Öykü

Kaya

Büyük yer karoları ile dizili salondan, asansöre doğru sakin adımlarla ilerledi, Reha. Koridordan her geçişinde, duvarlarda belirli aralıklarla yerleştirilmiş, bilim tarihi fotoğraflarına takılıyordu gözleri. Patronu ve aynı zamanda genel yayın yönetmeni olan, Halil beyin fikriydi bu fotoğraflar. Bu görsellerin, birer ilham kaynağı olduğunu söylerdi sıklıkla. “Feza” adlı popüler bilim dergisinde sekiz yıldır muhabirlik yapıyordu. Her iş günün de, mesleğine bir önceki günden daha fazla şevkle bağlanıyordu.

Asansöre bindi ve dördüncü kata çıkmak için düğmeye bastı. Asansör yukarı doğru ivmelenmeye başladığı anda, hafif bir gülümseme belirdi yüzünde. Reha her asansöre bindiğinde, ister istemez aklına Albert Einstein geliyordu. İzafiyet teorisinin temellerini atan, “Asansör düşünce deneyi” zihninde beliriyor ve her defasında, bu büyük dehanın hayal gücüne hayran kalıyordu.

Kendi çalışma odasına girmeden önce, iş arkadaşları ile biraz sohbet etti. Odasına doğru yönelmişti ki, Halil beyin sekreteri Hale Hanım ona seslendi: “Reha Bey, Halil Bey sizi odasında bekliyor.”

Halil beyin odasının beyaz renkli kapısına; işaret parmağının dış yüzeyi ile farklı bir ritim tutturarak dört defa vurdu. O tonlama biraz daha devam etseydi; oluşan tını kesinlikle: AC/DC’nin, “Back in Black” adlı şarkısına dönüşecekti. Zihninde çalan şarkıyı bastırdı; içeriden bir ses gelmemiş olmasına rağmen, sanki cevap vermiş gibi içeri girdi. Bunda zaten içeri çağrılmış olmasının öz güveni yatıyordu kuşkusuz.

Halil bey ciddi bir ses tonu ile sordu: “Reha, sen sosyal medya kullanmıyor musun?” Duyduğu bu cümlenin altındaki o yoğun ironi kokusunu, içine çeker gibi derin bir nefes alarak gülümsedi.

“Kullanıyorum ama, pek aktif olduğum söylenemez. Sadece gerekli olduğu zamanlarda.” diye cevapladı hiç bozuntuya vermeden.

Halil bey, yüzünü muzip bir şekle sokarak: “İşte şu an gerekli olduğu zamanlardan biri.” dedi.

Patron olmanın verdiği özgüven; cümlenin sonuna doğru sesini yükseltmesine neden olmuştu. Soracağı soruyu, bir el işi gibi örmeye çalışıyordu. Halil bey’in en belirgin özelliği, mimiklerini gerçek düşüncesini saklamak için şekilden şekle sokmasıydı.

Halil bey, Reha’nın yüz ifadesine baktı; haberi okuduğunda yüzündeki ifadeyi merak ediyordu. İşaret parmağını kendi masasında gezdirmesini izledi. Parmak aşağı doğru sürüldü ve kısa bir süre sonra hafif bir dokunma sesi duyuldu. Göz bebeklerinin, bir o yana bir bu yana gezdiğini ve tekrar donuklaştığını fark ettiğinde, gülümsemesi yanaklarındaki çizgilere bir katman daha eklemişti. Eklenen o son gülümseme katmanının arkasına, ufak bir şüphe kırıntısı da yerini aldı. Reha’dan o şüphe kırıntısını daha derinlere süpürmesini istermiş gibi sorusunu yöneltti: “Evet, Reha’cığım. Şimdi fikrini alabilirim.”

Reha, gündemde ilk sırada gördüğü “astreoit” kelimesine hiçbir anlam veremedi. Yakın zamanda, astreoit takviminde böyle bir yakınlaşmanın olmayacağını anımsadı.

