– Halil.
– Nevoğaağğ?
– Haliiil.
– Nevoğağğğğ?!
– Ya Halil diyorum!
– Elinin körü Özge. “Ne var” diyorum anlasana kızım. Duyacaklar bizi.
– Yaa kimse duymaz merak etme. Baksana uzakta kaldılar.
Halil etrafına bakar ve yalnız olduklarını görür, sarsak yürüyüşünü bırakarak normal halini alır. Vücudunu esnetirken: “Oy oy ooyy. Sallanarak yürümekten omurgam yamulacak yemin ediyorum. Ne var, söyle?”
Özge yorgunluktan bitap şekilde kendini yere bırakır, saatler süren kaçıştan ötürü yürüyecek hali kalmamıştır: “Daha ne kadar yürüyeceğiz Halil? Bittim ben.”
Kuru otların üzerine oturup ayakkabılarını çıkartan Halil: “Onu git de anana sor!” der.
Halil’e ters ters bakan Özge ayağa kalkar ve sinirli sinirli yürümeye başlar. Halil arkasından seslenir ama Özge umursamaz. Çıplak ayak koşarak eşini yakalar.
– Nereye gidiyorsun Allah aşkına! Kaybolacaksın bu şeyin, eee şeyin ortasında… Allah kahretsin, buranın ne olduğunu bile bilmiyorum ben!
– İnsan gibi bir şey soruyoruz, düzgün cevap versene sen de!
– Ne dedim kızım? Git annene sor dedim.
– Kadıncağızı kilometrelerce geride bıraktın Halil, dalga mı geçiyorsun benimle?!
– Ne yapaydım? Elinden tutup yanımızda mı dolaştırsaydım ananı? Bütün ülkeye mi yaysaydık bu zıkkımı? Hem hatırlarsan sadece seninkini değil, benim annemi de geride bıraktık. Kaynanam sağ olsun!
– Yaa kadının ne suçu var, ikide birde aynı şeyi diyip duruyorsun.
– Kadının ne suçu mu var? Ne mi suçu var kadının? Öyle mi Özgecim! Bak tekrar ediyorum: ne mi su çu var ka dı nın?
– Evet, ne suçu var?
– Ayşegül’ün suçu ne! Söyleyeyim. Balıklar annenin bacaklarını emsinler diye taa İstanbullardan kalkıp Zivas’a kaplıcaya geliyoruz. Ona arkadaşlık etsin diye kendi annemi de getiriyorum. On numara otele yerleştiriyorum. Bütün gün etrafı gezdiriyorum. Yemeğe çıkartıyorum. Garson soruyor, “Siz ne alırsınız hanımefendi?”. Ayşegül Hanım ne diyor? (Kaynanasını taklit ederek) “Ben bir porsiyon Sivas köftesi, eee bir de ortaya dana billur istiyorum. Gençler sevmez ama Şaziye Hanım’la biz yeriz. Di mi Şaziye Hanım? Ehehehh”. Bak bak bak. Benim yanımda anneme billur yedirecekmiş! Bir de utanmadan gülerek billur geçiyor! Al bak, yedi billuru.
– Yaa kadıncağızın canı çekmiş. Ne var bunda? Niye kızıyorsun ki?
– Ne mi var bunda? Hayatım. Canımın içi. Sana ne oldu, beynin mi sulandı olanlardan. Şokta mısın hâlâ? Farkındaysan annen önce billuru yedi, sonra da annemi yedi. İnan bana bu kızmış halim değil, gayet sakinim. Kızım ben sana evlilik teklif ederken “Anama ana diyesin” dedim, “Anan anamı yesin” demedim!
Halil olduğu yere oturup bağdaş kurarak derin bir nefes alır. Elleriyle bir daire çizerek çevredeki ağaçları gösterir ve Özge’ye de aynısını yapmasını söyler. İsteksizce Özge de katılır. Derin derin nefes alan ikili yüksek oksijen seviyesinin de yardımıyla biraz gevşer.
– Lütfen şuna billur diyip durma, çok rahatsız edici.
– Ne diyim? Öküz taşş… (Özge Halil’e ters bir bakış atar). İyi de hayatım bir şey demem lazım buna. Ne diyim sen söyle. X mi diyim, değer mi vereyim, annen iyi ki X/2’sini yedi mi diyeyim, yalnız mı bırakayım X’i, ne yapayım? Keşke annen de yalnız bırakaydı! Bizim için denklemdeki bilinmeyen X’ti o şey… Şeyyy… Testis. Heh bu olur bak, buna da itiraz etmezsin artık.
