Öykü

Antin Kuntin Serisi 2

Not: Hikâyenin 1. bölümünü okumak için buraya tıklayabilirsiniz

Isırganlar

Köpekli adam kalabalık kahvehanenin çan asılı kapısından içeri girer, selamını verip etrafı süzdükten sonra boş bir sandalyeye oturur. Kahveci hemen yanında biter:

– Erlik Beyim hoş gelmişsin. Nerelerdesin yahu, özlettin vallaha! (Köpeğe döner) Sen nasılsın canavar?

*Hav*

– Hoş bulduk İhsan Efendi. Ne var ne yok? Ne bu kalabalık böyle gündüz vakti?

Bakma sen onlara, kuru kalabalık hepsi. Haberleri izlemek için doluştular, bir şey içtikleri yok. Bizim bu Balıklı Çermik yok mu hani, Kangal’da, aha bu senin azman bilir. Nah işte orada karılar herifleri mi yemiş ne, onu diyecekmiş Bakan Bey. Bak hele sen şu işe! Özel hayata saygı da kalmamış. Sana ne kardeşim kimin kiminle ne yaptığından. Öyle değil mi beyim? Neyse. Kuşburnu getiriyorum yine?

– Sana zahmet İhsan Efendi.

– Hemen beyim.

Erlik televizyona döner, sunucu kadın ısırılma olayıyla ilgili bilgiler vermektedir. Birkaç dakika sonra kahveci İhsan kuşburnu çayı ve köpek için yalla gelir. Kahvehane ahalisine dönerek “Az sessiz olun da duyalım yahu!” deyip kumandayla televizyonun sesini açar:

Sunucu: “Şu anda bana aktarılan bilgiye göre Sağlık Bakanımız Hayrettin Boca hazırlarmış. Hemen kameralarımızı Sağlık Bakanlığına çeviriyoruz.”

“Sevgili vatandaşlarımız, birkaç gündür televizyon kanallarında ve çeşitli sosyal mecralarda dolanan ve hepimizi derinden sarsan olaylarla ilgili veriler elimize henüz ulaştığından bu açıklamayı geç yapmak durumunda kaldık. Ülkemizin birçok farklı noktasında meydana gelen olayların çıkış noktası olan Zivas ilimizin Kangal ilçesinde yer alan Balıklı Göl bölgesindeki bir otelde meydana gelen olayda ilk belirlemelere göre ikisi kadın biri erkek olmak üzere 3 ölü, 1 tane de kayıp erkek vakası bulunmaktadır. Yaptığımız incelemeler ve kamera kayıtları göstermektedir ki yaşlı bir kadın vatandaşımız aynı katta kalmakta olan yaşlı bir beyefendiyi ısırarak öldürmüş, ardından kendi odasına giderek orada bulunan akrabasını ısırıp vücudundan et koparmış ve bu hanımefendi de bir zaman sonra o kattaki kat görevlisini ısırmıştır. Isırılmanın şokuyla korkup kaçan kat görevlisi kaplıcanın havuzuna düşmüş, buradaki şifacı balıklar tarafından kanı çekilinceye kadar ısırıldığı tespit edilmiştir. Asıl vahim olaylar bu noktadan sonra başlıyor. O sabah otelden ayrılacak olan birkaç kafile sabahın erken saatlerinde son defa şifa bulmak için girdikleri havuzda bu balıklar tarafından ısırılıyorlar ve bindikleri otobüslerle bu virüsü diğer şehirlere yayıyorlar.

İlk belirlemelere göre bu virüsün etkileri ısırılan kişinin yaşına ve sağlık durumuna bağlı olarak 2 ila 5 saat arasında ortaya çıkmakta. Hastalar üzerinde yapılan araştırmalar bu yamyamsı davranışların otelin lokantasında yenen bir dana billurdan kaynaklandığı göstermekte. Vatandaşlarımızın bu noktada alınan önlemlere uymaları, akşam saat 20’den sonra sokağa çıkmamaları ve garip davranışlar sergileyenleri 1954 acil ihbar hattımızı arayarak ihbar etmeleri önemle rica olunur.

Aktaracaklarımız şimdilik bu kadar. Yeni bir gelişme oldukça sizlerle paylaşacağız. Soru almıyoruz. Teşekkür ederim.”