“Büyük bir olasılıkla, asparagas bir haberdir.” dedi, Reha. Bu cümleyi kurarken, bedeninin en meşgul organı; tıpkı Halil beyde olduğu gibi, zihnine şüphe kırıntılarını usulca serpiştirmişti.

“Ben de öyle düşünüyorum. Yakında kokusu çıkar.” dedi, Halil Bey.

* * *

Reha, sağ elinin parmakları ile pantolonunun üstüne parmaklarını vuruyordu. İşaret parmağını yukarı doğru sürdü ve elini cebine soktu. Otuz yıl önce; onu biri bunu yaparken görseydi eğer, ona muhtemelen otistik olarak bakabilirdi; oysa o sadece, gözündeki merceğe komut veriyordu. Hazırladığı üç sorunun sonuncusunu düzenlemişti. Gözünde birden, patronunun belirgin elmacık kemikli portresi belirdi. Çağrıyı cevaplamak için, parmağı ile cevap ver butonuna basmadan önce, “Bu da nereden çıktı şimdi” diye geçirdi içinden. Parmak ucu reseptörleri, komutu anında önce boyun sapındaki cihaza, oradan da gözüne aktarmıştı.

“Merhaba Reha, az önce TUA’dan bildiri geldi. Soru alınmayacakmış.” dedi, Halil Bey.

“Reha! Orada mısın?” diye seslendi, Halil Bey! Sessizlik bir bıçak gibi kesmişti ses dalgalarını… Sadece usulca yaklaşan bir katil, düşleri bu kadar ustaca yok edebilirdi.

Yutkunurken çıkabilecek kadar ses çıkıverdi ağzından, “Gerçek mi!” Aklından geçirmesi gereken soruyu, dudaklarına iliştirmişti beyni. Düşünceler fiziksel bir yumruk olup, soluk borusuna oturmuştu. İlkel savunma mekanizması sürekli sorular üretiyor… Ve o sorulara doğru cevaplar üretmek için çalışıyordu… Olası bir felakette neler yapacağını düşünmesinin ardında, kızı Elif’in varlığı yatıyordu.

Ses dalgalarına, naif bir tını eklemek ister gibi cevap verdi Halil Bey: “Reha, sakin olur musun? Bir haftadır devam eden sosyal medya zırvasına bir son vermek istemiş olabilirler. Niye her şeyi kötüye yoruyorsun!”

“Haklısınız Halil Bey.”

Dudaklarından bu kelimeler döküldü elbette; ama aslında o an söylemek istediklerini bastırmak zorunda kaldı. Zihninde gezinen evham yüklü bulutların, haklı gerekçeleri vardı. Yıllar önce okuduğu bilimsel makaleler; bilimin içine iliştirdiği bir şişe gibi, zihninin kıyılarına vurmuştu. 65 milyon yıl önce, Yucatán yarımadasına çarpan; “Chicxulub” kraterinin topoğrafik haritası gözünün önünde belirmişti.

* * *

Basın odasının girişinde iki güvenlik görevlisi, birbirleri arasında bir şeyler konuşuyorlardı. Odanın tavanı uzay fonu ile kaplıydı ve lambalar sanki yıldız izlenimi veriyordu. Işıklar iyice açılmadan önce, insan kendini bu muazzam atmosfere dalarken buluyordu.
Görevli personel, kırmızı ve beyaz tonlarına hâkim kürsüye bir bardak su, limonata ve peçete koydu. Kısa bir süre sonra, kürsüye doğru hızlı adımlarla basamakları çıkan Türker Aydoğdu, önündeki mikrofon setini düzeltti. Yüzündeki tedirginlik, korku ve şaşkınlık ifadeleri o kadar belli oluyordu ki, bir anda salondaki herkes suspus kesildi ve can kulağı ile söylenecekleri dinlemeye koyuldular. Türker Aydoğdu, diyaframına doldurduğu sanki son nefesiymiş gibi, derin bir nefes alarak konuşmaya başladı:

“Türkiye Uzay Ajansı’na, hoş geldiniz. Kısıtlı zaman dolayısı ile, siz değerli basın mensuplarına çok fazla zaman ayıramayacağımı belirtmek isterim. 23 Temmuz Çarşamba günü; Takiyüddin Gözlem Merkezi, Dünya’ya yaklaşmakta olan tahminlere göre yaklaşık 60 km çapında bir asteroit keşfetmiştir. Son bulgulara göre; Demir, bazalt, kurşun ve eser miktarda buz bir ihtiva ettiği saptanmıştır. 17 Ekim 2017 tarihinde, güneş sistemimize giren “Oumuamua” adlı yıldızlararası cisme benzer karakteristik özellikleri olduğunu saptamış bulunuyoruz. Saatte 98.600 km hız ile yaklaşan kayanın, yer küreye ulaşması yaklaşık otuz iki ay sürecektir. Bu küresel felaketi defetmek için, diğer ülke ajansları ile müşterek çalışmaları yürüteceğiz. İlerleyen günlerde daha detaylı açıklamaları sizinle paylaşacağız”.

Düş kırıklıklarının, daha iyi anlaşılabilmesi için vakit tanırmış gibi; zaman, herkes için kısa bir süre durakladı. Türker Aydoğdu, kürsüden ayrılmak için doğrulduğu anda, salondaki o ölüm sessizliği kısa bir süre sonra yerini eski uğultusuna bırakmıştı.

Aydoğdu’nun, telaffuz ettiği “defetmek” kelimesinin hiçbir anlam ifade etmediğini biliyordu, Reha. Tıpkı salondaki herkesin fark ettiği gibi; insanlık bu olası felaketten kurtulabilecek teknolojiye sahip değildi. Evrenin gözümüze iliştirdiği fosil bilim kalıntıları; kendimize gelmemiz için bir tokattı aslında ve bunun geri bildirimi, ağır bir yumruk olarak geri dönüyordu!

* * *

120 gün, 11 saat, 22 dakika…

“…Boynuna dolanmış urganı, elleri ile koparmaya çalışan idam mahkûmu gibi çırpınıyor, insanlık… Beyhude çabalar… O güç budalalığı, paraya tapma hiçbir işe yaramayacak artık. Büyük şirketler, insanlığa yardım etmek amacı ile kullanmaktan çekindiği o trilyonlarca doları, yaklaşan bir kaya parçasını savuşturmak için harcıyor. Güç odaklarının kalıtsal kibri, bir kaya tarafından yerle bir ediliyor. Ve evet, kaya boşlukta yavaşça ilerlemeye devam ediyor… Milyarlarca yıl önce patlayan güneşlerin, çekirdeklerindeki demir atomlarının kavuşma dansı bu!

İşte şimdi, Guatemala’daki bir çocuğun, İngiltere’deki çocuktan hiçbir farkı yok! Hiç farkı yok bir annenin, diğerinden… Onlar bunu bir türlü anlayamadı…”

Reha dizüstü bilgisayarında, kaleme aldığı makalenin son paragrafını yazmıştı. Metin programındaki dosyayı kaydedip, bilgisayarını kapattı. Çalışma masasının karşınızda, tamamen odayı kaplayan maun renkli kitap raflarına daldı gözleri. “İnsanlığın binlerce yıllık serüveni buraya kadarmış!” diye geçirdi içinden; Hayatın, bir kitap öyküsüne ne kadar benzediğini düşündü. Hayal edilen ilk ihtişamlı giriş doğumuydu. Sonraki her paragraf anılarına dönüşmüştü. Zaman ise, ağır ağır sayfalarını çevirmiş; bitmeye mükellef bir hayatı, son birkaç sayfaya dek tüketmişti.