– İyi tamam.
– Bak güzelim. Kaplıcadaki doktorun söylediğine göre annenin yediği testiste bilinmeyen bir virüs varmış. Neyse ki benim annem yemedi de diğer testisi test edebildiler. Yapılan testlerde testisteki virüsün, hay ağzıma vurayım, bu kelimeyi söylemesi de zor yaa. Neyse. Annende ve testiste yapılan testlerde et yiyen bir bakteriye rastlanmış. Buna da bu virüsün sebep olduğu düşünülüyor. Doktorun söylediğine göre virüs birkaç saat içerisinde hızla annenin vücuduna yayılmış ve onu öldürerek kontrolü ele almış. Ardından da annen annemi ısırmış, ona da bulaştırmış. Hadi aynı odadaydınız annemi ısırdın. Peki yan odadaki Şevket amcayı nasıl ısırdın? Hatta ısırmakla kalmadın, adamın her yerini yedin. Bu kadar mı açtın be kadın. Iyyy.
Oturdukları yerden kalkıp yürümeye devam ederler. Özge:
– Orasını ben de anlamadım.
– Ben anladım da, neyse…
– Terbiyesizleşme Halil! Hem senin annen de yardıma gelen görevliyi ısırmış.
– Yaa ne güzel di mi. Görevlilerden birini biri, diğerini öbürü ısırmış. Süper ikili, maşallah. Onu bunu bırak da, görevlilerden biri bulunamadı. Annen tamamını yemiş olmasın?
Bu sırada tepenin üst noktasına ulaşır ve gördükleri manzara karşısında donup kalırlar. Aşağıda, vadinin ortasındaki çitlerle çevrili alanda yüzlerce insan garip sesler çıkararak sarsak hareketlerle oradan oraya savrulurken bacağından tuttukları koyunlara dişlerini geçirip parçalamaktadırlar. Midesi bulanan Özge dengesini kaybedip düşmek üzereyken Halil onu yakalar.
– Halil şunlara bak! Allah’ım bu nasıl bir felaket. Bu, bu gerçek olamaz. Şaka di mi?
– Maalesef gerçek hayatım.
Dikkat çekmeden yüzüstü yere uzanıp koyunları parçalayan yampirileri izlemeye koyulurlar. Halil çantasından çıkardığı deftere gördüklerini not etmeye başlar. Ne yazdığını soran eşine yampirilerin davranışlarını, tepkilerini ve birbirleri arasındaki iletişime dair gözlemlerini not ettiğini söyler.
Birkaç gündür ağızlarına çevrede buldukları meyvelerden başka bir şey koymayan ve sürekli kaçış halinde olan genç çiftin enerjisi giderek tükenmektedir. Uzandığı yerde gözlerinin kapanmaya başladığını fark eden Özge, çok aç ve yorgun olduğunu, devam edecek hali kalmadığını söyler. Eşi ise birazdan yola koyulacaklarını, fırsat varken dinlenmesini söyler.
Yarı açık gözlerle bir yandan etrafı kolaçan eden Özge, az ötede pofuduk bir bulut kümesinin hareket ettiğini görür ve heyecanla Halil’i dürterek, “Halil şuna bak bir kuzu. Off. Hadi şunu yakalayalım” der. Özge’nin işaret ettiği yere bakan Halil, yerlerinin açığa çıkmasından korktuğu için hiçbir şey yapmaz. Bunu gören Özge yerinden doğrularak kuzuya seslenir, “Pişt. pişt. Gel canım. Gel bi’tanem. Yerim ben seni, ne tatlı şeysin sen öyle.” Halil sessiz olması konusunda eşini uyarır. Bu esnada ikilinin seslerini duyan kuzu da yampiri yampiri onlara doğru gelmektedir.
