Bir rüya daha gördüm. İlkinde nasıl resulüme “Şefaat ya Resulallah” yerine talihli bir dil sürçmesiyle “Seyahat ya Resulallah” dediysem ve o günden itibaren ömrümü adadığım, on ciltlik eserime döktüğüm meşhur yolculuklarıma başladıysam, şimdi de bu rüyayla yeni bir sefere çıkmak farz oldu. Ahirete intikal edeceğim, lakin bu bir nihayet olmayacak fani bedenim için. Bu fevkalade bir seyahat, benzersiz bir keşif olacak Allah’ın izniyle.
Çok gezip dolaştım, bu satırları okuyorsanız gayet iyi bilirsiniz. Destekçim eksik olmadı, nereye gitsem el üstünde tutuldum. Kimi zaman bizzat hünkârımızın himayesinde, kimi zaman paşalarıyla, dostlarıyla birlikte yol teptim. Şöyle bir yol yordam tutmuştum kendime: Evvela vardığım bölgenin yöneticileriyle görüşürdüm, bölgenin kayıtlarını incelerdim, ileri gelenlerden bolca istifade ederdim. Ardından halka karışır, bizzat gezip görür, yaşar, tecrübe ederdim. Her öğrendiğimi ölçüp biçtim, tek tek detaylarıyla kaleme alırdım. Yarım asırdan fazla, tam elli bir sene boyunca yaptım bunu. Elbette ben de her fani gibi ihtiyarladım. Vücudum seyahatlere gelmez oldu, dermanım tükendi. Ne bir dostum kaldı ne düşmanım; künc-i vahdete çekildim Mısır’da. Sadece yazdım, okudum, düşündüm ve uzun uzun ölmeyi bekledim.
Lakin işte kader beni taze bir yola sevk etti. Geçtiğimiz ramazan ayının son şafağında ikinci büyük rüyamı gördüm. Bu kez peygamberimiz değil Azrail’di bana kendini gösteren. Yalvarıyordum, “Beni al artık, bu âlemde yapacak bir şeyim kalmadı,” diyordum, oralı olmuyordu. Çevremdeki herkesi sırayla götürüp duruyordu ama nedense bana dokunmuyordu. Sonunda öfkelendim, “O halde ben de sensiz giderim,” dedim. İşte o vakit dönüp baktı bana. O dipsiz gözleriyle ruhumu deldi. Dağ gibi bedeniyle üzerime eğildi. Tir tir titredim altında. Aslen maddeden değil, dumandandı sanki. Nefes alıp verirken, yürürken, hatta sadece dururken bile etrafındaki maddeyi bozuyordu. Sanki ışığı bile büküyor, içine çekiyordu.
Gök gürültüsü gibi bir sesle, “Seni ben almayacağım ihtiyar!” dedi. “Fakat bilirsin ki seyahat yolu açıktır sana. Nereye istersen oraya git!”
İşte böylece uyandım. Mısır’ın yakıcı güneşi, ufak pencerenin tülünü aşıp odamı doldurmuştu. Peşine camdan öyle tatlı bir rüzgâr girip havalandırdı ki ortalığı, peş peşe cehennem ve cenneti yaşadığımı zannettim. Kararımı o yataktan çıkmadan verdim: Dediğini yapacaktım. Ahireti Azrail’siz görecektim. Ölmeden ölüme seyahat edecektim. Gayesizlikten kuruyup solmuş zihnim bu düşünceyle su bulan çöl bedevisi misali zevke geldi, neşe doldu. Kudretim ve kuvvetim, gençmişim gibi hissettirdi. Gözlerim ferini buldu. Fırlayıp kalktım. Âdetim olmamasına rağmen ağzıma tek lokma almadan kendimi Kahire’nin tozlu ve sarı sokaklarına attım.