Koltuğundan kalkarak, çalışma odasının gri renkli kapısına doğru yürümeye başladı. Koltuktan uyumak için ayrılsa da fikrini değiştirerek kitap okumaya karar verdi. Belki de sakince yudumladığı o son kahveydi uykusunu kaçıran. Olabildiğince hızla yaklaşan kaya mıydı? Kim bilir? İnsanlığın binlerce yıldır, derin bir uykuda olduğunun ayrımına vardı o an. Kelimeler ağzından dökülse delirdiğini sanabilirdi; oysa zihninin çeperlerinden sekip bilincine düşen, ortak olduğu suçluluğa bürünmüş yağmur damlalarıydı. İşte o anda, kendi türüne okkalı bir küfür savurdu! Uzay boşluğunda usulca yaklaşan kayanın; sorumlusunun insanlık olduğunu düşünmüştü. Sanki bir güç: “Sizi kahrolası yaratıklar!” diyerek, altmış kilometre çapında bir kaya fırlatmıştı.

* * *

83 gün, 22 saat, 13 dakika…

Reha, yanına uzandığı çocuğuna öykü okuyordu. Uyumadan önce her gece okuduğu gibi, mutlu sonla biten bir öykü. Kısa bir süre sonra, çocuğunun ellerinin derin uyku ile ağırlaşmasını hissetti. Hafifçe eğilerek, sol gözüne bir öpücük kondurdu ve o an gözyaşı bezleri usuca hüzünlü bir molekül üretmeye başladı. Yanından ayrılıp, oturma odasına doğru yürüdü. Parmak ucunu sağ bacağına dokunup televizyonu açtı. Krem rengi duvar, aniden parladı ve ekranda zıplayan gri bir kedi gördü. Son bıraktığı kanal buydu, Elif’in. Televizyon koltuğuna uzanıp, kanalları gezmeye başladı. Bir topun peşinde koşturan insanlar gördü. Sonra, boynuna sarılan bir sevgilinin tebessümünü gördü, sevginin kucakladığı bir adamda… Bir sonraki kanal, birinci dünya savaşı belgeseliydi. Bir sonraki kanalda; Jül Sezar, lejyonları ile sefere çıkmadan önce, çadırında sara nöbeti geçiriyordu. Gücün altına süpürülmüş o çaresizliği sezdi. Her parmak vuruşu ile değişen tek şey, daha az zamanın kalmasıydı. Her şey birden çok boş geldi ona. Tatlı bir rüyanın, bozguna uğramış hali gibi… Hıçkırarak ağlamaya başladı…

Uykuya dalmasının ardından üç saat geçmişti ki, bir arama geldi. Uyandığını algılayan ev, hafifçe ışığı yükseltmişti. “Cevap ver” ikonuna dokundu.

“Reha! Hemen televizyonu aç!” diye hararetli bir ses duydu. O uyku mahmurluğu birden uçup gitmişti!

“Açıyorum” bile diyemeden, Halil beyin absürt haykırışını duydu.

“Bu nasıl mümkün olabilir? Sanırım kafayı sıyırdılar!” diye haykırdı, Halil bey.

Haber kanalı aramasına gerek kalmadan, bütün kanallar canlı yayına geçmişlerdi.

Kırmızı bir şeridin üstündeki beyaz yazıyı okuyunca, o da Halil bey ile aynı şeyi düşündü. “Kaya, Mars’ın yörüngesine yerleşti!”

* * *

Uluslararası ay istasyonundan kalkan gemi, dört kişilik mürettebat ile Mars’a ulaşmıştı. Kütle çekim kilidi ile yörüngeye oturan kayaya ulaşmak ve bu anomaliye bir anlam kazandırmak için yüz yetmiş günlük zorlu bir yolculuğu aşmışlardı. Mars’ın yörüngesine giren uzay aracı, tarayıcılar ile cismin ayrıntılı yüzeysel analizini yapmaya başladı.

Haritalandırma işlemi bittiğinde, göze çarpan çok garip bir bulgu ile karşılaşıldı. Kayanın bir bölgesinde, diğer coğrafi özellikler ile birebir zıt bir kayaç oluşumu vardı. Bir fil boynuzunu andıran bu biçimsiz şekil, mürettebatın ilk olarak o bölgeye odaklanmasını sağladı.

Mete, diğer mürettebat üyelerine dönerek: ” Bu Pareidolia etkisi olabilir mi?” diye sordu.