Bakanlık danışmanı basın açıklamasını bitirmek üzere olan bakanın önüne bir kâğıt koyar. Bir süre bu kâğıdı inceleyen Bakan yeniden kameralara döner:

“Evet, arkadaşlarımın bana ilettiği bir bilgiye göre kafa karışıklığını önlemek amacıyla bu yamyamsı davranışları sergileyenlere bir isim verilmesi için Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla kendisinin Instagram hesabında bir anket oluşturulmuş ve buraya katılımınız rica olunmuştur. Ankette yer alan isimler şunlardır: Yamreis, Taşşsu, Yayabey ve Isırgan. Bunlardan herhangi birini seçerek oylamaya katılabilirsiniz.

Ayrıca bir sonraki gönderide yer alan linki yukarıya kaydırarak özel taşlardan imal edilmiş ve Sayın Cumhurbaşkanımızın bizzat üflediği taşş… (Yan gözle danışmanına bakar) testis şekilli kolye ve bileklikler yardımıyla kendinizi olası saldırılardan koruyabilirsiniz. Toplantı bitmiştir. Teşekkür ederim.”

*Yeniden stüdyomuzdayız. Yani inanın ne diyeceğimi bilemiyorum, gerçekten şaşırtıcı. Haber merkezimize bölgeden akıl almaz görüntüler gelmekte, bunları birazdan ekranlarınıza getireceğiz ama şimdilik kısa bir reklam arası veriyoruz. Reklamlardan hemen sonra ben Bukey Baydın’la olan birlikteliğiniz devam edecek. ZNN Türk ekranlarından ayrılmayın.*

Kocaman gözlerini açmış kendisine bakan köpeğin başını okşayan Erlik, “Bu siyasetçilerden daha kan emici varlıklar görmedim ben dostum. Biz bunların yanında sivrisinek kalırız.” Çayından bir yudum çeker. Masasındaki adamlar işin sadece isim boyutuyla ilgilenmektedirler:- Yayabey iyiymiş, yayabey olabilir.

– Bence ısırgan olsun aga. Hem şehrimizin de markası olmuş olur. Ne de olsa ısırgan çok bizim buralarda.

– (Erlik araya girer). Isırgan olmaz. Isırganı bize diyorlardı.

Adamlar yan gözle yanlarındaki yabancıya bakarlar. Erlik bardağını eline alıp çayını içerken gözlerini kaçırır ve diğer masalardaki sohbetlere kulak kabartır;

– Aga bu nasıl iş, adamlar taşşak geçiyorlar resmen.

– He valla mirim, billur yiyen adam öyle gidip birbirinin boğazına yapışmaz, adama can gelir, kan gelir. Bu işte başka bir iş var. Dışarının işi hep bunlar.

– Elbet canım. Billur yiyenin en fazla kanı kaynar, e sonrası malum (Bir kahkaha patlatır).

– Ama teyzeye de helal olsun, o yaşta kanı hâlâ kaynıyormuş ellam. (Herkes güler)

Kulağında insanların kötü yorumları, gözünü kuşburnu çayının kırmızılığına dikmiş öylece duran Erlik içinden ‘kan’ geçirir ve orada daha fazla durmak istemediğinden çayını tepesine dikip kalkar, kahveci İhsan’a selamını verip ödemeyi yaptıktan sonra köpeğiyle kahvehaneden çıkar. Soğuğu hissetmiyor olmasına rağmen insanların dikkatini çekmemek için parkasının önünü ilikler, ellerini ceplerine sokar, adımını atar.

Köpeğiyle birlikte şehirden ve insanlardan uzakta yaşadığı kulübesine çekilen Erlik, salgın haberlerini izlemesinin üzerinden geçen iki ay boyunca köpeğine normal ve virüslü insanlar arasındaki farkı öğretmeye çalışmış, her ihtimale karşı her ikisinden de uzak durmasını ama mecbur kaldığı durumlarda kendisinin üzerine gelen insanların bacaklarını ve kollarını kopartarak kendisini korumasını öğretmiştir. Köpeğine bu eğitimi kulübesinin birkaç kilometre ötesinde yer alan çiftlikte keşfettiği virüslü insanlar üzerinde verir. Onlara üzülmesine rağmen onlar için artık bir şey yapılamayacağının farkındadır.