* * *
Seyahatnâmelerim her gittiğim yeri en ince ayrıntılarıyla tasvir eder gibi görünür amma velakin kendime sakladığım şeyler de vardır. Bilhassa açıklamakta zorlandığım, aklıma, mantığıma veyahut inancıma uymayan deneyimlerden ya üstünkörü bahsederim ya da hiç yazmam. Şimdi onlardan birinden bir kuple de olsa bahsetmek lazım geldi.
Mısır çoğunlukla Müslümandır ve burada da büyü her iman sahibi için uzak durulması gereken büyük bir günahtır. Lakin seneler evvel Mısır gezmelerimden birinde, Uzakdoğulu bir büyü erbabıyla tanışmıştım. Sadece buralarda değil, Devlet-i Aliyye’nin hiçbir toprağında rast gelemeyeceğiniz Nepalli bir şaman idi. Bana ruhu bedenden geçici olarak ayıran bir yöntemden söz ettiği hatırıma geldi. Dünyanın farklı farklı yerlerinde yetişen ve asla aynı coğrafyada hepsi birden bulunamayan on iki çeşit bitkinin karışımından bir iksir yapılırmış ve birtakım ritüeller eşliğinde içilirmiş. Aslında geldiği yerde, bir inisiyasyon adımıymış bu deneyim. Tarikatlarının geleneklerine göre bir aşamadan diğerine yükselmek maksadıyla adayın ruhunun bedeninden ayrılması gerekiyormuş. Bunu tecrübe etmeden üstün varlıklarla temasa geçilemezmiş çünkü. Lakin riski büyükmüş. Hem herkese tesiri aynı olmazmış. Birtakım mantarların yahut uyuşturucu maddelerin yaptığı gibi hayaller görmekten öteye geçmezmiş çoğunluğun tecrübesi. Daha nadir olmak üzere, bedenine dönemeyenler de vakiymiş -ki o vücut kendi kendine yaşamaya devam edermiş. Ta ki kendiliğinden ihtiyarlayıp toprağa karışana kadar.
Beni kendi tarikatının deneyimleri ilgilendirmiyordu, zerre kadar olsun inanmıyordum da. Fakat o büyücü bir başlangıç olarak işime yarayabilirdi. Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış misali meşakkatli bir serüvene atılmışsam bile bir yerden başlamam gerekiyordu.
Naob’du şamanın ismi. Manasını bilmem ama namı, sureti hatırımda. Rüyanın sabahı yataktan bir delikanlı edasıyla fırlarken her cümlesi kafamda canlanıvermişti. İhtiyarlıktan tekleyen zihnim, bu hatırayı sanki önüme sermek için nicedir bekliyordu. O yüzden Kahire sokaklarına çıkmıştım zaten. İlla benzetmek lazım gelirse, şu ‘Evreka’ diye haykıra haykıra dolanan Arşimet’in az buçuk giyinik haliydim işte.
İlk bulduğum arabacıya, dediğinin iki katı para takdim edip beni çabucak Naob’un şehir dışındaki terk edilmiş köyüne götürmesini istedim. İsmi yine apaçıktı kafamda: Karakum Köyü. Bu adı işitince arabacı irkildi. Güya tekin değildi orası. Boşuna terk edilmemişti ya asırlar evvel. Kim bilir ne cinler ne yaratıklar mekân bellemişti Karakum’u…
Fiyatı bir kez daha ikiye katladım, mırın kırın etse de ikna oldu. Dört saatlik bir seyahatten sonra –elli bir senenin yanında küsurat bile sayılmaz– köyün girişinde bıraktı beni. “İhtiyar adamım, yürüyemem, biraz daha götür,” dedim, oralı olmadı.
İndim el mahkûm. Buna da şükür, dedim. Neyse ki Naob’a kavuşmam çok sürmedi, hatta o beni buldu. Hayattaydı. Yirmi senedir hiç yaşlanmamıştı veyahut zaten yirmi sene önce de ziyadesiyle yaşlıydı, bilemiyorum.
“Hoş geldin,” dedi. “Ben de seni bekliyordum Evliya.”
