Öykü

Sarmal

Unutulmuş büyülü diyarlarda sıradan bir gündü. Cehenneme gözlerini açan bir bebek ve yanı başında doğumdan ölen kanlar içindeki annesi, Nehaneg adındaki kana susamış bu lanetli topraklar için iyi bir sabah ziyafetiydi.

Çok geçmeden can çekişen kadının başına üç gözlü yamuk başlı ucube kargalar gelerek diri diri yemeye başladı. Çığlıkları bebeğinin ağlamalarına karışıyordu. Metruk bir harabedeki bu kanlı sahneyi izleyen kimliği belirsiz bir atlı tırısta gelerek çocuğa yaklaştı. Gelen, ufak bir azınlık dışında kimsenin adını bilmediği ama bu diyarlarda namından sıkça söz ettiren gölge lider Eprinot’tu.

Bu diyarların sakinlerinden beklenmeyecek merhametle çocuğu sevdi. Alnına bir öpücük kondurdu. Zavallı kadına son bir kez baksa da bu tür ölümler bu topraklar için sıradan bir şeydi. Atını dörtnala uzak ufuklara doğru sürerken rüzgârdan üşümesin diye bebeğin üstünü peleriniyle sardı.

Çocuğu kendi gizli karargâhına götürmüştü. Gardiyanlar diyorlardı kendilerine. Basit ve net amaçlarını belli ediyordu. Onlar onurlu yaşamanın son kalan ilkelerini koruyabilmek için birleşmiş gizli bir yeraltı savaşçı grubuydu. Yıllardır; “Minator” lakabıyla tanınan kara hükümdar Zenadar’un demir yumruğu altında sefil düşen Batı Krallığı’nda Haşatorman’ın derinliklerindeki sığınaklarından bu köleliği durdurmaya çalışıyorlardı. Yarı boğaya benzeyen hantal ve enli vücuduyla birlikte ilkel karakteri için Nehaneg’de bu lakapla anılırdı.

Geceleri gizliden gizliye kral ve ona ait ne varsa, asker, mühimmat arabası veya soyluların konvoyları demeden saldırırlar, ateşe verirler ve onların zenginliklerini Ulu Nehir’e atarlardı. Halk arasında kulaktan kulağa karanlık bir örgütün dehşet saçan Minator’a karşı suç işledikleri fısıltısı başını alıp gitmişti.

Bu durum tabi ki kısa zamanda kral Zenadar’ın da kulağına gitmişti. Deliye dönmüştü tıknaz kral. Boğumlu yumruklarını tahtına defalarca vurarak başdanışmanına onları derhal bulup şehir meydanında atlara bağlanmasını emretmişti. Ne var ki bu emrin üzerinden tam iki yıl geçse de, ekibin bir üyesi hariç hiçbiri yakalanamamıştı.

Cesur Hadvar, işkenceyle lime lime edilse de ağzından tek bir kelime çıkmamıştı.

Artık güçleniyorlardı. Yeni doğanları, kimsesizlerin arasından seçerek çocukluktan itibaren yetiştiriyorlardı. Şimdiden iki genç oğlan oldukça hevesli bir Gardiyan olma yolunda ilerliyordu ve bir yenisi de harabelerin arasından filizlenen bir güç gibi aralarına katılmıştı. Adını Undebar koymuşlardı. Bu isim, yerel dillerinde güçlü, kuvvetli anlamına geliyordu.

Zaman geçti. Gardiyanlar ataklarını sıklaştırarak ama maksimum gizliliklerini ustalıkla koruyarak devam ettirdiler. Geceleri kralın devriyelerinden kalan cesetler sabahları sokaklarda bulunuyordu. Boğaza saplanan hançer, gözden girip kafatasını delen dart okları, zehirli kılıçlar ve benzerleri… Bu gölge suikastçı timi kralın canını epey sıkmaya başlamıştı. Artık dış meselelerde geriye çekilip tüm askeri timlerini bu gölgelerde saklananları bulmak için organize etmiş, ekibin liderini bulana tam on bin dinar ödül koymuştu.

