~
Not: Bu öykü 2009 Aralık Kayıp Rıhtım seçkisinde yazmış olduğum “Külün Gülleri“nin devamı niteliğindedir.
~
– Spider Man, Hulk’u yenemez! diye gözünü devirdi Tacettin.
– Yener… Bir kere zaten Hulk sinirlenmediği sürece aşırı tehlikeli olmuyor… Spider Man’inse örümcek hisleri var… dedi arkadaşının kolunu hafif tutup Erkan
Şşşt, diye işaret etti Tacettin kolunu usulca çekip. Gözleri beş – altı kilometre ötede tüten dumanlara takılmıştı. İki çocuk gözleri parlayarak dumanlara baktılar, bir süre oldukları yerde kalakalmışlarsa da gözlerinde heyecan ve evet, biraz da korku olduğu halde dumanlara doğru koşmaya başladılar. Bir süre koştuktan sonra yorulup yavaşladılar, nefes nefese kalmışlardı. Gün boyunca okulda tenefüslerde bir topun peşinden gittikleri için, gün sonunda yorgun argın kalakalıyorlardı…
*
Evleri karşılıklı iki çocuktu Tacettin ile Erkan.
Orta ikiye gidiyorlardı, bebeklikten beri birlikte büyümüşlerdi. Hemen hemen tüm zevkleri ortaktı iki kafadarın… Sık sık çizgi film karakterlerinden, tuttukları futbol takımlarına kadar çoğu konuda tartışır hatta zaman zaman atışır ancak daima kardeş olarak bilirlerdi birbirlerini… Tabii, çocukluk işte…
Şimdi sarı saçları hafif dalgalanan Tacettin’in yanında nereye koştuğunu bilmeden bir numaraya vurulmuş dazlak kafası ışığını yavaşça dünyadan çeken güneşin altında son kavruluşlarını yaşarken koşuyordu Erkan. Ailesi ikizi Erkin’le ayırt etmek için bazen ikisinden birinin saçlarını tamamen kestirirdi. Sırayla; bir Erkin’in, bir Erkan’ın. Erkin daha ketumdu, nasıl derler; içine kapanık. Aynı okulda, farklı sınıflarda, okuyan kardeşler genelde pek konuşmazlardı. Yin-Yang gibilerdi ancak Erkin, biraz fazla ‘siyah’tı. Neyse, derdimiz Erkin değil… Daha siyah bir şeyler var ufukta…
*
Siyah dumanlar öksürtmeye başlamıştı iki çocuğu. Erkan, önlüğünün koluyla ağzını kapatmış ve Tacettin’e bakmaya başlamıştı. Tacettin ise dumanlardan ziyade geldikleri yolun ilerisine bakıyordu. Bakışlarını takip eden Erkan bir taksinin ilerlediğini gördü.
Dumanları eliyle hafifçe dağıtıp küllenmiş ev(?)in üstünde gezinmeye başladı Tacettin. Erkan da sessizce arkadaşını izlemeye koyuldu; bir yandan da bu yangın yerine, bu çöküntüye bakıyordu hayretle. “Burada…” diye fısıldadı, sesinin duyulmasından korkarak, “… ne olmuş?”
Tacettin bir an boşluğa baktı, hatta öyleydi ki Erkan korkmaya başlamıştı. Neyse ki konuşmaya başlamıştı tez zamanda: “Bir yangın…”
Sözlerine devam edecekken kaşlarını çattı, birkaç adım ileri gidip eğildi ve toprağı hafifçe eşelemeye başladı. Tüm bu kara dumanlara, grimsi küllere nazire yaparcasına bembeyaz top gibi bir şey çekti topraktan. Erkan dumanları unutmuş, koşar adım yanına seyirmişti Tacettin’in ve büyülenmiş gibi elinde tuttuğu ‘şey’e bakıyordu. Tacettin’in de pek bir farkı yoktu gerçi…
Sol elinin işaretparmağıyla baş parmağı arasına aldığı ‘şey’i havaya kaldırıp güneşe tuttu Tacettin. Gülümsedi. Bu gülümseyiş Erkan’ı korkutmuştu, yıllardır tanıdığı dostu kardeşi bir anlığına yok olmuştu adeta. Dudakları kenardan kıvrılmıştı, gözlerinde farklı bir renk belirmiş gibiydi; aşırı parlak bir kahve… Neyse ki yok olmuştu bir anda bu ifade… Erkan tekrardan Tacettin’in elindeki ‘şey’e baktı. Bu bir… Gözlerini kıstı, gerçek olabilir miydi?