O kadar uzundur görüşmemiştik ki beni hatırlayacağını sanmazdım. Geleceğimi nereden bildiğini sormadım. Büyüleriyle alakadar görünmek istemiyordum. Şaşırdığımı belli edip haz duymasını sağlamak da. Galiba sevmiyordum ben bu herifi. Ayrıca dinime halel getiren hiçbir şeye karışmak niyetinde değildim.
“Ölmem gerek benim Naob,” dedim. “Bana bir yol yordam gösterirsin belki diye…”
“Biliyorum,” dedi lafımı kesip. “Rüyamda bildirildi. Sabah erkenden kalkıp iksirini hazırladım bile.”
Bu kadarı fazlaydı. Kendimi zor tuttum hayret nidası koyuvermemek için. Gılgamış, aradığımı bu kadar kolay elde ettiğimi duysa hasetten çatlardı muhakkak.
Bol hasbihâlli bir yürüyüşle evine doğru yola düştük. Birbirimize oradan buradan havadisler verdik. Gerçi veren taraf ziyadesiyle bendim. O ise bambaşka âlemlerden saçma sapan hikâyeler anlatıp durdu.
Köy pek değişmemişti. Çölle kaplı bir bölgenin içinde kayalıklar arasına sıkışmış küçücük bir yerleşim yeriydi bir dönem. Toprağında çöl kumu olmadığından Karakum denilmiş. En cafcaflı döneminde nüfusu yirmi haneye çıkabilmiş. Toprağı verimli olsa da arazileri geniş değildi, yine de herhalde insanlar bir şekilde geçinebiliyordu. Şimdiyse yarım asırdır sadece Naob yaşıyor idi.
Evi o kadar ağır kokuyordu ki boğulacak gibi oldum. Fark etti rahatsızlığımı. Bir maşrapa içinde renksiz sıcak sıvıyı çabucak getirdi, sundu. “İksir bu,” dedi. Emin olup olmadığımı sorgulamadan uzattı iyice. Koklamamak için elimden geleni yaparak tek seferde mideye gönderdim.
“Bedenini güzel bir tabuta koyacağım Evliya, merak etme,” dedi maşrapayı iade edişimin peşinden.
“Ne demek o?” dedim.
“Neler olacağını anlatayım sana. Birazdan gözlerinin önünde rengarenk baloncuklar uçuşmaya başlayacak, sakın korkma. Sonra sarhoş gibi olacaksın ve çok tatlı bir uykuya dalacaksın. Yüreğinin atışları ve nefesin seyrekleşecek, kanın çekilecek. Vücudun o kadar yavaşlayacak ki kalbin günde bir kez atacak, haftada bir nefes alıp bir nefes vereceksin. Öte âlemde geçirdiğin her dakika belki burada aylar, yıllar sürecek. Döndüğünde ben hayatta olmayacağım bile. O yüzden de seni uzunca bir zaman korumak gerek.”
Kafam karışmıştı amma velakin iksir tesir etmeye başlamıştı. Zira bahsettiği baloncuklar karşımda uçuşuyordu ve uykum geliyordu.
“Sen bana bırak her şeyi. Ben ne yapacağımı biliyorum,” dedi. “Karşılığında şu anda üstünde olan ne varsa alıkoyacağım. Helal et. Zaten döndüğünde muhtemelen artık işine yaramayacaklar.”
Uyku öyle bastırmıştı ki zor işitiyordum adamı. Az önceki boğucu koku da değişmiş, sanki hoş bir yasemin esintisine dönüşmüştü. İlk rüyamdaki Hz. Ali’nin kokusu misali…
“Firavunlar gibi mi olacağım?” diye sordum zar zor. Onların da aslında ölmediği, belki yüzyıllar sonra tekrar dirilecekleri söylenirdi.
“Hayır,” dedi. “Benim diğer kardeşlerim gibi olacaksın. Bana bırak sen. Ama son bir gayretle ayağa kalkıp benimle gelmeni rica edeceğim.”