Sessizce kuzunun kendilerine gelmesini beklerken bir yandan da onu nasıl susturabileceklerini düşünürler. Kuzu iyice yaklaşır, Özge kuzunun başını sevmek için elini uzattığında hayvanın gözlerindeki boş bakışları fark eden Halil, kuzunun Özge’nin eline hamle yapmakta olduğunu anlayıp ani bir hareketle sırtındaki yünlerden yakalayarak onu arka ayakları üzerinde havaya kaldırır. İrkilerek geriye doğru sıçrayan Özge, kuzunun salyalı dişlerini birbirine vurduğunu görüp dehşete kapılır. Halil sıkıca tuttuğu hayvanın kuyruk bölümüne yayılmış kırmızılığı ve açık yarayı fark eder. Hayvanı çevirip Özge’nin de görmesini sağlar: “Gördüğün üzere o kadar da tatlı değilmiş. Zavallıyı kıçından ısırmışlar. Sen onu yemek isterken az kalsın o seni yiyecekti.”
Olayın şokunu üzerinden atamayan ve açlıktan sinirleri bozulan Özge sessizce ağlamaya başlar. Elinden kurtulmak için çırpınan kuzuyu zapt etmeye çalışan Halil: “Hayatım sakin ol. Şimdi sırası değil. Bak ucuz atlattık. Hadi şunu bağlayacak bir şeyler bulalım, yoksa gidip yerimizi ispiyonlar. (Halil sırıtır, Özge mide gurultusuyla karşılık verir). Tamam söz, sana başka kuzu bulacağım. Hem en pofidiğinden, hem de kıçı sağlam olanından. Şimdi lütfen kalk ve şu yerdeki ağaç dallarından bükülebilenleri buraya getir.” der.
Özge az ilerideki budanmış ağacın dibine düşmüş dallardan ince ve uzun olanlarını toplayıp getirir. Halil kuzuyu yan yatırır ve ayaklarını sağlam bir şekilde bağlamasını söyler. Özge çekinerek söyleneni yapar ve geri çekilir. Ayağa kalkamadığından emin olan Halil kuzunun tüylerini bırakır. Kuzu çırpınarak Özge’ye doğru bir hamle yapar ama yetişemez, salyalar akıtarak dişlerini tıkırdatır. Halil gülümseyerek “Seni çok sevdi” der.
Arkalarını dönüp yürümeye başladıklarında henüz birkaç adım gitmişken Özge dönerek kuzuya bakar, ardından ağaç dallarının olduğu yere yönelir. Halil sessizce eşini izler. Özge ağacın dibine gelince eğilerek yerdeki yaprakları toplar ve bir kucak yaprağı götürüp kuzunun ağzının uzanabileceği yere boşaltır. Kuzu yeniden Özge’yi ısırmayı dener ama yetişemez. Gözleri dolan Özge “Seninle kısa ama lezzetli bir dostluğumuz olabilirdi. Çok üzgünüm.” der ve eşinin yanına döner. Halil Özge’ye sarılır, “Benim yufka yürekli karım. Ne kadar da hayvansevermiş, (ağzının içinden) ama midesinde.” der.
O anda Özge’nin göz kapakları yarıya düşer ve hırlayarak dişlerini Halil’in boynuna geçirir, Halil “Auçç Çarli.” diye taklit yapar ama Özge ısırmaya devam etmektedir. Başını eğerek Özge’nin suratına bakan Halil, karısının gözlerindeki boşluğu görünce dehşete kapılır: “Hayır olamaz. Olamaz.” der, karısına daha sıkı sarılır ve kızaran gözlerinden yaşlar dökülmeye başlar.
Özge dişlerini aralar, boğazından gelen hırıltılı bir sesle “Bundan hoşlandığını sanıyordum.” der. Gözlerindeki yaşlardan etrafını bulanık gören Halil, Özge’yi omuzlarından tutarak önüne iter, karısının normale dönmüş gözlerine bakar. Özge, “Ooy kıyamam sana yaa, hemen de dolarmış gözleri.” diyerek kocasının yanaklarını silip gözlerine birer öpücük kondurur. Bunun şaka olduğunu anlayan Halil, “Beni çok korkuttun. Aynı onlara benzemiştin.” der. “Eee, tek gözlem yapan sen değilsin” diye karşılık verir Özge.
Alt kısmı ufuk çizgisine değen Güneş’in bir süre sonra kaybolarak ortalığı karanlığa bürüyecek olmasının yarattığı tedirginlikle adımlarını olabildiğince hızlandıran ikili, günlerdir açık alanda, otların üzerinde uyumanın verdiği yorgunlukla baş ederken tek istedikleri şey üstü kapalı bir yerde uyumak ve gece boyunca nöbet tutmak zorunda kalmamaktır. Dinlenmek için kısa bir mola verdiklerinde Güneş ufku yarılamıştır.