– Bu cidden de… diye konuşmaya girişti, Tacettin boştaki elini kaldırıp susturdu Erkan’ı.
Hayran olmuş gibi bakakalmıştı elindekine… Bu bir yumurtaydı.
Gözünü kapatıp avucunun içinde yuvarladı küçük parlak beyaz yuvarlağı; sonra aniden hareketliliği durdu vücudunun. Ayaklarından başlayan belli belirsiz bir titreme oluşuyordu… Erkan korkmaya başlamıştı ki, derin bir nefes koyverip gözlerini açtı Tacettin. Korku, mutluluk, haz gibi tonlarca duygu barınıyordu gözlerinde. Karşıt, eş duygular iç içe yüzüyordu adeta küçük çilli suratında…
Erkan dostunun omuzlarından tutup hafifçe sarstı, birkaç saniye sonra kendine gelmişti Tacettin. Hala ellerinde sımsıkı tutuyordu yumurtayı. Şok olmuş gibi bakıyordu… Ağzı bir karış açılmıştı, bir müddet hareketsiz kaldıysa da yüzünü buruşturup iki büklüm oldu. Acı çekiyor gibiydi, soluk soluğa kalmıştı. Açık ağzından sık nefesler alıp veriyordu. Titreyerek ellerini karnına bastırıp usulca doğruldu, nefesi sıkışmış gibiydi.
Elini hafifçe araladı, ufak bir duman süzülüyordu avuçlarından… Belli belirsiz bir inilti süzüldü dudaklarından. Ürkek bakışlarını Erkan’a doğrulttu, “Gördün mü?” diye fısıldadı… Hem korku, hem de heyecan vardı gözlerinde. “Neyi?” diye fısıltıyla cevap verdi Erkan, korkmuştu.
– Gök… karardı…
Erkan kaşlarını çattı.
– Bir an her şey masmavi oldu sonra sonra… derken belli belirsiz adımlarla caddeye yürüyordu Tacettin
Yanık ev tüm büyüsünü kaybetmiş gibiydi…
İki çocuk, artık aralarına giren eski saf dostluklarının ortasında koca bir yumru şeklindeki yeni nesneyle beraber evlerine gittiler.
* * *
Annesine her zamanki sarılmasının aksine ayak üstü “merhaba” deyip odasına gitti Tacettin. Düzenli kitaplığı duvara yapışıktı, onun hemen yanındaysa en çok oynadığı oyuncaklarının içinde bulunduğu ufak bir sepet vardı ve tam karşılarındaysa çalışma masası… Öbür taraftaysa üzeri F1 arabası desenli bir yatak örtüsü olan yatağı vardı. Çantasını odanın ortasına bırakıp yatağa zıpladı. Sırt üstü yatıp cebindeki eliyle sımsıkı kavradığı yumurtayı çıkardı.
Gözlerinin önüne getirip uzaklaştırdı. Aynısını birkaç kez daha yaptı… Bu mükemmel şeyin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu…
Gülümseyip usulca dudaklarına yaklaştırdı ve öptü.
Dudaklarını kesen bir metalik tat duyumsadı, canı yanmıştı! Yüzünü buruşturup yumurtayı kendisinden uzaklaştırdı.
Sanki dudaklarının ortasından yarılıp kan sızdırdığını hissediyordu. Eliyle yoklayana kadar avuçlarının kanla dolacağından emindi… Ancak böyle bir şey olmadı. Dudakları normaldi.
Derin bir nefes koyverdi, rahatlamış hissediyordu kendisini…
Huzursuzlanmıştı bir hayli ancak yumurtaya tekrar bakınca rahatladı. “O” hala onunlaydı…
Düşünmeye başladı; bu neyin yumurtasıydı? O kadar yangının içinden zerre yıpranmamış olarak nasıl çıkabilmişti?
Yüzükoyun yatmaya başladı. Önüne koyup parmağının ucuyla hafifçe dokunup yuvarlamaya başladı yumurtayı… Bir sağa, bir sola, bir sağa, bir sola…
Öyle ki, kapının çalındığını bile duymamıştı; annesinin sesiyle irkildi:
– Taci! İki saattir sesleniyorum oğluşum niye cevap vermiyorsun bana?
– Duymadım.
– Tamam, oğlum yemek hazır hadi elini yıka da gel sofraya…
Kafası karışmıştı çocuğun, “Ne yemeği?” diye sordu.