Ancak gardiyanlar birkaç hafta arayla üst üste değerli iki ekip üyesini başarısız pusularda kaybedince Eprinot, artık fazlaca rahatsızlık verdiklerinin ve ifşa olmalarının yakın olduğunun farkına vardığından Gardiyanlar’ı bir süreliğine geri çekerek yeniden yapılandırmaya başlamıştı. Uzun aylar ve günler birbirini kovalarken aniden kesilen ataklar Zenadar’ın kuşkularını yükseltse de ölü askerlerini sokaklardan topladığı günlerin sona ermesi ona rahat bir nefes aldırmıştı. Muhtemelen liderlerinin hastalıktan,zehirden ya da bir başka kılıçtan öldüğünü tahmin etse de deneyimli sezgileri daima tetikte olması gerektiğini söylüyordu. Geceleri devriyelerden gelen raporları duymadan yatmıyordu.

Zaman geçtikçe kralın askerlerini avlayan gölge askerler daha az konuşulur oldu. Halk gündelik yaşam sefaletine ve Nehaneg topraklarının köleliğinde hayatta kalmaya odaklanırken efsaneler pek az yer tutardı.

Bu zaman diliminde Eprinot için taktiksel yaklaşımları geliştirdi. Gardiyanlarıyla uzun uzun harekât planları tartıştı. Ekibe sürekli genç bebeklerin yetimhanelerden ve sokaklardan toplanması devam etti. Undebar bu arada oldukça büyümüş ve epey yetenekli bir savaşçı olmuştu. Kendisine rahatlıkla devriye, nöbet ve beslenecek hayvan avı görevleri veriliyor. Kimi zaman tüm Gardiyanlar uyurken bir tek ona gözcülük bırakacak kadar güveniyorlardı. Kendini çok kez kanıtlamıştı. Yeni silahları gerek hırsızlık gerek dövme yoluyla edinmişler, yığınaklarını kuvvetlendirmişlerdi.

Artık sert saldırıların zamanı gelmişti. Önce kralın eli kolu olan, içinde her türlü pisliğin döndüğü hırsızlar ve suikastçiler loncalarının kilit adamlarını şüpheli ölümlerle ortadan kaldırdılar. Çok zorlu iki operasyonla birçok dart oku yarası alsalar da karanlık adamların evlerine kadar girdiler ve lonca başkanları cinayet ve tecavüzden evlerine döndüklerinde tam boğazlarına giren bir çift kılıçla karşılaştılar. Gardiyanlar geri dönmüştü.

Artık son darbeyi Zenadar’a vurma vaktiydi. Dolunayın tepede olduğu, Diana’nın aç kurtlarının delilik içinde uluduğu rüzgârlı bir gecede büyük saldırıyı başlattılar. Saraya giden şarap dolu fıçıların içinde gizlenmişlerdi. Kontrol etmek için yanaşan bir çift muhafızı, fıçılardaki oyuk deliklerden kısık bir ıslık sesiyle atılan zehirli oklarla anında öldürdüler. Surlardaki muhafızların dikkatini çekmemek için at arabasını süren tüccarı saatler öncesinden bayıltıp onun kılığına girmişlerdi. Soğuktan yüzündeki maskeyi çıkarmayan tüccar kılığındaki Gardiyanı kimse maskesini çıkarması için zorlamamıştı. Muhafızlar bile o havada zor dururken bu basit kontrol işini kimsenin uzatmaya niyeti olmamıştı.

Saraya giriş avlusunun içinde fıçılardan çıkıp kenarlıklardaki gölgelerden sessiz bir ölüm gibi süzülerek ana kapıdaki muhafızları da boyunlarından hançerlemişler, yere düşmeden tutup nazikçe ölümlerine yollamışlardı.

Ne var ki içeri girdiklerinden itibaren tanınmaları kaçınılmazdı. Her yerde meşaleler ve muhafızlar vardı. Çok geçmeden alarm çığlıkları duyulmaya başlandı. On beş kişilik az ama ölüm kadar sessiz ve rüzgâr kadar hızlı olan Gardiyanlar, muhafızların yaşadığı ilk şoktan faydalanarak çoğunluğunu oracıkta fırlattıkları bıçaklar ve zehirli kısa kılıçlarıyla kasıklarından, gözlerinden, boyunlarından ölümcül biçimde yaralamışlardı. Can çekişerek yerlerde kıvranan zırhlı muhafızların üstünden hafif ayakkabılarıyla geçen gölgelerin koruyucu gardiyanları ilk katı kolaylıkla atlatmıştı.