Ormanın derinliklerindeki kulübesinde köpeğiyle birlikte huzurlu günler geçiren Erlik, bunun fazla sürmeyeceğinin ve insanların ya da virüslülerin burayı keşfederek bu huzuru bozacaklarını bilmekte ancak her şeye rağmen köpeğiyle yaptığı yürüyüşlerin, doğanın ve kulübesinin yakınlarından akan derenin keyfini çıkarmaktadır.

Çıktıkları yürüyüşlerden birinde dinlenmek için derenin kenarındaki bir ağaca yaslanan Erlik, yanı başına uzanmış köpeğinin de verdiği huzurla uykuya dalar. Havlama sesleriyle gözlerini açtığında köpeğini yanında göremeyip panikleyerek ayağa fırlar, çevresine hızlıca göz attıktan sonra köpeğine seslenir: “Karabaş! Karabaş! Nerdesin oğlum? Karabaş!” Bu çağrıya yanıt veren Karabaş’ın havlama seslerinin geldiği yöne doğru hızla koşmaya başlar. Ufak bir tepeyi aştıktan sonra şaşkın bakışlarıyla karşılaştığı köpeğini yanında bir kuzuyla bulur. Yanlarına vardığında kuzunun köpeğin bacağını ısırdığını ve bırakmadığını görür. Kendisine bu konuda eğitim verilmeyen hayvan bacağını kuzudan kurtaramadığı için sahibinin çağrısına uyup yanına gidememiştir.

Erlik kuzuyu ensesinden ve çenesinin altından tutarak ağzını açmasını sağlar. Kuzuyu incelediğinde arka tarafında gördüğü kanlı ısırık izinden hayvanların da bu garip virüse yakalanabileceği sonucuna varır. Karabaş’a bir yere kıpırdamamasını, hemen geleceğini söyleyerek o sırada çırpınıp duran kuzuyu ensesinden tutarak götürür. Kuzunun geri çıkamayacağını düşündüğü dik bir yamacı inerek hayvanı bir kayanın dibine bırakır ve “Dostumun merhametine duyduğum saygıdan ötürü seni öldürmeyeceğim ama umarım bu masum görünüşüne başkaları da kanmaz” dedikten sonra hızla köpeğinin yanına döner.

Karabaş sahibini beklemektedir. Adamın geldiğini görünce ‘Sözünü dinledim, bir yere ayrılmadım’ dercesine havlar. Adam köpeğin başını okşar, yarasını inceler ve virüs kapmamış olduğunu umarak ama yine de her ihtimale karşı virüsün yayılmasını hızlandırmamak adına onu kucağına alarak kulübeye dek taşır. Isırılan bölgeyi elinden geldiğince temizleyip dezenfekte ettikten sonra beklemekten başka çaresi olmadığını bilen adam köpeğinin ateşini ve davranışlarını takibe alır.

Sonraki üç saat boyunca her şey yolunda gitmektedir, hayvanda herhangi bir değişiklik görmez ve iyileşeceğini düşünür ancak bir saat daha geçince hayvanın kaslarının seğirdiğini, vücudunda istemsiz hareketler oluştuğunu, akabinde ateşinin giderek arttığını fark eder. Ne yapacağını bilemez bir halde başını ellerinin arasına alarak kulübenin içinde dört dönen Erlik, kendisine insan olmayı, canlı olmayı öğreten can dostunun gözleri önünde eriyip gittiğini görmeye daha fazla dayanamaz ve zor olan ama başka çaresinin kalmadığına inandığı bir karar verir. Yatağın dibindeki halıda gözleri kaymış bir şekilde ateşler içerisinde yatan köpeğini kucaklayarak yatağa yatırır, kendisi de yere çöküp tüylerini okşayarak dostuna seslenir: “Karabaş. Karabaş oğlum, beni duyuyor musun oğlum?” Karabaş belli belirsiz bir inlemeyle karşılık verir. Hayvanın tüylerini okşamaya devam eder: “Güzel oğlum. Canım oğlum. Benim can dostum, can yoldaşım, n’olursun beni affet, bunu yapmak zorundayım. Senin o insan yiyen yaratıklara dönüşmene izin veremem, bunu sen de istemezsin. Biliyorum. O yüzden lütfen kızma bana, olur mu?” Erlik’in acı çektiğini hisseden Karabaş, bedeninde kalan son gücü kullanarak hafif bir inilti daha koyverir. Daha fazla vaktinin kalmadığını bilen adam kollarını hayvanın boğazına dolar, sıkıca sarılıp tüylerini öper, ardından kendi gözlerini kapatır ve vücudunu kasar. Titreyen bedeninde kaynamakta olan kanın göz bebeklerine verdiği alev kırmızısıyla köpeğinin yüzüne son bir kez bakar ve dişlerini onun boynuna geçirir.