– Benim anlamadığım bir şey var. Bildiğime göre düşünme yetisi olmayan canlılar zom…
– Yaa Halil! Daha kaç defa söyleyeceğim sana şu kelimeyi kullanma diye. Durduk yere belayı çağırıyorsun. Yampiri de şunlara.
– Sen ve senin şu batıl inançların! Yampiri ne Allah aşkına? Bi tutturmuşsun yampiri yampiri. Yampiri diyince gülesim geliyor kızım, ciddiye alamıyorum olayı.
– “Yürüyen vampirler çok uzun,” dedin, ben de yampiri diye kısalttım, ne var bunda! Hiç olmazsa beş harfli de şunlara, yeter ki o kelimeyi kullanma.
– Oof, peki tamam. Bildiğime göre düşünme yetisi olmayan canlılar yampiri olamıyordu, o halde o kuzu neydi öyle?
– Filmlerde izlediğin şeylerin gerçek olduğunu mu düşünüyorsun hayatım? Ona bakarsan Resident Evil’da köpek yampiriler de vardı.
– Doğru diyorsun. Aman ne bileyim işte, öyle tatlı bir kuzunun o hale geldiğini görmek üzdü beni.
– Evet, çok lezzetli görünüyordu. (Dudaklarını büker) Yazık oldu.
O sırada Halil Özge’nin arkasında uzakta bir şeyin hareket ettiğini fark eder, gözlerini kısarak ne olduğunu anlamaya çalışır. Sessizce: “Heeh. İti an çomağını hazırla.” der. Eşinin gözlerindeki korkuyu gören Özge “Ne var ne oldu?” diyerek arkasını döner, uzakta başıboş dolaşan köpeği görerek irkilir.
– Hayatım sakin ol. Hiç panik yapma. Bizi henüz fark etmedi. Hiç ses çıkarmadan dizlerimizin üzerinde ilerleyeceğiz. Şu tümseği geçtiğimizde görüş alanından çıkarız.
– Tamam hayatım.
Dizlerinin üzerinde yürümeye başlayan Halil ve Özge korkudan ikide bir arkalarına bakarak köpeğin hareketlerini izlerler. Ulaşmak istedikleri tümseğe bir-iki dakikalık yolları kalmıştır. Havanın kararacak olmasının da verdiği tedirginlikle iyice gerilir ama durmazlar. Tümseğe az bir mesafe kaldığında Halil köpeğin o tarafa baktığını fark eder, Özge’ye hemen durmasını söyler. Özge durur ve yavaşça başını geriye doğru çevirir. Köpek onların olduğu yöne bakmakta ve burnunu havaya kaldırıp koklamaktadır. Bir iki koklamadan sonra ikilinin kokusunu alan köpek o yöne doğru yürümeye başlar. Halil sessizce “Koooş!” diye bağırır ve Özge’yi elinden tutup kaldırır. Var güçleriyle koşmaya başlarlar.
Tepeyi aştıklarında koşmaya devam eden ikili bir müddet sonra arkalarına dönüp baktıklarında köpeğin tepede olduğunu, ağzının etrafının ise kıpkırmızı olduğunu görerek dehşete kapılır. Bu bir köpek değil, köpek görünümlü bir canavardır. Yokuş aşağı koşmaya devam ederlerken devasa boyutlardaki yaratık da koşmaya başlar. Ne yapacaklarını bilemeyen ve koşmaktan başka çareleri olmayan ama yavaş yavaş güçleri de tükenen ikili ile köpek arasındaki mesafe giderek azalır. Yorgunluğa ve ayaklarındaki ağrıya daha fazla dayanamayarak yere kapaklanan Özge’nin eli ellerinden kayıp giden Halil kendisini ancak birkaç metre sonra durdurabilir. Arkasına döndüğünde köpek onlara yetişmiştir. Özge iki insan boyutundaki bu canavar karşısında donup kalmışken Halil ona sakin kalmasını söyler. Gözleriyle etrafı inceleyerek uygun bir taş arar ve bulduğu taşa doğru yavaşça ilerler. Köpek de Özge’nin ayak ucuna gelmiştir.
– Sakın kıpırdama. Sakin kal. Ağzını açarsa tekme at ya da yapabilirsen geri geri kaç. Ben kafasına taşla vurmaya çalışacağım.