“Muhtemelen öyledir, ancak ziyaret etmemiz gereken ilk yer o bölge olmalı.” diye seslendi, Karen.

“Herhangi bir şekilde bir organizma ile karşılaşırsanız, kesinlikle etkileşime girmemelisiniz. Prosedürlere dikkat etmelisiniz” diye kararlı bir ses duydular. Mürettebat doktoru Jonathan Hayes’e bakan herkes, onaylamış gibi kafasını salladı ama, düşünceleri aynı ortak fikri üretti: “Tam bir işgüzarsın, Jonathan!”

Kayanın yüzeyine doğru inişe hazırlanan gemi, yavaşça önceden hesaplanan rotaya doğru ilerledi. İtki sağlayan füzyon motorları kademeli olarak enerjilerini düşürmeye başlamıştı. İnişi mükemmel bir hassasiyetle gerçekleştiren gemi, ilk ziyaret edilecek bölgeye iki kilometre mesafede idi.

Atmosfer basıncı değişikliği ile eşitlenmiş hangar kapısından, beyaz renkte gazlar uçuşuyor ve devasa kapı bir rampaya dönüşüyordu. Daha önce, Mars görevlerinde birçok defa kullanılan “Mars Transfer Aracı” birkaç modifikasyon ile kayaya uygun hale getirilmişti. Yavaşça rampadan inen araç, ardında garip lastik izleri bırakarak hedefine ilerlemeye başladı. Hedefe yirmi metre yaklaşan araç, engebeli ve ufak kayalık bölgeye yaklaştığı anda, hafif bir manevra sonrası yavaşça durdu. Yavaş hareketlerle araçtan inen mürettebat üyeleri, birkaç adım sonra, karşılarındaki devasa kaya parçasına şaşkınlıkla bakakaldılar. Şaşkınlıklarının nedeni, uzay mekiğinde gördükleri fildişine benzer şeklin, aslında bir kovuk olmasıydı. İşte tam o anda herkes dönerek birbirine baktı. İçlerini saran o korku parıltısının, meraklarına boyun eğmeyeceği aşikârdı. İnsanoğlu merak duygusunu, en son ne zaman dizginleyebilmişti ki!

Kovuğun içine doğru tedirgin şekilde ilerlemeleri, her atılan adımla daha da artıyordu. Yolculuk boyunca birbirleriyle şakalaşan, hararetli tartışmalar yapan mürettebat üyeleri, dut yemiş bülbüle dönmüşlerdi. Herkes etrafına bakarken sessizliği sona erdiren, Andrev Kushev oldu:

“Bunu sadece ben mi fark ettim?” Sağ elinin işaret parmağı ile gösterdiği yere herkesin odaklanması, neredeyse eş zamanlı gerçekleşmişti. Andrev’in işaret ettiği yerde, soluk bir doğrusal çizgi vardı. Takriben yarım santimetre genişliğindeki şekil ile ilgili tartışmaya başlayan mürettebat, ani bir parıldama ile etraflarına bakmaya başladılar. Mürettebat daha ne olduğunun farkına varamadan, saydam bir ışık huzmesi kovuğu kapattı.

Mürettebat kovuğun aniden kapanması ile savunma pozisyonuna geçti. Adrenalin hormonu, ilkel savunma mekanizmalarını harekete geçirmiş; iskelet kaslarına ait atardamarlar ve koroner arterler, daha fazla sıvı akışına hazırlanan nehir yatakları gibi genişlemişti. Göz bebekleri, daha fazla ışığa muhtaç olmuştu. Karanlık en tehlikeli andı onlar için, en savunmasız an! O kapana kısılmış en üstün yırtıcıydı; ama bu savunma yöntemleri, burada ne işe yarayabilirdi ki!