Balonlar, geometrik şekillere dönüşmüştü. Meşhur Pisagor her daim böyle mi görüyordu acaba cümle âlemi? Sağım solum 3-4-5 üçgenleriyle doluyor, sonra yerlerine dikdörtgenler ve paralelkenarlar geliyor, ardından yarım daireler, hilaller, yamuklar belirip kayboluyordu.
“Kendimi sana emanet ediyorum Naob,” dedim nihai olarak. “Uyandığımda yazacak bir cildim daha olacak.”
Güldü. Fakat iyi niyetli miydi yoksa şeytani bir tarafı var mıydı, çözemedim. O kadar bitkindim ki asırlarca uyumak istiyordum.
Alnıma dokundu. Eli çok sıcaktı ya da cildim çok soğuk. Ayağa kaldırdı vücudumu. Büyülenmişçesine dikildim ayakta. Koluma girdi ve evin orta yerinde zeminde bir kapak açtı. Oradan aşağı merdivenler iniyordu. Oysa zemin kattaydık. Beni ölülerin mekânına mı götürüyordu? Toprağın derinliklerine? Bu terk edilmiş köydeki, olmayacak bir adamın evinin altında, kıyamete kadar bulunamayacak mıydı mezarım?
Sonrasını hatırlamıyorum. Daha doğrusu fani dünyamızdaki sonrasını…
Zira çok geçmeden eskisinden de dinç halde dirildim ve kendimi bulutların üzerinde buldum.
* * *
Kâinatın en güzel çocuğu karşıladı beni. Çocuk diyorum, zira bu kadar masumiyet yetişkin bir insanda olamaz. Pürüzsüz, mükemmel, imkânsız derecede güzel bir siması, altından saçları, yaşsız ve cinsiyetsiz bir bedeni vardı.
Yürümüyor, süzülüyordu. Üzerinde tül benzeri bir kıyafet taşıyordu. Taşımak fiili pek uygun düşmedi. Sanki bedeninden kendiliğinden belirmiş kıyafetlerdi bunlar. Bir kaplumbağanın kabuğu gibi…
Beni öyle bir neşeyle karşıladı ki bu çocuk, kendimi arınmış, dinç ve taze hissettim. Değerli ve çok mühim bir zat idim o an. Çoktandır ilk kez.
“Sen bir melek misin?” diye sordum.
İnci beyazı dişleriyle gülümsedi. “Evet,” dedi. “Sizi edebi mekânınıza götürmek için buradayım.”
Bu yanıtından irkildim. Gerçekten vefat etmiş olmayayım, diye düşündüm. “Geleceğimi biliyor muydun ey Allah’ın yüce elçisi?” diye sual ettim.
Yüzüne bir şüphe ifadesi oturdu. “Aslında nadiren böyle şeyler vuku bulur ama malumatım yoktu. Ben de geldiğinizi bizzat fark edip sizi karşılamaya karar verdim. Belli ki cennete gitmeye hak kazanmışsınız.”
“Evet, öyleymiş, Cenab-ı Hak beni bu mekâna layık görmüş,” diye yalan söyledim.
“Elimi tutun ve gözünüzü kapatın. Biraz başınız dönebilir,” dedi. Talimatını sükunetle yerine getirdim.
Bu dediğime şaşırmayacaksınız lakin cennet ‘gerçekten’ muhteşem bir yerdi. Tarifi namümkün. İşittiğin, kokladığın, dokunduğun her şey ayrı ayrı haz veriyor, gördüğün her manzara içini açıyor. İyi ki ölmüşüm diyorsun ekseriyetle. Dünyadayken fevkalade bir şey olduğunda etkisi çok çabuk geçiyor, malum. Hemen yeni bir arayışa veriyorsun kendini. Ama burada öyle değil. Buradaki keyif kalıcı. Hazzın daha farklı tonlarına ulaşmak için canın isterse kendin vazgeçiyorsun, sıkıldığından değil.