Hayvan Özge’nin ayakkabılarını kokladıktan sonra ayak bileğine yönelir. Korkudan kıpırdayamayan Özge, “Halil burnunu değdiriyor, çok ıslak. Kurtar beni.” der. Halil köpeğe birkaç metre mesafededir. Korkutmamak için ani bir hareketten kaçınır ama tam bu esnada köpek bileğini yalamaya başlayınca Özge daha fazla dayanamayarak olduğu yere bayılır. Köpeğin ısırmadığını gören Halil taşı diğer eline geçirerek köpeğe yaklaşır ve başını okşamaya başlar. Köpek bakışlarını Halil’e çevirerek bu sevginin karşılığını adamın elini yalayarak verir.
Köpeğin ağız kısmını ve vücudunu incelediğinde herhangi bir ısırık veya yara izi göremeyen genç adam, ağzındaki kanın başka bir canlıya ait olduğunu anlar. Sakinleşmenin verdiği etkiyle yakınlardan gelen suyun sesini duyar ve az ileride, ağaçların arasında küçük bir derenin aktığını görür. Köpeği başını okşayarak suyun yanına götürür, ağzındaki kanları temizler. Uysal yaradılışlı hayvan buna hiç itiraz etmez. Temizlendikten sonra suya eğilerek susuzluğunu giderir. Halil de köpeği taklit ederek iki elini toprağa koyup eğilerek aynı şekilde su içer, sonra dönüp köpeğe bakar ve haline güler. Su şişesini doldurduktan sonra Özge’nin yanına döner. Köpek Halil’den önce davranarak Özge’nin yüzünü yalamaya başlar. Kendine gelen genç kadın karşısında köpeğin kocaman dilini görünce korkarak geriye doğru zıplar.
– Günaydın piremses. İyi uyudun hee.
– Ha-halil, bu, bu ne?
– Köpeeek. Ama cins olarak soruyorsan Kangal.
– Halil şaka mı yapıyorsun, bu bir canavar.
– Korkma hayatım, her yerini kontrol ettim, ısırılmamış. Tabi sen bunu da yemek istemezsen uzunca bir süre de ısırttırmaz kendisini.
Şaşkın gözlerle Özge’ye bakan köpek onu korkuttuğunu hissederek hareketsiz kalır, yalnızca burnunu oynatarak koklamaya çalışır. Halil karısına korkmamasını, onu okşamasını söyler. Özge elini uzatır. Köpek Özge’nin elini kokladıktan sonra yalamaya başlar. Büyük bir oh çeken Özge, hayvanın başını okşar. Mutluluktan gözlerini kapatan köpeğin sevinci ikiliye de mutluluk verir.
Hava iyice loşlaşmış, tamamen kaybolan Güneş yerini Ay’a bırakmıştır. Halil elinden tutarak Özge’nin ayağa kalkmasına yardım eder ve onu dereye götürür. Burada elini yüzünü yıkayarak kendine gelen Özge, köpeğin de peşlerinden geldiğini görerek güler:
– Belli ki bu sevimli azman bizi takip edecek. İnan o kadar rahatladım ki hayatım, anlatamam. Buna bir isim vermek lazım.
– Ben verdim bile: Karabaş (sırıtır).
– Aman ne yaratıcı. Herhalde ülkedeki köpeklerin yarısından fazlasının adı Karabaş’tır. Başka bir isim bulalım.
– İnsan yiyen yaratıklara yampiri diye isim koyana da bak hele.
– Hele mi? Bakıyorum da araziye çabuk uyum sağlamışsın.
– İçimde varmış ellaam.
– Şakayı bırak da başka bir isim düşünelim.
– Ne varmış kızım işte, mis gibi isim. Di mi Karabaş? A-a bak gördün mü, nasıl da bana baktı? Bir de sen söyle bakayım.
– Karabaş. (Köpek Özge’ye bakar). A vallaha baktı. Belli ki eski sahibi de senin kafadanmış.
– Hıh. Biz oğlumla aynı kaptan su içmişiz bugüne bugün. Hem gel bak, sana bir sürprizim var.