Zaman gerçekten yavaşlamadı; ortak bir zihinsel yanılsama ile, ani karar vermeleri gerekiyordu sadece. Zaman, zihin içinde göreceliydi elbette. Böyle öğretmişti doğa onlara. Mekanik bir organizmadan farklı olmalarına rağmen, aynı koşullarla evrilmişlerdi. Ancak insanlığın aklı, kibir kumaşı ile sarmalanmış bir bohça gibiydi; nereye giderlerse, oraya taşımak zorunda oldukları. Mürettebat hiçbir zaman farkına varamamış olsa da, insanlığın en önemli özelliği olan merak olgusunun altında, sinsice işlenmiş ele geçirme tutkusu vardı. “Ona ulaşabiliyorsam, benim olmalı!” demişti insan!

Ellerinden hiçbir şey gelmedi; sanki endişelerini anlamış gibi, kaya onlara yol göstermeye başladı.

Andrev’in işaret ettiği doğrusal çizginin olduğu bölüm; misafirlerini içeri buyur eden, konuksever bir ev sahibinin yüzü gibi parıldamaya başlamıştı. Işıldama arada soluklaşıyor, sonra tekrar kuvvetleniyordu. Işıldama çoğaldıkça, kayanın yüzeyi saydam olmaya başladı. Ve kısa bir süre sonra bir geçit açılmıştı. Mürettebat üyeleri, sakin adımlarla geçitten geçmeye başladılar.

Geçitte meraklı düşüncelerle boğuşarak yürüyen Mete; attığı son adım ile kendini birden ormanlık bir alanda buluverdi. Görsel korteksi, o farkına varamadan nerede olduğunu işlemişti ancak; tam olarak nerede olduğunu tehlike tamamen geçtiğinde idrak edebilecekti. Aniden oluşan bu değişiklik, bedeninde tarifi imkânsız ürpertilere neden olmuştu. Öne doğru eğildi ve kendine ne olduğunun ayrımına varmaya çalıştı. Bir tehlike olmadığının farkına vardığında; diğer mürettebat üyelini arayan gözlerle arkasına baktı. Birbiri ardına yarılan su öbekleri gördü ve tıpkı kendisi gibi ileri doğru eğilen bedenlere baktı. Korku ile bastırılan bilinçleri tekrar eski haline geldiğinde; kendilerini daha önce hiç görmedikleri bir habitat da buldular.

Görsel bir şölen edasıyla her yer renk cümbüşü ile çepeçevreydi. Büyük ağaçların dalları göğe ulaşıyor; ortak atalarından kalan kadim yaşam izlerini, burada da aramalarına yol açıyordu. Herkes, bu şölenin tadını çıkarır gibi bitkilerin arasından yürümeye başladı. Diğer yerlerden farklı biraz daha açık bir alanda dikildiler ve kimse ne söyleyeceğini bilemedi. Yağmurun çiselemesi ile istemsizce yukarı baktılar ve tepelerindeki göğün bir sınırı olmadığına vakıf oldular.

Kanında ayrıca soğukkanlı kalmasını sağlayan farklı bir salgı varmış gibi; nefes alınabilir hava olduğunu ilk fark eden, Andrev oldu. Karen kolunu tutmadan önce, yaşam destek kaskını koluna aldı ve derin bir nefes çekti. Yüzündeki endişenin, yaygın bir gülümsemeye dönüşmesine müsaade eden Karen’da, benzer bir derin nefesi içine çekti.

Andrev, sırt bölmesinde bulunan, araştırma dronunu yeniden başlatarak aktif etti ve görev parametrelerini girerek uçurdu.

Ellerinde kaskları ile etraflarına bakıyorlar; bu tutarsız fizik kurallarını idrak etmeye çalışıyorlardı. Orman, bir görsel şölen edasıyla uzanıyordu önlerinde. Bitkiler görebildikleri her renk tayfına bürünmüş gibiydi. Göğe uzanan devasa ağaçların arasından, kırmızıdan mora kayan bir sarmaşığa benzer bitki gördüler, hemen karşı tarafında ikili dna sarmalına benzeyen başka bir bitkiyi gördüklerinde şaşkına döndüler!