Adi kral Zenadar üçüncü kattaydı. Eprinot hayatı boyunca bu anı beklemişti ve herkesten çok ateşli bir öfkeyle, geçen acı dolu günlerin, zulmün, işkencenin, köleliğin intikamını her bir kılıç darbesiyle alıyordu. Kana susamış bir intikam ateşiyle ekibi organize ediyor. Kükremesi saray muhafızlarının korkak kalplerine derin bir korku salıyordu.

İkinci katta zorlu bir karşılamayla kalmışlardı. İlk katın karmaşasından ikinci katta daha hazırlıklı bir savunmayla çatıştılar. Çıkar çıkmaz üzerlerine yağan ok yağmuruna karşı yuvarlak küçük kalkanlarıyla savunmada diz çökerek durdular. Eprinot’un ön görüsüyle kalkanlarını hazırlamışlar ve çoğu oklardan etkilenmeden ilerlemeye devam etmişti. Ne var ki çapraz ateşle geniş salonun dört bir köşesinden atılan oklardan beş tanesi kaçamamış, karın boşlukları ve bacaklarından yaralanmışlardı.

“İleri! Şimdi devam edeceğiz!” diyerek dostlarını kurtarmaya yönelik tüm tereddütleri kesin bir sesle oluşmadan ortadan kaldırmıştı Eprinot. Eğer şimdi başaramaz ve o domuz suratlı Minator parazitini yok etmezlerse tüm silah arkadaşlarının çektiği acılar boşuna olacaktı.

On kişi kalmışlardı. Ancak daha diğer oklarını germeyi başaramadan zırhlı ve şaşkın askerlerin tepelerine dolunayın kutsadığı gölgenin koruyucuları gibi üşüşmüşlerdi. Eprinot, adımını attığı her yerde eskinin, çürümüş ve bozulmuş olanın korkuyla çekindiği daîmi dağılışı getiriyordu. Eprinot’un yaydığı enerji eskiyi yıkan bir dönüşüm aleviydi. Dünyada hiçbir şeyin kaçamayacağı soğuk bir alev gölüydü onun yürüyüşü. Daima adi bir kötülükle dolu olan bozuk mayayı yakarak yerine yenisi için yer açardı. Dünyanın içine tükürüyordu uzun zamandır. Şimdi soğuk alevini ruhsuz yüreklerin tam içine daldırarak yakmanın tam sırasıydı.

Bu öfkeyle kısa kılıcını fırlatıp uzun kaliteli çelikten kılıcını çıkardı ve etrafını saran askerleri yanına bile yaklaştırmadan çift elle dönerek kesme hamlelerini çılgın bir hızla ardı ardına yaptı. Onca kraliyet zırhlı ve iyi ekipmanlı muhafız, yaşına rağmen kendinden beklenmeyen bir çeviklikle savrulan bu kaçınılmaz olanın darbeleri karşısında boğazlarını tutarak kanlar içinde yere yığıldı.

Eprinot’un kılıç dansıyla her bir dönüşünde, zırhlarının boyun, kol altı, dirsekler gibi zayıf bağlantı noktalarını vurmuştu. Kolları kopan, yarılan karnından bağırsakları çıkan askerler sonunu beklerken kendi kanları içinde boğularak debeleniyordu. İkinci kattaki Nehenag’ın karanlık tarihindeki kitaplarda yazacak büyük saray katliamından sonra üçüncü katın kapısını kırarak Zenadar’ın odasına girdiklerinde öfkeyle adını haykırdı ve yere tükürdü.

Zenadar tahtında oturuyordu ve hiç de şaşırmış gibi değildi. Üstü başı kan ter içinde kalan Undebar da bu görüntüyü gördüğü anda Eprinot gibi bir şeylerin ters olduğunu anladı.

“Ben de seni bekliyordum Eprinot. Geri döndüğünüzü anlamadım mı sanıyordun. Siz bütün budalaları aynı yere toplayıp imha edebilmek için bu fırsatı kaçıramazdım.”