– Akşam yemeğ… Hiii! Vallahi delirteceksin beni çocuk! Okuldan geldiğin kıyafetlerle mi duruyorsun! Çabuk çıkar onları! dedikten sonra dönüp arkasını gitti kadın
Işıklı saatine bakıp kontrol etti; okuldan geleli üç saat olmuştu! Kafası iyice karışmıştı… Yumurta yuvarlanırken eline çarpıp durdu, ona dokununca gülümsedi; avcuyla kavrayıp hafifçe sıktı. Birden avcunun defalarca bıçaklarla kesildiğini hissetti, yanıyordu eli! İstemsizce bıraktı yumurtayı…
Nefesi sıkışıyordu, geri giderken yataktan düşüp başını zemindeki ahşap tahtalara çarptı. Gözlerini acıyla kıstı, tam eliyle yüzünü kavrayacakken az önceki kesikleri hatırlayıp irkildiyse de ellerinde yara izlerinden zerre eser olmadığını fark edince rahatlamıştı…
Alelacele üstünü değiştirip mutfağa giderken yatağın üstündeki yumurtaya bakmamaya çalıştı… Yemek yerken aklı sürekli yeni dostundaydı… Acaba o neydi?
– Tacettin! diye bağırdı babası
Başını tabaktan kaldırıp babasına baktığında adamın elinde çatalıyla dirseklerini masaya dayamış bir halde kendisine baktığını fark etti.
– Sabahtan beri sana sesleniyorum oğlum! Ne alemlerdesin?
Hı, diye mırıldandı Tacettin. Çok yorgun olduğunu, tüm tenefüslerde top oynadıklarını söyledi; yalan da sayılmazdı… Bir farkla.
Kendisini hiç yorgun hissetmiyordu…
Yemeğini hızlı hızlı yedikten sonra annesi ve babasına “Afiyet olsun…” diyerek odasına döndü. Kapıyı kapatıp yaslandı… Bir yanı kapı kolunu bırakmak istemezken diğer yanı yatağa atlayıp yumurtayı avuçları içinde eritircesine ovuşturmak istiyordu. Dudaklarını yaladı ve hafifçe ısırdı.
Aklını dağıtmak istiyordu, bir ödev vardı! Koşarak odanın ortasındaki çantasına uzandı, defteri ve kitabını çıkarıp bir – bir buçuk saate yakın süre ödevle uğraşmak istiyordu…
Ancak birkaç kez denemesine karşın, çantayı açamadı. Fermuar sıkışmıştı… Hiddetle tutup çekti, acıyla sarsıldı; parmağı yarılmıştı! Ağzına sokup kanı emmeye başladı… Bir gariplik vardı… Emdiği kanda bambaşka bir tat saklıydı. Tükürdü, kan değil su gibiydi… Sonra gözleri titredi, görüntü berraklaştı. Kandı.
Ancak ağzında metalik bir tat bırakıyordu… Sanki…
Bir bıçakla veya daha keskin bir şeyle kesilmiş gibi…
Başını salladı, inanılmaz bir histi bu. İğrenç… Tiksindirici. Korkuyla ayağa kalktı, yataktan alabildiğince uzaklaşmaya başladı…
Aklına arkadaşı geldi. Hemen üstüne ince bir ceket aldıktan sonra annesiyle babasına Erkanlara gideceğini söyleyip evden çıktı… Bir an önce o “şey”den uzaklaşmalıydı…
Kapıyı Erkin açtı, her zamanki gibi delici soğuk bakışlarıyla Tacettin’i baştan aşağı süzüp çocuğun sorduğu Erkan’ın evde olup olmadığına dair soruya karşılık vermeden içeri döndü. Kapıyı kapatıp eve girdi Tacettin, sesleniyordu ki, Erkan koridorun sonundaki odadan başını uzattı. “Çabuk gel, ölüyorum yoksa…” diye bağırıp odaya geri girdi.
Yüreği ağzında, odaya doğru koştu Tacettin, ancak kapıyı açtığında Erkan’ın bahsettiği ölümün sadece bilgisayar oyunu olan Frapping Junior’u kastettiğini anlayınca rahat bir soluk aldı.