Halil Özge’yi elinden tutarak derenin karşısına geçirir. Ağaçların içinden geçerek vardıkları açıklık alanda gördüğü şey karşısında Özge sevinçten hafif bir çığlık atar ve eşinin boynuna sarılır. Bu bir dağ evidir. Ahşap bir kulübenin yanı sıra üzeri kapalı ve çitlerle çevrili geniş bir ağıl bulunmaktadır. Kulübeye yaklaştıklarında etrafı kolaçan ederek kimsenin olup olmadığını kontrol ederler. Sahipsiz olduğunu gördükten sonra kapıdaki kancayı çekip içeri girerler. Basit bir amaç için son derece basit bir biçimde düzenlenen kulübenin içerisinde bir köşede üzerinde yüklük bulunan tahta bir sedir ile ufak bir soba; onun hemen yanında kap kacak dolu ahşap bir masa ve odanın diğer köşesinde ise saman yığını bulunmaktadır.
Koyunlarını otlatmak için araziye çıkan çobanların geceyi geçirdikleri bu kulübe, Özge ile Halil’in günlerdir özlemini çektikleri her şeye sahipti. Sedirin üzerindeki yüklüğün ipini çözdüklerinde içinden yorgan, döşek ve yastığın yanı sıra yakın zamanlarda yıkandığı belli olan bir nevresim takımı çıkar. En çok da rahat bir gece geçireceklerine sevinen Özge hemen yatağı hazırlamaya başlar. Bu sırada Halil de etrafta dolaşarak kulübeyi inceler. Saman yığınının yanından geçerken yığına hafif bir tekme savurduğunda ayağı bir şeye çarpar. Hemen elleriyle samanları kenara çeken Halil, üzeri samanla örtülmüş bidonlar, çuvallar ve kapalı bir sandık bulur. Yatağı hazırlamış olan Özge kocasının keşfini görerek ona ortak olur. Heyecanla hazinelerini incelediklerinde bidonlarda tuzlanmış peynir, kuru bakliyat ve un gibi gıda malzemeleri bulurlar. Sandığı açtıklarında ise konservelenmiş yiyeceklerle karşılaşırlar.
Arabaları bozulup yola yayan devam etmek zorunda kaldıklarından beri sadece yolda denk geldikleri meyve ağaçlarından beslenen ikili için yaptıkları bu keşif gerçek bir hazine niteliğindeydi. Kısa süren bir planlamadan sonra konserveleri tekrar yola çıktıklarında yanlarına almak üzere dokunmadan saklamaya, kulübede oldukları süre içerisinde ise kuru bakliyatla beslenmeye karar verirler. Halil boş kaplardan birini alarak Karabaş’la birlikte dereye iner. Bir süre dikkatlice etrafı inceleyen Halil, bu bölgenin yoldan ve yerleşim yerlerinden uzakta olduğuna, şimdilik güvende olduklarına kanaat getirerek Karabaş’a döner ve başını okşarken, “Bizi iyi koşturdun, ne yalan söyleyeyim korkuttun da ama sayende güvenli bir yere gelmiş olduk. Ve birazdan karnımız da doyacak.” der.
Boş kabı suyla doldurduktan sonra hiç vakit kaybetmeden kulübeye dönerler. Bacasından tüten dumanı gören Halil, sıcak bir gece geçirecekleri için mutlu bir şekilde kulübeye girdiğinde dumandan gözün gözü görmediği bir manzarayla karşılaşır. Kapıyı ardına kadar açtıktan sonra öksürükler içerisinde pencereleri de açarak dumanın dışarı çıkmasını sağlar. Ardından sobanın yanı başında öksürmekte olan Özge’yi alıp dışarı çıkartır. Sobanın isinden yüzü gözü simsiyah olmuş kadını yüzünü yıkaması için dereye götürür.
Kulübeye döndüklerinde ortalık sakinleşmiş, soba normal seyrinde yanmaya başlamıştır. Bir süre dinlendikten sonra yemek yapmaya koyulurlar. Evde buldukları malzemelerden yeşil mercimek yahnisi ve bulgur pilavı hazırlayan Özge, sobanın altında bulduğu ve kulübenin sahibi olan çobanın köpeğine ait olduğunu düşündüğü geniş bakır tası eline aldığında köpeğin sevinçten kuyruğunu sallamakta olduğunu fark eder. Tası suyla çalkalarken alt kısmına bıçakla kazınmış Karabaş ismini gördüğünde önce köpeğe, ardından kocasına bakar ve büyük bir kahkaha patlatır. Karısının bu ani kahkahasının sebebini merak ederek yanına giden Halil, Özge’nin ona uzattığı tastaki yazıyı gördüğünde o da gülmeye başlar. İkilinin ne yaptığıyla ilgilenmeyen Karabaş ise heyecanla kendisine verilecek yemeği beklemektedir.