Sarı dişlerini göstererek güldüğünde Eprinot ve gardiyanları tahtın arkasındaki gölgelerden çıkan büyücü Mangera’yı gördüklerinde şaşkınlıkla nefeslerini tuttular. Bu kötü şöhretli büyücü tüm kıtada bilinen, adı dehşet ve lanetlemeyle anılan karanlık bir üne sahipti. Ailesini iblislere kurban verdikten sonra şerli bir güce kavuşmuştu. Para,kadınlar,güç ve kurbanlar karşılığında yüksek kralların ve soyluların hizmetinde gezgin bir büyücü olarak en çok parayı verenin pis işlerini yapardı.

Zenadar’ın onu tutabilmesi için hazinesini büyük oranda boşaltması gerekmişti ancak bu Gardiyanlar’ın işini bitirmezse kellesinin gidebileceğini anladığı için altınlara acımamıştı.

Eprinot istifini bozmadan gülümsedi.

“Bu kendi annesini şeytanlara veren piçten korkacağımızı mı sandın? Seni de bu köpekle birlikte çivileyeceğim.”

Undebar, Eprinot’un omzundan tutup direk saldırmaması için engel olmaya çalışsa da liderin haykırışı durdurulamayacak biçimdeydi. Her şeyi göze alarak krala doğru koştu. Mangera alayla gülümsedi. Kara cübbesini havalandıran anormal bir rüzgâr esti. Dudaklarından antik bir lisanın iğrenç kelimeleri döküldüğünde gardiyanların dizleri titremiş, akli dengeleri sarsılmıştı.

Undebar, silah arkadaşlarına ayrık düzende ilerlemelerini haykırarak onları itti ve kendine getirdi. Gardiyanlar, başlarının dertte olduğunu biliyordu ama artık geri dönemezlerdi. Dağılarak salonun farklı bölgelerinden ilerlemeye çalıştılar.

Eprinot krala varamadan Mangera büyüsünü tamamlayabilmişti. İki elinin parmaklarının ucundan yakıcı alev ışınlarını tüm grubun üzerine fırlatmaya başladı. Bir tanesi Eprinot’un tam yüzüne isabet etti. Gardiyanlar’ın lideri, kara büyücünün aleviyle metrelerce geriye savruldu. Kılıcı elinden fırladı. Yere düştüğünde başından gövdesine saran alevlerin içinde feci şekilde can vererek öldü.

Silah arkadaşlarının geri kalanının akıbeti de farklı olmamıştı. Salonun köşelerinde kaçarak, eğilerek, yuvarlanarak alevlerden kaçmaya ve bir yandan kralla büyücüye kılıçlarıyla vuracak kadar yaklaşmaya çalışıyor ama başarılı olamıyorlardı. Kılıç kardeşi Zenda ve Sonya suikast bıçaklarını fırlatmayı başarabilseler de sürekli gelen alevlerden kaçmak için dengesizce yapılan atışlardı ve hedefi ıskalamıştı.

Tehlikeyi fark eden Mangebar anında zehirli dumanla çıkan alevlerini iki kadına yöneltti ve oracıkta onları küle çevirdi. Herkes teker teker düşerken domuz kral Zenadar kahkahalar atarak şişman göbeğini hoplatıyor ve şarabını içiyordu.

Bir tek Undebar kalmıştı. Artık ölüme son anları kaldığını anladığından korunmak ve kaçınmaktan vazgeçti. Kalkanını bir kenara fırlatarak direk hücumla atağa kalktı ve haykırdı.

Mangebar alaycı bir ifadeyle bakıp antik şeytanların ismini söyleyerek ellerini bir nesneyi tutar gibi havaya kaldırdığında görünmez güçlerle Undebar da havaya yükseldi. Kılıcı elinden düştü. Boğulur gibi boğazı sıkılıyordu. Havada ayakları sallanıyor can çekişiyordu. İki elini boğazına götürerek görünmeyen uzantıları tutmaya çalıştı ama eli boşluktan başka bir şeyi yakalayamadı.