Erkan için bu oyun bir hastalıktı, Tacettin’e hala bilgisayar alınmadığı için sadece iki – üç günde bir Erkan’ın yanına gidince oynuyordu… Zaman zaman kendisinde de bu oyun olsa bütün gece oynayıp oynamayacağını düşünmüyor değildi…
Oyun Humpty Dumpty isimli bir yumurtanın duvarlar üstünde yürüme çabasından ibaretti… Ancak tüm basit oyunlar gibi çok ilgi çekici ve kendine bağlayıcıydı…
Hep sempatik gelen Humpty’i görünce bu kez midesi bulandı, hatta bulantı durmadığı için lavaboya gidip istifra etme ihtiyacı duydu; koşarak tuvalete gidip öğürmeye başladı… Her öğrüşünde boğazından midesine kadar bir kılıç saplanıyormuş ve anîden geri çekiliyormuş gibi hissediyordu. Bu daha da kusmasına neden oluyordu…
Arkadaşının arkasına geldiğini sonradan fark etti, biraz mahçup olmuştu. Özür dilemek için arkasını döndüğünde bunun Erkan değil, Erkin olduğunu fark etti. Kazağının koluyla ağzını hafif kapatarak lavaboya gidip yüzüne su serpti. Erkin’in olduğu yerde hareketsizce onu izlemesi huzursuzluk hissi veriyordu…
En sonunda ensesinde bir soğukluk hissetti; bu O’nun eliydi. Çırpınmaya başladıysa da, başını suyun altına sokmasına engel olamadı… Tam nefessiz kalmıştı ki, soğuk su dolu lavaboda ensesinden çekip kaldırdı kafasını Erkin ve kulağına eğildi. “O nerede?” diye tısladı.
“Neden bahsediyorsun?” diye sormasına sormuştu ancak ne olduğunu biliyordu, üstelik bu soru yüzünden tekrar suyun dibine gömülmek zorunda kalmıştı… Bir müddet sonra tekrar çıkarıldı… “Benimle oyun oynama çocuk, pişman olursun…” diye tısladı… Sesinden saf kötülük akıyordu… Tacettin inlemeye başladı.
“Odamda, yatağın üstünde…” diye mırıldandı.
Ensesindeki el biraz çekilir gibi oldu, hafif rahatlamıştı… Nefesini koyverdi ancak bir anda daha sert bir şekilde sıkıştırarak ensesi kavrandı, ne olduğunu anlamadan başı mermer lavaboya çarptı, burnundan oluk oluk kan aktığını ve o iğrenç kesilme hissini duyumsadı… Kendini kaybetti…
*
Havuçları önce dilim dilim kesip sonra rendeleyip oğlu için o çok sevdiği havuç salatasından yapmak istedi kadın, ellerini yıkayıp buzdolabından havuçları çıkardı. Mutfak çekmecesini çekip açtı, bıçaklar boy boy diziliydi. En büyüğe dokundu… Metal soğukluğu tüm iliklerine kadar hissetti, gözlerini kapadı… Garip bir histi sanki…
Zil çaldı, bir yandan da kibarca ‘yumruklanıyordu’. Hiç kapıyı açacak hali yoktu kadının, bir diğer boy bıçağa geçti parmağını bile kaldırmadan. Soğukluk hiç bu kadar çekici olmamıştı…
Kapıdakinin karşı komşunun oğlu olduğunu hayal meyal duydu, kocası açmıştı kapıyı… Şu an insanların ondan uzak durmasını çok isterdi. Parmak uçlarında yürüyüp mutfağın kapısını kapattı.
Bir diğer bıçağı alıp avuçlarının içinde gezdirdi, metalin verdiği güçlülük hissini iliklerine kadar hissediyordu… Derin bir nefes aldı, bıçağın sapından tutup havaya kaldırdı. Işıkta parlamasını ve bıçağın üstünde kendi yansımasını izledi.
Gözlerini kıstı. Bıçağı eşofmanından içeri soktu, vücudunda gezdirirken tüm tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Göğsünün ucuna geldiğinde vücudunun tamamen kasıldığını duyumsadı. Nefesi kesilmişti, inlemeye başladı.
Eşofman altının paçalarına basıp eşofmanını çıkardı. Bacaklarının üzerinde bıçağın ucunu gezdirmeye başladı… Bileklerinden yukarı kadar çekti, iç çamaşırının kenarına gelince hızlıca çekti, teni hafifçe kesilmişti ancak iç çamaşırının ipi de kopmuştu. Heyecanla inledi.