Halil köpeğin başını okşarken, “Demek sen bu kulübeye daha önce de geldin he. Kim bilir sahibine ne oldu?” der.
Tasa pilav ve mercimek koyan Özge sıcak yemeğin ağzını yakmaması için bunları bir süre üfleyerek karıştırdıktan sonra köpeğin önüne koyar. Yemeğini iştahla yemeye başlayan köpeğin başına eğilerek, “Görünüşe bakılırsa sen bizden daha açmışsın. Tabi ilk karşılaştığımızda ağzındaki kanın nereden geldiğini bilmediğimden onu hesaba katmıyorum.” der.
Kendilerine de birer tabak yemek koyduktan sonra masada yemeye koyulurlar. Mideleri günlerdir sıcak bir şey görmediğinden tamamen yemeğe odaklanarak hiç konuşmadan yerler. Yemek bitince gözleri mutluluktan parlayan Halil:
– Eline sağlık hayatım, çok güzel olmuştu.
– Afiyet olsun.
– Şimdi ne yapacağız peki? Günlerce burada kalamayız. Yakında soğuklar başlar. Her an yampiri istilasına da uğrayabiliriz. Bir acil durum planı yapmalıyız.
– Yemek işi bende. Ben yarın sabah erkenden kalkıp erzağımızı en iyi şekilde nasıl değerlendirebileceğimize bakacağım. Sen de silah olarak kullanabileceğimiz bir şeyler bul. Ne bileyim sağlam ağaç dallarını sivriltip mızrak ya da kazık gibi bir şeyler yap. Görünen o ki kaçmakla olmayacak bu iş. Kendimizi savunmamız gerekecek.
– Doğru diyorsun. Tamam ben yarın Karabaş’la o işi hallederim.
– Ha bir de etraftan meyve falan topla. Kaynatıp marmelat yapar yanımıza alırız. Dışarıda bize enerji sağlar.
– Tamamdır patron.
Karabaş kulübenin dışında nöbet tutarken üşümemesi için içerideki samanları koyun ağılına taşıyıp orada güzel bir yatak yaparlar. Gece rüzgârının ters eserek sobayı geri teptirmesi ve uykularındayken odayı dumanla doldurması ihtimaline karşı sobayı söndürüp kapıyı ve pencereleri sıkıca kapattıktan sonra yatağa girerler. Birbirlerine sıkıca sarılan çift, çok geçmeden uykuya dalar.
Ertesi sabah acil durum planını işleme koymak için erkenden kalkan Özge, ilk iş olarak Karabaş’ı kontrol eder. Kapıyı açtığında kuyruğunu mutlulukla sallayan köpeği gördüğünde, “Günaydın Karabaşçık. İyi uyudun mu? Var mı bir vukuat?” diye sorar. Hav diye karşılık veren köpeğin başını okşadıktan sonra çok uzaklaşmadan birlikte etrafı kolaçan ederler. Kulübeye geri döndüğünde sobayı bu sefer fazla tüttürmeden yakar ve kahvaltı için mercimek çorbası pişirmeye koyulur. Çorba piştikten sonra Halil’i uyandırır.
– Günaydın paşam. Erkencisiniz?
– Günaydın. (Gerinerek) Of of of her yerim tutulmuş. Naptın?
– Ne yapayım işte, sobayı yaktım, çorbayı pişirdim, evimin erkeğiyle evin etrafını kontrol ettik. Sonra da paşayı uyandıralım dedik.
Halil kapının ağzında bekleyen köpeği görür, “Günaydın Karabaş Efendi. Bakıyorum da ben uykudayken tahtıma kurulmuşsun.” der ve kalkıp köpeğin yanına giderek başını okşadıktan sonra Özge’ye “Elimi yüzümü yıkayıp geliyorum.” der. Özge “Gitmişken şunları da doldur.” diyerek su kaplarını Halil’in eline tutuşturur.
Dereye vardıklarında bir süre etrafta dolaşarak sessizce çevreyi gözetlerler. Etrafta kimsecikler yoktur. Sessiz, sakin, yampirisiz… Halil burada birkaç gün kalabileceklerini düşünür. Kulübeye döndüğünde karısı kahvaltı sofrasını hazırlamıştır. Sıcacık mercimek çorbası ve köy peyniri ile kahvaltılarını yaparlar.