İslam kaynakları, bu mekânı tasvir ederken abartmıyormuş. Nehirler, şaraplar, huriler, hepsi fazlasıyla mevcut. Arzu ettiğin kadar arkadaşın var ve hepsi sadece senin için var edilmiş. Her sevdiğin insan, istediğin yaştaki haliyle karşında beliriyor, sohbet ediyorsun ve bittiğinde tam zamanında ayrılıyorlar. Dilediğin her mekân anında oluşuyor. Aslında cennetin güzelliği burada tanrısal bir güce kavuşmak. Gerçeklik, senin arzularına göre şekilleniyor. Dolayısıyla her kişinin cenneti kendine has. Bunu anlamam kolay olmadı, belki anlamazdım da. Belki hakikatte hâlâ ölmemiş olmamın payı var bu farkındalıkta.
Bu hazların içinde belki aylarca, yıllarca, hatta belki asırlarca dolanıp durdum. Hepsini, hatırladığım ayrıntılarıyla sonraki bölümlerde başlık başlık anlatacağım. Fakat bu önsöz mahiyetindeki kısımda yalnızca ana hatlardan bahsetmek ve sadede gelmek isterim. Bir nevi özet olsun.
Cennette geçirdiğim belirsiz zamanın sonunda esas gayemi hatırladım. Bu da zor oldu; irademi sonuna kadar kullanmam gerekti. Kalmak için değil, keşif için gelmiştim ve yeterince veri toplamıştım. Bundan sonrasında da görülecek, deneyimlenecek elbette sonsuz şey vardı ama sonsuzluk yazılamaz. Yazılabildiği kadarında kalmam lazımdı.
Dolayısıyla beni karşılayan o ilk gördüğüm meleği aradım. Yanımda olmasını istedim. Derhal karşıma çıkıverdi.
“Sana yalan söyledim ey yüce varlık,” dedim.
“Siz mi? Ama bu mümkün değil,” dedi. Belki yüz binlerce yıldır bu işi yapıyordu ama bir cennet sakininden böyle bir cümle işitmemişti.
“Benim cehenneme gitmem gerekiyordu. O yüzden sana haber vermemişler geleceğimi. Bir yolunu bulup cennet kapısına ulaşmıştım.”
“Öyle mi?” dedi. Bunu nasıl becerdiğimi sorgulamadı. “O halde sizi kızıl meleklerden birine aktarmam lazım.”
“Nasıl uygun görürsen,” dedim, boynumu bükerek.
Evet, bu iş de bu kadar kolay oldu. Kızıl melek dediği herhalde zebani olarak tarif edilen yaratıklardan başkası değildi. Bir nevi tayy-i mekân yaparak tam da beklediğim gibi bir ortama geçtik: Karanlık, kızıl tonlarda ışıkların dalgalandığı, sıcak mı sıcak bir mağara.
İki boynuzundan tekinin ucu kırılmış, üç metre boyunda, kambur ve iğrenç görünüşlü bir mahluk karşıladı bizi. Benim saf melek, ruhumu ona teslim edip gitti.
Bunun da benzer tür meleklerden olduğu aşikârdı, çünkü çok saftı. Görünüşü ilk anda insanı ziyadesiyle dehşete düşürüyordu ama zamanla korku değil, acıma dürtüsü uyandırıyordu.
“Beni cezamı çekeceğim nihai mekânıma götürmeden evvel biraz gezdirir misin?” diye sordum. Bu talebim nedense hoşuna gitti. Büyük bir hevesle cehennemi dolaştırdı bana. Hatta bu esnada rahatsızlık çekmeyeyim diye sıcaklığı ve acıyı algılamamı kıstı. Böylece rahatça, inleyip oflamadan sohbet de edebildik.