“Görüyor musun zavallı onur savaşçısı? Seni de kandırmışlar kendi zehirleriyle. Beni öldürseydin hükümdarlığınız ne kadar sürecekti sanıyorsun? On yıl, yüz yıl?” Zenadar şarabının son yudumunu alarak hışımla ayağa kalktı ve havada debelenen Undebar’ın karşısında durdu.

“Bu sözde iyilik haliniz er geç yine benim gibi ‘kötüler’ tarafından son bulacak ve her şey başa dönecekti. Bunu neden göremiyorsunuz? Bu lanetli dünyanın, Nehaneg ya da başka bir yerde, asla iyi ve güzel olana hizmet etmeyeceğini anlamıyor musunuz? Bu döngüyü göremiyor musun? İyilik, kötülük, ışık, karanlık… Bunların sadece size umut verip ıstıraplarınızı devam ettiren tanrıların yalanları olduğunu anlayamayacak kadar nasıl aptalsınız?”

Kral Mangera’ya bir işaret yaptı ve büyücü Undebar’ın üzerindeki gücü kaldırdı. Genç savaşçı yere yığıldığında öksürerek boğazını tutuyordu. Henüz ölmemişti.

“Mangera, ona döngüyü göster. Bakalım hakikatin dehşetine dayanabilecek gücü var mıymış.”

Mangera keyifle gülümsedi ve gözlerini kapatarak, edindiği tüm şeytani öğretileri Undebar’ın zihnine göndermeye başladı.

Dünyanın oluşumunu gördü Undebar. Tanrıların can sıkıntısından bir oyun ihtiyacıyla yarattıkları bu sahneyi. Hepsi de sahtekâr kukla ustalarıydı. Minyonların ıstıraplarını ve acizce yaşama tutunacakları sahte umutları verirken aşağılık yöneticiler olarak kralları ve cellatları kutsuyorlardı. Bir yandan da melek görünümlü şövalyeleri onlarla savaştırarak bu ucuz dramayı devam ettiriyorlardı. Tüm astral katlarda ve kürelerdeki varlıklar bu can sıkıntısının yansıması olarak amaçsız birer ucubeler ordusu şeklinde güç için savaşıyordu. Bütün yaşam formları başlangıçtaki huzurlu hiçliğin yırtılması sonucu milyarlarca asırdır süregelen acı çığlığının doğurduğu huzursuz yaratıklardı. O tanrılar bile kendi başlangıçlarını bilmiyor, bu kozmik bilmecenin cevabını aramaktan sıkılarak kendilerine oyunlar ve kanlı canlı oyuncaklar yaratıyorlardı. Kötüler ve onları yeneceğini iddia ederek ideolojik güç kazanan şövalyeler, melekler ve şeytanlar… Hepsi perde arkasındaki içgüdüsel güç istencinin kuklası olan piyonlardı. Tüm bu şeytani döngü, spiral sarmal şeklinde kendi içinde dönerek yeni doğumlarla besleniyordu. Dünya kozmik bir canavardı. Tarifsiz uzunluktaki zamanlardan sonra tanrıların insanlar arasında yürüdüğü zamanlar sona ermiş, tuhaf uzak zamanlarda tanrılar bile ölmüştü. Artık geriye onlardan kalan, cinsel şehvetle varlığını sürdürerek kendi kuyruğunu yiyen sonsuz bir Mundus Diabolus- dünyevi şeytan kalmıştı. O içgüdüsel soy devamıyla şeytanlar beslenir ve yeni ıstıraplar birer atölyeden taze kanlarla çıkardı. Sarmal işkence tekrar tekrar dönüp duruyor ve büyük idealleri olanları birer kara delik gibi alayla yutuyordu.

“Hayır,” diye sayıklıyordu Undebar. “Olamaz, hayır!”

Kral alayla gülerken Mangera da gencin yaşadığı umutların çöküşünün yarattığı negatif ağır enerjiyle haz içindeydi ve durmaksızın ona işkence eden gerçekliğin vizyonlarını göndermeye devam ediyordu.

“Ölmeden önce delilikler içinde yanacaksın genç ve aptal savaşçı.” diye alay etti Zenadar.

Ancak vizyonların devamı Mangera’nın kontrolünden çıkmıştı ve beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı.