Dişlerinden biriyle Karabaş’ın vücudundaki kanı içine çekerken diğeriyle de kendi kanını vücuduna zerk eder. Aradan geçen birkaç dakika sonunda damarlarında dolaşan tüm kanı can dostununkiyle değiştiren adam kanının etki etmesini beklemeye başlar. Bu esnada yoğun güç harcadığından daha fazla dayanamaz ve başı yatağa, dostunun başının yanına düşer.

/Kızıl bir denizin içinde çırpınan, yüzeye çıkmak isterken daha derine batan bir varlık. Ne geleceği belli ne geçmişi. Birileri onu aşağı çekiyor, öfkeyle bağırıyor, kin kusuyor. ‘Sensin’ diyorlar, ‘Sensin bu kızıl cehennemin müsebbibi. Bizi bu hale koyan, damarlarımızda akan yaşam enerjisini söküp alan sensin. Ve şimdi bu cehennemde bizimle birlikte sen de boğulacaksın, hak ettiğin sona kavuşacaksın’. Kendisine yöneltilen bu nefret çığlıklarının haklı olduğunu bilen varlık direnmekten vazgeçerek aşağı doğru çekilmenin akışına kendini bırakır. Zamansızlık evreninde geçen her an biraz daha dibe gömülmektedir. Biraz daha… Biraz daha… Nihayetinde en dibe vuracağının ve var oluşunun bedelini ödeyeceğinin farkındadır… Kızıllığın içerisinde gözleri kapalı dibe doğru yol alırken bir ses duyar, tanıdık bir ses, ona hayat veren, bir insan gibi yaşamasını sağlayan canlının sesi: *Hav*. Varlık gözlerini açar, kızıllığın renginin dağılmaya başladığını görür. Vadesinin henüz dolmadığını düşünerek içindeki öfke çığlıklarını dağıtmak için kafasını iki yana sallar, gözlerini yeniden açtığında göz bebeklerindeki kızıl alevin yerini masmavi bir göğ alır ve son bir çırpınışla yüzeye ulaşarak ciğerlerini havayla doldurur.\

Boğulmaktan kurtulan bir insan gibi yüksek sesli derin bir nefes alan Erlik yüzünün önünde gidip gelen o ıslak ve kırmızı şeyi görünce kendine gelir. Suratını yalayan Karabaş’ın yatakta doğrulmuş capcanlı hali adamın gözlerinin dolmasına sebep olur. Dostunu kucaklar ve bir yandan da bedeninin sıcaklığını kontrol eder. “Karabaş. Ah Karabaş, oğlum. Kendine gelmişsin. Beni nasıl korkuttun bir bilsen”. *Hav*.

Yaşadıkları hareket dolu birkaç saatin ardından çok acıkan ikili birlikte yiyecek bir şeyler hazırlamaya girişir. Erlik sobayı yakar ve hem kendisi hem de Karabaş için birer konserve açıp ısıtır. Bir yandan da kuşburnu çayı demlemeye koyulur. Karabaş ise kulübenin yan tarafında dizili odunları ağzıyla getirerek ateşi harlamasında yardımcı olur. Yemeklerini yedikten sonra sandalyesini ve çaydanlığını alıp dışarıya çıkan Erlik, Karabaş’ın mama tasına da kuşburnu çayı doldurur. Karabaş önce koklar, ardından tadına bakar ama beğenmeyerek geri çekilir. Erlik gülümseyerek “Bunu içmelisin evlat. Bunu hep içmelisin, yoksa o dönüşmenden korktuğumuz canavarlardan daha kötü bir şeye dönüşürsün. Benim yüzümden dibe çekilmeni istemem.” der ve hayvanın başını okşayarak devam eder: “Ben gittikten sonra sana kim kuşburnu çayı hazırlayacak bilmiyorum, belki de varlığımı sana vererek yanlış yaptım ama seni o şekilde bırakmaya, gözlerimin önünde eriyip gitmene gönlüm el vermedi. Hadi iç.” Sahibinin dediklerini anlamasa da anlatmak isteğini hisseden köpek tasındaki kırmızı içeceği içmeye koyulur. Bu duruma sevinen adam bardağına uzanıp koca bir yudum da kendi alır.