 * * * 

Mete, göz merceğindeki termal filtreyi açtı ve farklı bir organizma olup olmadığını kontrol etti. Hiçbir termal ize rastlanmadı; ancak o sıcaklık değerlerine odaklandığı için, uzaktaki o soluk boşluğu fark etmesi biraz zaman aldı. Kararlı bir ifade ile, mürettebata seslendi:

“Termal filtrelerinizi açın ve şuraya bakın!

Jonathan Hayes ve Karen Halgriff, dna sarmalına benzeyen bitki hakkında tartışmayı bırakarak, işaret edilen yere döndüler. Andrev ise, o solukluğu Mete ile aynı anda fark etmiş olmasına rağmen, daldığı düşüncelerden bir türlü sıyrılıp cümle kuramamıştı.

“Haydi! Gidelim şuraya!” diye seslendi, Mete.

Karen, Jonathan ve Andrev, işaret edilen bölgeye doğru hep birlikte yürümeye başladılar. Nabız atışları neredeyse aynı hızda atmaya başlamıştı. Karşılaştıkları garip fenomenlere, bir yenisini daha eklemeye neredeyse alışmış gibiydiler.

İşaret edilen yere vardıklarında, önlerinde duran karanlığa bakmaya başladılar. Birbirlerine birçok soru eki barındıran cümle yönelttiler. Her soru, birçok başka sorunun doğmasına yol açtı; bir süre sonra sualler anlamlarını yitiren ses öbeklerine döndüler. Önünde durdukları karanlık; tıpkı ışığı soğurduğu gibi, çaresizce çıkardıkları ses dalgalarını da soğurmuştu.

Karanlığa birçok defa şahit olmalarına rağmen; karşılarındaki karartı, daha önce hiç tasavvur edemedikleri bir siyah tonuydu. Işığın yansıması ile görmelerini sağlayan organları, etraflarındaki ışık fotonlarını delen karanlığı idrak edememiş gibiydi. Kovuğa girdiklerinde, üzerini kaplayan saydam ışık huzmesinin bir benzeri olduğunu düşündüler. Ama mevzu bahis bir kara delik ise, o ışık huzmesinin onlara görünmemesi kadar doğal bir şey olamazdı.

Andrev, Mete’ye dönerek: “Bir kara deliğe mi bakıyoruz yani?” diye sordu.

“Bizim için kara delik ancak, bu fenomeni çözdükleri çok belli!” dedi, Mete.

Andre, gözlerini yerden kaldırarak: “Bu kadar yüksek kütle çekimini nasıl engelliyorlar?” diye seslendi.

* * *

FreeBee adlı dron, Andrev’in göz merceğine sinyal vererek uyardı. Aygıtın kamera görüntüsü, Andrev’in ve diğer mürettebat üyelerinin merceklerine aktarıldı ve herkes sessizliğe gömüldü. Büyük bir mağara olduğu anlaşılan yerde; taşlara oyulmuş insan figürleri, bizonu andıran bir hayvanın kurban ritüelini betimliyordu. Cihaz yavaşça diğer görüntüleri aktarmaya ve içinde bulundukları durumun vahametini daha da gözler önüne sermeye başladı. Akıllarına, kendi uygarlıklarının evrimsel ve kültürel geçmişinin rahatsız edici görüntüsü üşüştü.

“Bu saçmalık da ne böyle!” diye ciddi bir ses tonu ile haykırdı Mete.

“Bu garipliğin bir anlamı olmalı, bizimle dalga mı geçiyorlar?” diye karşılık verdi, Andrev.

Karen, bu sinirli havayı yumuşatmak için, sevimli bir tavırla şöyle fısıldadı: “Evet, bizimle dalga geçen akıllı bir tür! Çok komik!

FreeBee yalpaladı, robotik sesler çıkararak yere düştü ve görüntü aktarımı sona ermeden önce, sinsi bir silüetin o rahatsız edici varlığını gözler önüne serdi. O an, tiz bir ses bütün göğü kapladı. Gök maviden, kan kırmızısı bir hale bürünerek, garip şekiller ve motiflerle bezenmeye başladı.