Eprinot’un çocukluk yıllarından beri ona gizlice öğrettiği Buzul Alev felsefesi, bu en çaresiz zamanında Undebar’ın içinden yeşermişti. Her şeyin sonlu olduğunu, anlaşılmaz kozmik uzaklıklarda çılgın döngülerin bile biteceği fikrini uykularındayken bile Undebar’ın hassas zihninin içine fısıltılarla ekmişti. Eprinot’un bilgelikle ön görüleri doğru çıkmıştı.

Undebar aslında bir mistikti. Dünyanın ve varoluşun sırlarına dair kaçamak tutkusundan anlamış ve mavi renki gözlerindeki dünya dışı derinliğinden ondaki farklılığı sezmişti. Onu bu öğretiyle donatmış, çürüten alevlerin, dünyanın kralı olan aşağılık Rex Mundi’ye, yani güç ve çoğalma istencine karşı tek silahı olduğu gerçeğini aşılamıştı. Her şey sona ererdi. Sonsuzluk bile uzak zamanlarda sona ererek ölü tanrıların harabelerinden bambaşka bir kılıç yükselirdi.

Her şeyi çürüten parçalarını dağıtan soluk mavi alev Undebar’ın gözlerinde yandı. Tüm vizyonlar alev alev yanmaya başladı. Undebar’ın nefesi düzeldi. Sarmal spiraller parçalanarak kokuşmuş karanlıklarının içinde boğuldu.

Mangera hayretler içinde gözünü açtı ve bakakaldı. Vizyon aktarımı bloke olmuş, karşılaştığı tuhaf ve kaynağı belirsiz karşı güçle sersemleyerek geriye yığılmıştı. Undebar kendinden emin bir gülümsemeyle ayağa kalktı. Kral, panik içinde ne olduğunu anlamaya çalışarak tahtından doğruldu ve kendini savunacak bir şeyleri aradı.

Undebar, her daim botunda tedbir amaçlı sakladığı küçük bıçağı çıkararak krala fırlattı. Havada döne döne gelen bıçak, kralın boynuna adem elmasından saplandı. Kendi kanında boğulan sesler çıkarıp anlaşılmaz küfürler haykırarak yere yığılan yılların tiranının gözleri, insanlar üzerinde yarattığı korkunun ta kendisiyle dehşet içinde açıktı. Saniyeler içinde öldü. Korku saçan Minator Kral nihayet sona ermişti.

Mangera şaşkınlık ve sersemlik içinde ayağa kalkmaya çalışırken Undebar hızla yerden kalkan ve kılıcını alarak koştu. Kara büyücü dengesini sağladığında yüzüne yediği kalkan darbesiyle burnundan kanlar fışkırarak tekrar yere yığıldı. Undebar üzerine çullandı. Uzun sarı saçları kana bulaşmış halde gözlerinin önüne inerken, ölümünün geldiğini anlatan keskin bakışlarını pislik suratlı büyücüye dikti.

“Gerçeği bildiğini sanıyorsun. Gerçek, sizin kör cahilliğinizle aldığınız yaşamlar ve çaldığınız gülümsemelerin döngüsü değildir. Gerçeği bildiğini sananlar en büyük yanılgılar içindedir büyücü. Değişimin alevi her şeyi yakar. Onun karşısında hiçbir şey duramaz. Tanrılar ve şeytanlar bile hakikatin soğuk alevinde kavrulmaya mahkumdur. Bunu sana o kokuşmuş iblislerin hiç anlatmadı mı?”

Şimdi alayla gülme sırası Undebar’daydı. Kılıcını büyücünün boğazına sapladı ve başını gövdesinden ayırdı.

Şafak atarken harap olmuş saraydan çıktığında halk onu sevinçle karşıladı. Yılların tiranından kurtulmalarının sevinciyle onun kral olmasını istediler ama o nazikçe reddederek kendi yoluna gitmişti. Onun büyük hegemonyalarla işi yoktu. Huzur içinde kalan yaşamını geçirerek kendini kozmik gerçekliğin alevine teslim etmekten başka hiçbir gayesi yoktu.

Şafağı getiren Gardiyan, ufuk çizgisine doğru yavaşça gözden kayboldu.

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.