“Seni ilk bulduğum zamanı hatırlıyorum da evlat, el kadardın, sesin bile çıkmıyordu. ‘İğk iğk’ ediyordun. Soğuktan titriyordun. Seni bulduğum dere o kadar hızlı akıyordu ki sadece seni yakalayabildim, diğerlerinin peşinden gidemedim. Muhtemelen kardeşlerindi. Fazla mı gelmiştiniz acaba annenizin sahibine? Sizden kurtulmasının tek yolu dereye atıp ölüme terk etmek miydi? Seni ısınman için göğsüme koyup hemen şehre koşmuştum, hava karanlık, tüm dükkanlar kapalıydı. Bir tek İhsan Efendi’nin kahvehanesi açıktı, ben de oraya koştum, ilk o zaman tanıştım onunla da. Seni yaşatmamda büyük emeği var. Gece olmuştu oraya vardığımda. Kahvehaneyi kapatıp gidecek olmasına rağmen senin için sobayı yakmış, o süt ısıtırken ben nöbetçi eczane bulup şırınga ve şurup almıştım. Birkaç saat seni ısıtıp beslememe yardım ettikten sonra İhsan Efendi ‘Bundan sonrası Allah’ın takdiri evlat. Yavrucağın vadesi dolmuşsa gider, yaşanacak ömrü varsa kalır. Haydin Allah yardımcınız olsun, ben gidiyorum, yengen beni keser yoksa. Dükkân sana emanet. Arada kapağını açıp sobaya bir iki odun at ki üşümeyesiniz. Sabaha karşı buz tutarsınız yoksa.’ deyip gitti.

Gün ışıyana dek gözümü bile kırpmadım. İnce ince nefes alıyordun. İçeriye güneşin ilk ışıklarının vurmasıyla senden o kadar komik bir havlama sesi geldi ki, işte ilk o zaman mutluluktan ağladım. Gökkuşağı gibi bir histi. İhsan Efendi gelip senin viyaklamalarını duyduğunda gülümseyerek ‘Alan da O, veren de O. Çok şükür.’ dedi. O zaman anlamamıştım ne demek istediğini ama demlediği kuşburnu çayını içtiğimde içimdeki kan susuzluğunun dinmesinin ardında bir sebep aradım. Bunca yüzyıldır yaşadığım bu topraklarda kanını içtiğim onca insandan sonra günün birinde içimdeki insanlığın bir köpek yavrusuyla ortaya çıkacağını, susuzluğumunsa bir meyve çayıyla giderilebileceğini 400 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İşte o an anladım yaratıcı bir varlığın var olabileceğini. İmana gelen vampir (Kahkaha atar). Düşünsene Karabaş bunca yıldır vampir temalı öyküler, romanlar yazılıp çiziliyor, filmler diziler çekiliyor ama kimse imana gelmiş bir vampirden söz etmiyor. Burunlarının dibinde yaşadığımı bilseler şaşırırlar mı sence? Pek sanmam. Bu topraklar benden daha kan emicilerini gördü. En fenalarını da her gün televizyonlarda izliyorlar ama farkına varmıyorlar. Üzücü.

Sana vampir ağaçlardan bahsetmiş miydim? Vakti zamanında bir padişah vardı. Vardı diyorum çünkü kendisini görmüşlüğüm var. Bu padişah verdiği emirlere uymayanları ağaçlara asmakla meşhur. Üstelik asmak da yetmez, astığı kullarının aşillerini keserek kanlarını da akıtırdı. Saatlerce ağaçta asılı duran insanların tüm kanları vücutlarından çekilir, o ağacı beslerdi. Zamanla bu ağaçlar kırmızı yapraklar vermeye başladı, insanlar ne gündüz ne de gece vakti onlara yaklaşmaz oldular. Öyle ki, sarhoş olup gece vakti yolunu kaybeden ve bu ağaçlardan birinin yakınından geçenleri topraktan çıkardığı kökleriyle ayaklarından yakalayan ağacın sürüyerek kendine çektiği ve kanını son damlasına kadar içtiği söylenirdi. İlginç, öyle değil mi?”