Havaya kaldırdı, bacakları titremeye başlamıştı… “Son bir dokunuş, lütfen…” diye mırıldandı… Bıçak bacaklarının arasına inerken kime yalvardığını bilmediğini fark etti…
İnlemesi, çığlığa dönüştüğünde bastırmak için gücü kalmamıştı…
*
Yatağın üstündeki yumurtayı görünce heyecanla titredi elini uzattı, çekti. Dokunup dokunmama konusunda kararsız kalmıştı. Yüzyıllardır girdiği çaba, yaşanılan hadiseler, tükettiği ömürler… Hep bu “şey” yüzündendi… Kaç ömür yaşamıştı, kaç bahar görmüş ve kaç yaz tatmıştı… Ve kaderinin cilvesi, bu boktan çocuk vücuduyla zafere ulaşmıştı. Dudaklarını yaladı.
Elini uzatıyordu ki, bir gürültü koptu. Alelacele yumurtaya uzandı ve cebine attı. Koşar adımlarla evden çıktı. Ana kapıyı açmış ve adımını dışarı atmıştı ki, kasıklarından başlayan bir ağrı tüm vücudunu kapladı.
“Oyun mu sandın?” diye bir tıslama duydu, arkasını döndü. Birkaç dakika önce evin babası olarak kapıyı açan Namık Suyrat’ı gördü… Ancak yüzü biraz değişmişti…
Kaşları çatılmış, yüzü kırışmıştı.
“O’nu alıp öylece gidebileceğini mi sandın? Büyüyü bozmadan… Hah!” dedikten sonra bir kahkaha koyverdi.
Hareket edemediğini hissediyordu. Gözlerinin kenarından istemsizce yaşların süzüldüğünü fark etti. Kasıklarının ortasından başlayan bir kesik boğazına kadar çıkmış gibiydi, kandan boğulduğunu düşünmeye başladı; nefes alamıyordu!
Adam yaklaştı, elini cebine atıp beyaz bir bez çıkardı. Avcunun içine bezi koyup elini çocuğun cebine soktu. Yumurtayı sımsıkı tutup çekti. Bezin üstünde bir sağa, bir sola sallanıyordu yumurta. Çılgınca bir gülümsemeyle bakıyordu adam yumurtaya… Gözü çocuğa kaydı.
Gülümsemesi yüzünde donmuştu. Çocuğun alnına sağ elinin işaret parmağını koyup geri doğru ittirdi, çocuk taş kesilmiş şekilde geri düştü.
Havaya doğru baktı, bir yıldızın parlamasının hafifçe söndüğünü fark etti. Dudağının kenarı kıvrıldı. Caddeye inip yürümeye başladı. Geniş pardösüsünün altına gizlediği çantasında lanetli kılıcını ve kutsal emaneti kontrol edip beze sardığı yumurtayı koydu… Bir yandan eski efsaneyi mırıldanmaya başladı…
“Kılıçlarla kutsanan bu şan yumurtası, her kim ki onu kötü niyetleri için saf vücutla tutsun; ölsün, ölsün ve dirilsin ki sonra tekrar ölsün… Her hissedişinde kılıç darbeleri sarsın vücudunu, parçalansın parçalansın ve düzelsin ki sonra tekrar parçalansın… Ateşle doğan ateşle ölür, küller küle katılır…“
*
Adam yeterince uzaklaştığında, evin birkaç metre ilerisinde karanlıklar içine park etmiş sapsarı bir taksi farlarını yakmadan hareket etti ve uygun bir mesafe kollayıp adamı takip etmeye başladı…
- Çekmecemdeki Yangınlar - 1 Temmuz 2020
- Yarım Kalan Hikâye - 1 Temmuz 2019
- Kayıp Harfler Mezarlığı - 15 Haziran 2018
- Ya Her Şey Boşaysa? - 15 Şubat 2018
- İnecek Var! - 15 Ekim 2014
Bugüne kadar pek çok öykünü okuma şansına eriştim. Ama şunu kolaylıkla söyleyebilirim ki “Küller” aralarında en sevdiğim hikaye.
Betimlemelerin, olayları anlatış şeklin gerçekten de çok başarılı. Bu tarz yazılarda kendini diğer hikayelerine oranla daha iyi ifade ettiğin, daha başarılı bir sunum ortaya koyduğun da yadsınamaz bir gerçek.
Gözüm kargaları da aradı ama bu hikayede kendilerine yer bulamamışlar sanırım. Ya da o fiziksel formda görünmediler, ben fark edemedim.
Böylesine güzel bir hikayeye de ancak böylesine çarpıcı bir devam yakışırdı.
Kalemine sağlık…
Diğer Küller’i de beğenirsin umarım… Şu an bu yorumun akabinde pusulacı küllere ağırlık vermeye karar verdim. Ağır aksak gidiyordum lakin turbo moda almakta fayda var…