler, sıra sıra dizilir, emirleri bekler. Bahçıvanı, şoförü hepsi göreve hazırdır. Anneler hiç yorulmaz. Babalar, işe gitmez, kızlarına Cindy bebek almak için dışarı çıkar sadece. Kediler çimlerde koşarken, büyük anneler, büyük babalar, herkes kalabalık sofralarda oturur. Kimse kimseyi özlemek zorunda kalmaz. Atlı Karınca filmindeki sarı çocuk gibi, bizim de üstü açık beyaz bir akülü Mercedes arabamız olurdu. Kocaman çiftlikte zaten nasıl dolaşacaktık. Tavuklar bir yerde, balıklar başka yerde. Yürünecek mesafe miydi sanki? Biz iki küçük çocuk, duman altı olmuş bir evde, büyükler muhabbet ederken bunları düşlüyorduk.
Birazdan dansöz çıkacak, kılıç dansı yapacaktı. Acaba bizi de salona alırlar mıydı? Pencereleri sonuna kadar açmıştı annem. Dumandan zehirlenmektense soğuktan hasta olmamızı tercih ederdi hep. Ne yapsın kadın, o zamanlar sigara içmeyenleri dövüyorlardı.
Azıcık nefes alınır hale gelen salonda, gönlümüz olsun diye tombalaya dahil edildiğimize sevinmiştik. Oryantal faslını da ucundan kıyısından yakalamıştık ne güzel. Birileri ne kadar uslu çocuklar olduğumuzu söyleyip, yanaklarımızı sıkıyordu arada. Annem, salonla mutfak arasında gidip geliyordu. Yatma saatimiz yaklaşıyordu. Fındık fıstık yemekten yorulan çenemizle, uykunun kuşatması altında, gecenin sonu için direniyorduk. Öyle ya, bizim heyecanla beklediğimiz, babamın bu akşam zengin olmasıydı. Babam, inanmayı ve inandırmayı severdi. Biz de babamızı…
Annem, pijamalarımızı giydirirken, içerdekilerin ellerindeki biletleri nasıl takip ettiğini ve seslerindeki hayal kırıklığını anlayabiliyorduk.
“Ulan, bari amorti vuraydı!” sitemlerindeki geçici üzüntü; bizim için, geldiği yere geri dönen hayvanlarımız, yemyeşil çimlerin kavruk topraklara dönüşmesiydi. İçinden merdivenli evimizden, çıkıp giden hizmetçilerimizdi. Bizi sırtına almadan tozu dumana katıp uzaklaşan, safkan atlarımızdı. Odalar dolusu Cindy bebeklerin, kolu bacağı eksik, kel birkaç naylon bebekle yer değiştirmesiydi. Ev sahibimizin, üst kattaki dairesinden inerken düşmesi için, basamaklara muz kabukları koymayı planlamaya devam etmekti.
Biz iki küçük kız, mutfakta biriken bira şişelerinin diplerini yalayıp, eser miktarda alkolün sarhoşluğuna bıraktık kendimizi. Altlı üstlü yatağımızda, nemli gözlerimizle kapattık pembe panjurları. Soyadımızı taşıyan çiftliğimizin demir kapısına, bir dahaki seneye kadar açılmamak üzere vurduk asma kilidi. Son rakamıyla bile güldürmeyen, işe yaramaz biletler çöpe gitti. Sezonluk inançlarımız gibi…
- Ak Kızlar ve Furfural - 1 Şubat 2021
- Tam Anlamsızlık - 1 Ocak 2021
- İki Küçük Çocuk - 1 Ekim 2020
- Düş Yiyen Cüceler - 1 Ağustos 2020
- Tuzlu İzler - 1 Mayıs 2020
“Kocaman bir çiftlik kuracağız.” dememiş miydi babam? Annemin ballı sütleri, şaşkınlıktan açık kalan ağzımızda bıyık olup donmamış mıydı?"
Dokunaklı, duru ve özellikle bir dönemin çocuklarının kalbini özlemle ısıtan sıcacık bir öykü okudum. Tema ile birebir uyumlu. Eline sağlık Neslihan, öykülerin devamını hevesle bekliyorum. Yeni seçkilerde görüşmek üzere…
Bana ışık olan sensin Hande. Yol alabiliyorsam teşekkürü borç bilirim Kıymetli yorumunla, ortak bir duyguda buluşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Herşey için