*Hav*

Erlik gülümser. “Vakit daralıyor evlat. Gitme vaktim geldi. İhsan Efendi’nin de dediği gibi ‘Vadesi dolan gider, yaşanacak ömrü olan kalır’. Ben gidiyorum, sen kalıyorsun. Bu köhne dünyada çok bile yaşadım. Dediklerimi unutma: sana zarar vereceğini hissettiğin canlı ister insan olsun ister hayvan, onlardan kaç. Mecbur kaldığında kafa kol giriş, hiç acıma. Hem onlara hem de başkalarına iyilik yapmış olursun.”

*Hav*

“Gel buraya şapşal köpek”

Erlik yaşlı gözlerle sarıldığı köpeğini doyasıya öper, tüylerini okşar, ayağa kalkar ve ona son komutunu verir “Otur Karabaş! Sakın peşimden gelme. Umarım seni benim kadar sevecek birileriyle karşılaşırsın. Kendine dikkat et.” Adam arkasını döner ve gözleri yaşlarla dolu, dere yönünde yürür.

Vücudunu dikleştirip başını göğe kaldıran Karabaş gittikçe uzaklaşan adamın arkasından acı acı inler *Auuuuuuuvv*. Adam gözden kaybolur.

*1 ay sonra*

Etrafı yampirilerle sarılı Karabaş tuttuğu kol ve bacakları koparıp koparıp atmakta, bir yandan da kulübeye yönelenleri gözlemektedir ancak yaratıkların sonu gelmediği gibi bir türlü kulübeye seğirtme fırsatını da bulamaz. Çember giderek daralır, dişleri birbirine vuran yampiriler zavallı hayvandan ısırık almak için üzerine kapanırlar. Başını yukarı kaldıran Karabaş yampirilerin çürümüş kafalarının arasından mavi göğü görür; o esnada canavarların pis kanları yüzünden kıpkırmızı olan tüylerinin ve yüzünün ortasındaki göz bebekleri alev alır, kızıl birer kor haline gelirler. Vücudunu dikleştiren Karabaş başını göğe kaldırıp tehditkâr bir feryat kopartır *Auuuuuuuvv*. Bedeninde hissettiği yakıcı güce kendini teslim eden hayvan yampirilerin üzerine saldırarak kendine bir yol açıp açıklık alana çıkar ve hiç olmadığı kadar sert bir şekilde canavarlara saldırır. Tek seferde kopardığı kol ve bacaklarla yampirileri birer birer yere sermekte, onları etkisiz hale getirmektedir.

O sırada kulübenin etrafını saran yampiriler kapıya yüklenerek kapıda delikler açmayı başarır, birkaç tanesi kafalarını bu deliklerden içeri sokarak kulübeyi hırıltıyla doldururlar. Yediği mantarlardan zehirlenip yatakta baygın bir şekilde yatan kocasının yanına uzanmış çaresizce bekleyen genç kadın kırılan kapıda beliren kafaları görünce korkudan bayılır.

Kulübenin dışında ise tam bir katliam yaşanmakta, etrafındaki kalabalığın icabına baktıktan sonra hiç vakit kaybetmeden kulübeye yönelen gözü dönmüş köpek kollarından bacaklarından tuttuğu yampirileri birer birer etkisiz hale getirip sağa sola fırlatmaktadır. Kapıya yüklenen iki yampiri ise kapıyı parçalayıp içeri girer, boğazlarından gelen iğrenç hırıltılarla yataktaki genç çifte yönelirler. İçlerinden biri baygın kadını yakalayıp üzerine eğildiği esnada Karabaş dirseğinden yakaladığı yampirinin kolunu kopartıp atar ve ayak bileğinden ısırarak onu dışarıya sürükler. Ardından diğer yampiriyi de genç çifte zarar vermeden paçasından yakalayıp götürür ve dışarıda ikisinin de işini halleder.