Mürettebat, aniden bacaklarına monte edilmiş, silahlarına davrandı. Tabanca boyutlarındaki ergonomik silahlar, birkaç hareketle tüfeklere dönüşmüştü. Araştırılan mağara yönünden gelen mekanik ses, gittikçe daha da yaklaşıyordu.

Bitkiler ve çalılar hışırdıyor, yaklaşan gizemin daha da korku yaratmasına neden oluyordu. Mete, tim komutanı olarak, sert bir ses tonu ile şöyle seslendi: “İşaretimi bekleyin!”

“Size zarar vermeyeceğiz, silahlarınızı indirin! Yukarıdaki atmosfer değişimi sadece bir bildirimdi!” diye bir ses zihinlerinde yankılandı. Bu cümleyi kulakları ile duymadıklarına emindiler. Herkes tedirgin de olsa, silahlarını yavaşça aşağı doğru indirdiler. Sonra çalıların arasından, neredeyse iki buçuk metre boylarında, boyuna göre oldukça küçük omuzlara sahip bir varlık sıyrılarak on metre önlerinde belirdi. Metal alaşımına benzeyen bedeni, bir civa gibi alışkanlığa sahipti. İnsan biçimci bir forma bilerek dönüşmüş ve o formu korumak için elinden geleni yapıyormuş gibiydi.

Mete; “Kimsiniz siz? O mağaradaki çizimleri kimler yaptı?” diye sinirli bir şekilde seslendi.

“Bulunduğunuz yer size birazda olsa, cevaplar vermiş olmalı,” diye yankılanan ses, aynı tonlamada devam etti: “o çizimler sizler gibi deneklere ait, denekler bir türlü istediğimiz sonucu vermiyor. Her kodlanan tür, ister istemez inanç sistemleri geliştiriyor, bunun önüne hiçbir zaman geçemedik!”

Mete ve diğer mürettebat üyeleri, yüzlerindeki rahatsız edici ifadeleri gizleyemediler. Karşılarındaki varlığın tanrıları olma fikri bile mide bulandırıcı ve sarsıcıydı.

Karen, yutkunarak seslendi: “Evrimi siz mi yarattınız?*

“Evet, ama biz sadece inşa ediyoruz, sonra sürekli izliyoruz. İlginç bir şekilde her simülasyon, aynı sonuçları veriyor. Sisteminizi de biz oluşturduk, şu an bir kütle çekim yıldızı içindesiniz.”

“Bir kara deliğin içinde miyiz?” diye böldü Karen.

“Evet, medeniyetimiz birçok doğa sistemini çözmüş durumda, ancak sizin tabirinizle belirsizliği hâlâ çözebilmiş değiliz. Oluşturduğumuz hiçbir varlık, teknolojik olarak yüksek gelişim sağlayamadı.”

“Peki, neden bunları bize söyleme ihtiyacı duydunuz?” dedi Andrev.

“Sizi mahsur kaldığınız bu hapishaneden kurtaracak, yeni inşa edilmiş yuvanıza aktaracağız,” varlık, kafasını göğe kaldırarak konuşmasına devam etti: ” bir dünya yılı içinde, içinde bulunduğunuz kara delik kendi içine çökecek.”

“Bu asteroit, bizim için mi inşa edildi? Peki milyarlarca insanı, trilyonlarca hayvanı nasıl kurtaracaksınız?” diye şaşkın bir ifadeyle sordu, Karen.

“Sadece insan türünü kurtaracağız.”

“Nasıl olacak bu?”

“Zamanla öğreneceksiniz, şimdi sizi gezegeninize yollayacağız! Onlara, bu mesajları iletin!”

Kalın bir telin çıkardığı titreşimi hepsi titreyerek hissetti; Karen ve diğerleri daha ne olduğunu anlayamadan, kendilerini birden Dünya’da buldular.

* * *

Yaklaşık üç ay sonra; Kaya’ya transfer edilen insanoğlu, denek olarak yerleştiği kabuğundan sıyrılarak, yeni yuvasına doğru yola çıktı.

Benan Pastaci