Ömrüm boyunca bu kadar tatlı bir muhabbet tecrübe etmemiştim. Çok nahifti ama hem fani dünya hem de ahiret hakkında o kadar bilgi ve kültür sahibiydi ki inanamadım. Benim kadar meraklı birini daha evvel hiç görmediğini, genelde buraya düşen insanların korkudan akli melekelerini kullanmaktan aciz hale geldiklerini anlattı. Çıldırmakta haksız değillerdi. Cehennemde gördüklerim bu özet kısmında anlatılacak gibi değil. Ayrıntıları nasıl tekrar zihnimde canlandırıp kaleme alacağımı bilemiyorum ama eserimin son bölümünde elimden geleni yapacağım. En kısa haliyle; herkes fani dünyadaki en büyük korkularıyla tekrar tekrar sınanıyor orada. Ruhlar, yok olmak için yalvarıyor.
“Yalan söyledim,” dedim sonunda kızıl meleğe. “Ben buraya ait değilim. Cennete kabul edilmediğim gibi cehenneme de layık bulunmadım henüz.”
İdrak edemedi. Tüm öykümü anlattım ve hayatında duyduğu en ilginç hikâye olduğunu söyledi. “Seni Azrail’e teslim etmem gerekiyor o halde,” dedi. “Bir ruhu bedenine geri gönderme kudreti başka kimsede yok. Bir ihtimal, onu kandırdığın için sana kızıp geri buraya yollar.”
Ben daha herhangi bir yanıt vermeden, o rüyamda gördüğüm Azrail karşımda belirdi. Ortam da değişmiş, daha tanıdık bir mekâna dönüşmüştü. Zemin toprak, gökyüzü yıldız kaplı bir örtüydü. Ama bir huzursuzluk, tekinsizlik yayılıyordu. Belirsizliğin ortasındaydım. Araftaydım. Nutkum tutulmuştu. Azrail önümde büyümüş de büyümüştü. Rüyamda gördüğüm melek onun sadece minik bir yansıması olmalıydı.
“Ölmekte acele etmişsin,” dedi sisli sözcüklerle. Sözcük bile kullanmamıştı aslında. Üzerime anlam üflemişti. Bu nasıl bir kudretti yarabbi! Azrail böyleyse Kadir-i Mutlak Yaradan nasıldı kim bilir… Allah’ın bir dirhem nurunun dağdaki yansımasını gören Hz. Musa’nın bilincini yitirmesi şaşırtıcı gelmiyordu şu hâldeyken.
“Beni affet,” deyip diz çöktüm. Gözlerimden istemsizce boşalan damlalar Araf’ın çorak toprağını suladı.
“O bana düşmez,” dedi. “Seni dünyana ve fani vücuduna geri yollayacağım, sonunu senin seçimlerin belirleyecek. Her zaman olduğu gibi.”
Dualar ettim, şükürler ettim, gözlerimi kapatıp açtım ve bir tabutun içinde ayıldım. Öksürdüm, öğürdüm, titredim, kasıldım. Tabutun kapağını üzerimden attım kuvvetimi toplayınca. Yeşil bir örtü altındaki tahta yana devriliverdi. Karanlıktı. Kalkayım dedim, bacaklarım tutmadı, sürüneyim dedim, kollarım karıncalar basmışçasına uyuşmuştu. Öylece kanın bedenime yeniden yayılmasını bekledim tabutta. Hâlâ Naob’un evinde olduğumu umuyordum. Gözlerim karanlığa az buçuk alışıp da uyuşukluk azalınca kendimi tabuttan kurtardım. El yordamıyla Naob’un beni indirdiği merdivenleri aradım, çok geçmeden buldum, dualar ede ede tırmandım ve kapağı ittirdim.