Aradan geçen birkaç saatin sonunda mantarın uyuşturucu etkisinden yavaş yavaş kurtulup kendine gelen Halil gözlerini açar göğsünde yatmakta olan Özge’yi görür. Ona seslenmeye çalıştığında dilindeki uyuşukluktan ötürü bunu yapamaz:

– Özgeğ. (Özge’den cevap gelmez)

– Özgeğğ (Özge’den yine cevap gelmez. Halil göğsünü kıpırdatmaya çalışarak tekrar seslenir)

– Özgeğğğ

– Iııh, efendim Halil?

– Göğsümden kalkabilir misin acaba, nefes alamıyorum da.

– Ne? Halil? (Özge doğrulur) Halil inanamıyorum kendine gelmişsin!

– Uyumuyordum ki. Her şeyi duyuyordum ama hareket edemiyordum. Geçici felç geçirmiş olmalıyım.

Genç kadın kocasının göğsüne vurur ve “Kalıcı felç geçirteceğim sana Halil!” diyerek ağlamaya başlar. Karısını sakinleştirmeye çalışan Halil artık kontrolü eline aldığı vücudunu döndürerek kapıya bir bakış atar, ardından karısını dürterek kapıyı gösterir. Kapıya bakan Özge:- Halil, benim gördüğüm şeyi sen de görüyor musun?

– Gördüğün şey ucunda uzun bir kuyruk sallanan kocaman bir popoysa, evet görüyorum.

Yataktan kalkan Özge sevinç çığlıkları atarak Karabaş’ın boynuna sarılır: “Karabaş inanamıyorum buna. Hayattasın!” Hayvanın hiç istifini bozmadan dışarıya baktığını gören Özge neye baktığını görmek için kafasını o yöne çevirir ve gördükleri karşısında korku ve şaşkınlıktan arka üstü düşer: “A a aman tanrım, bu bu ne?”

O sırada yataktan kalkmaya çalışan Halil “Ne var? Ne oldu?” derken titreyen bacaklarıyla duvarlara tutunarak kapıya kadar yürür ve dışarı baktığında gördüğü manzara karşısında o da ufak çaplı bir şok geçirir. Kulübenin dışındaki alanda kolları ve bacakları olmayan, sadece gövdeden ibaret onlarca yampiri garip sesler çıkararak oldukları yerde sallanmaktadırlar. Bir savaş sahnesini andıran bu görüntülerin sorumlusunun Karabaş olduğunu anlayan ikili kurtulmanın verdiği o ilk heyecanın etkisiyle göremedikleri hayvanın kirli kırmızı tüylerini ve daha da önemlisi suratındaki iki tane çelik gibi mavi gözü fark ederek irkilirler. “Karabaş’ın gözleri mavi miydi?” diye sorar Özge. Halil’den “Hiç sanmıyorum” karşılığını alır.

Hareketsiz durmaya devam eden hayvana sakince seslenirler. Tanıdık seslerin verdiği güvenle tehlikenin azaldığını hisseden ve içindeki ateş yavaşça sönen Karabaş Özge ile Halil’e dönerek havlar. Hayvanın normale döndüğünü gören ikili derin bir oh çeker. Dışarıdaki katliamın nasıl yaşandığını anlayamasalar da tüylerindeki kan sebebiyle bunu yapanın Karabaş olduğu ortadadır. Ona doyasıya sarılmak isterler ancak kandan hastalık bulaşabileceğinden korktukları için bunu yapmazlar, bu yüzden öncelikle dereye inerek hayvanı temizlemeye karar verirler. Yerde çaresizce ağızlarını açıp kapatan yampirilerin aralarından iğrenerek geçip dereye inerler ve kahraman azmanın her yerini büyük bir neşe içinde yıkarlar. Karabaş’ın keyfine ise diyecek yoktur.

Kulübeye döndüklerinde hemen bir durum değerlendirmesi yaparak burada daha fazla kalamayacaklarına karar verir, yaptıkları iş bölümünü hemen uygulamaya koyulurlar: Özge yiyecek bir şeyler hazırlayacak, Halil kulübede buldukları erzakları toparlayacak, Karabaş ise gözcülük yapacak. Herkes görevini yerine getirip kahvaltı için toplandıklarında Karabaş havlayarak onlara bir şeyler anlatmaya çalışır. Anlamayan gözlerle birbirlerine bakan ikili dışarı çıkan köpeğin peşinden gider. Karabaş onları kulübenin yanındaki koyun ağılının köşesinde yer alan bir noktaya götürüp oraya doğru havlar. Hayvanın havladığı yerdeki samanları kenara çeken Halil burada bir tutma sapı görür ve çektiğinde ortaya çıkan gizli bölmedeki bir tahta kasanın içerisinde içi dolu bir çuval bulur. Çuvalın ağzını açtıklarında ne olduğunu bilmedikleri buruşuk ufak kırmızı bir bitkiyle dolu olduğunu görürler. Birer avuç alıp incelerler. Halil bir tanesini ağzına götürdüğünde Özge eline vurur:

– Bundan sonra benim izin vermediğim hiçbir şeyi ağzına sürmek yok! Bu kuşburnu olmalı. Hatırlasana bir lokantada kırmızı renkli bir meyve çayı ikram etmişlerdi bize. İşte bu o. İyi ama burada ne işi var bu kadar kuşburnunun? Karabaş neden bizi buraya getirdi?

*Hav*

Halil avucundaki kuşburnuları Karabaş’a uzatır, hayvan bunları koklar ama hiçbir şey yapmadan Halil’e bakar. Genç adam “Belki o da çayını seviyordur.” diyerek dalga geçer ama bu lafının üzerine havlayan köpeğin onun dediği şeyi onayladığını düşünerek şaşırırlar. Kulübeye döndüklerinde Özge hemen ocakta kaynayan suya bir avuç kuşburnu atarak demlenmeye bırakır ve kahvaltılarına geçerler. Kahvaltıdan sonra önce Karabaş’ın tasına ardından da kendilerine birer bardak kuşburnu çayı koyup hayvanı izlemeye koyulurlar. Karabaş tastaki sıvıyı önce koklar, ardından bunun Erlik’le son anlarında içtiği şey olduğunu anlar ve bir sevinç ulumasından sonra içmeye koyulur. Olanları şaşkınlık içerisinde izleyen Halil ile Özge dudaklarını büzüp omuzlarını kaldırarak birbirlerine hiçbir şey anlamadıklarını anlatırlar.

Kuşburnu çaylarını içtikten sonra artık bu savaş alanında daha fazla kalamayacakları için eşyalarını yüklenip vakit kaybetmeden yola koyulurlar, hava kararmadan kalacak yeni bir yer bulmaları gerekmektedir. Kolları ve bacakları olmayan, sadece gövdeden ibaret yampirilerin arasından geçerek dereye iner, burada su kaplarını doldurduktan sonra sığ bir noktasından derenin öte yanına geçerler. Halil ile Özge önde giderken Karabaş ise senelerdir yaşadığı topraklarla vedalaşır gibi arkadan yürümektedir. Halil ilerideki bir ağacın altındaki otları görerek Özge’nin elini bırakır ve oraya koşar, otları inceleyip “Aaa Özge bak, ısırgan otu. Toplayalım mı?” der fakat Özge’ye dönüp de gözlerinden çıkan ateşi gördüğünde korkusundan gülen yüzü solar: “Çabuk buraya geliyorsun Halil!” Adam koşarak karısının yanına döner. Özge dişlerini sıkarak gülümserken bir yandan da adamın başını okşar: “Aferin sana. Söz dinle! Bir daha da ota mantara bulaşma!”

Karı koca bu şekilde atışırlarken bu sefer Karabaş önü ısırgan dolu ağacın önünde durur. Özge ile Halil tavırlarında bir değişiklik sezdikleri hayvanın ne yaptığını izlemeye koyulurlar. Karabaş yere oturup vücudunu dikleştirir, başını göğe kaldırır, iç yakan bir sesle birkaç kez uzun uzun yakarır. *Auuuuuuuuvvv*.

Bir rüzgâr eser, ağacın yaprakları hışırdar, Karabaş yeni dostlarının peşine takılır, ağacın dalları arkalarından mutlulukla el sallanır…

(Bu hikâye tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla ne alakası vardır?)

Hüseyin Aktaş

Yaşamı boyunca farklı mesleklerde debelenip durmuş, hayatının anlamını otuzundan sonra edebiyatta bulmuş, yazarlık hedefi doğrultusunda çok çalışıp çok hayal kuran, ileriki senelerde isminin ve yazdıklarının yeteri kadar duyulmasını ümit eden bir hayalperest. O genç…