Kilitli değildi ama ağırdı. Ama bu karanlıkta kalamazdım. Göğsümde kabaran panik, bana kudret bahşetti. Kapak yerinden kalkıverdi. Dışarı çıktım ve oracıkta bayıldım. Kim bilir ne kadar zaman sonra aynı yerde kendime geldim. Ev ıssızdı, her tarafım ağrıyordu. Hasta gibiydim ve çok yaşlıydım. Ahireti özlediğimi fark ettim. Cehennemi bile. Bu dünyada olmak, bedenin ihtiyaçlarını giderme zorunluluğu getiriyordu. Su buldum, içtim. Yiyecek buldum, yedim. Biraz dinlendikten sonra kendimi evden dışarı attım.
Tahmin ediyordum ama yine de şaşırdım: Burası bildiğim Karakum değildi.
Etraf sık ağaçlarla kaplıydı. Diğer hanelerin çoğu külliyen yıkılmış, enkazlarından ufak tefek şeyler kalmıştı. Bulunduğum evin önünden, ormanın içlerine doğru bir patika uzanıyordu kıvrıla kıvrıla. Arkamı dönüp evi kontrol ettim. Yanılmıyordum, burası Naob’undu.
İhtiyar bedenimle, beni taşıyacak bir araç da olmadan buradan Kahire’ye yürüyerek gitmem gerekecekti. Biraz düşünmek ve yolculuğa hazırlık maksadıyla içeri dönecekken, patikadan horul horul bir canavar böğürtüsü geldi.
Tarif etmesi güç bir şey, süratle tozu dumana katarak yaklaştı. Dört tekerli bir ulaşım aracı olduğunu anladım. Fakat bu garip arabayı çeken ne bir at vardı ne de sığır taifesinden bir hayvan. Üzerinde tek bir kişi oturuyordu. Zırhlıydı. At biner gibiydi ama bir tuhaftı. Araba ayaklarımın dibine kadar yaklaştı, durdu. Gürültü kesildi. Sürücü, zırhının başlığını çıkardı. Altından beyaz tenli, çekik gözlü, genç bir kadın çıktı. Şaşkınlıktan ağzı açık kalmış, bir mucizeye tanık olduğunu bilen bir kadın…
Araçtan –sonradan ATV diye bir arazi aracı olduğunu öğrenecektim– indi, aramızdaki iki-üç adımı kat etti. Beni baştan ayağa süzdü.
“Evliya Çelebi?” dedi tuhaf bir Arapça aksanıyla. “Sensin bu! Uyanmışsın!”
“Doğrudur, o namla bilinirim ve uyandım,” dedim. “Sen kimsin? Hangi zamandayız?”
“Miladi takvime göre 2023,” diyerek evvela son sorumu yanıtlamış oldu. “Naob büyük büyük büyük babam olur. Asırlardır uyanmanı bekliyoruz. Konuşacak çok şeyimiz var Yüce Seyyah.”
Heyecanı gittikçe artıyordu. Eli ayağına dolaşmıştı.
“Galiba son ve en uzun seyahatimden de sağ salim dönmeyi başardım,” dedim. “1685 idi Naob bana iksirini içirdiğinde.”
“Üç yüz otuz sekiz sene,” diye hesapladı hemencecik. “On birinci cildi yazmak için hazırsın değil mi? Bunun için sana hemen bir bilgisayar… Ya da en azından bir daktilo bulmamız lazım.”
Seyahatlerimde ne görürsem ne tecrübe edersem yazıp eser haline getirmek bana vasiyet edilmişti, elbette yazacaktım. “Kalem ve kâğıt kâfi,” dedim.
- On Birinci Cilt: Ebediyet - 18 Eylül 2023
- Resim Falı - 1 Temmuz 2020
- Unutulma Cezası - 1 Temmuz 2019
- Yaratma Eylemine Dair - 15 Haziran 2018
- Yaşamayı Beklerken - 15 Haziran 2017
Sonu güzeldi. Biraz farklı bir anlatım tarzı vardı. Hz. İdris, SAV. hakkında böyle hikayeler vardı. İşin içine şamanvari ekleme vardı. Cennet ve cehennem tasvirleri daha iyi olabilirdi.