Kahvaltıdan sonra hiç vakit kaybetmeden önceki gece yaptıkları planı işleme koyarlar. Özge kulübede buldukları erzağın bir bölümünü pişirmek ve kalanını çantalarına düzgünce yerleştirmek için tasnif yaparken Halil de kendilerini savunabilecekleri bir şeyler yapabilme umuduyla kulübedeki bıçağı alarak Karabaş’la birlikte yola koyulur.
Derenin karşı tarafına geçerek mızrak olabilecek kalınlıkta ve sağlamlıkta ağaç dalları arayan Halil, bunu yaparken kulübeden de fazla uzaklaşmamaya dikkat eder çünkü her an beklenmedik bir saldırıya uğrama ihtimalleri bulunmaktadır. Böyle bir şey olması durumunda kendinden çok Karabaş’ın Kangal köpeklerde doğuştan gelen keskin duyularına ve koruyucu içgüdüsüne güveniyor. Halil bunları düşünürken Karabaş da sanki onun düşüncelerini okumuş gibi ona bakıp ‘hav’ der.
– Hav tabi ya. Dün senden önce kuzunun biri de Özge yengene ‘mee’ dedi, yengen de ‘Gel kuzu kuzu’ falan derken az kalsın Özge yengen gidiyordu kuzu kuzu.
Konuşa konuşa yürürlerken bir tepenin yamacına vardıklarında aradıklarından fazlasını bulurlar. Burası çitlerle çevrili bir meyve bahçesidir. Yakınlarda bir yerleşim yeri de olabileceğini düşünen Halil, kulübeden daha fazla uzaklaşmak istemediği için hiç vakit kaybetmeden ağaçların dallarına uzanarak topladığı elma ve armutları kulübeden aldığı çuvala, erik ve kirazları ise bidona doldurur. Olmuşlarını toplamak için çıktığı kiraz ağacında bastığı ince dalın sağlamlığını görünce mızrak ve kazık yapımında kullanacağı malzemeyi de bulmuş olur.
Kiraz ağacının birkaç dalını kökünden kesip meyvelerini bidona doldurduktan sonra meyveleri ve dalları yüklenerek kulübeye doğru yol alır. Yolda giderken yanından geçtiği bir ağacın dibinde mantarlara rastlar. Bir tanesini eline alıp inceler, koklar, Karabaş’a da koklatır, Karabaş ‘Hav’ der, Halil de mantarın güvenli olduğuna kanaat getirerek görebildiği tüm mantarları toplayıp çuvalın en üstüne yerleştirir.
Birkaç saatlik toplayıcılığın sonunda kulübeye vardıklarında her şeyin yolunda olduğunu görürler. Özge çuvalları kesip daha küçük torbalar haline getirdikten sonra onları omuza asmak için sağlam bir askı da yapmış ve sonra da tüm erzağı bunlara düzgünce doldurmuştur.
– Kolay gelsin.
– Hoş geldiniz hayatım. İşteki ilk günün nasıl geçti?
– Nasıl olsun işte, yorucuydu. Şirket büyük olduğundan sürekli yürüdük ama verimli bir şirket olduğunu söyleyebilirim. Sana bunları yolladılar. (Halil çuval ve bidonu Özge’nin önüne koyar)
– Ooo! Yevmiyen bayağı iyiymiş. (Mantarları görür) Halil bunlar ne?
– Mantaaar.
– Onu görebiliyorum. Neden getirdin bunları? Zehirlemek mi istiyorsun bizi? Hemen götür at bunları.
– Hiç de bile! Gayet sağlıklı kızım bunlar.
– Nerden anladın onu?
– Kokladııım. Hem Karabaş’a da koklattım. O da onay verdi.
– Ne dedi, hav mı dedi?
– Aaa, nerden bildin? Vallahi öyle dedi.
– Yaa Halil dalga geçmeyi bırakır mısın lütfen!
– Yaa kızım şuncacık mantardan bir şey olmaz. Bana güven.
– İyi, sen bilirsin. Kendin pişirir kendin yersin, ben karışmam.
– Pişiririm, ne var ki.
Özge Halil’in getirdiği çuvalla bidonu yüklenerek kapıya doğru yöneldiğinde Halil, “Nereye böyle? Bi mantar yüzünden beni terk mi ediyorsun?” der. Özge, “Evet, annemin deresine gidiyorum. Karabaş, gel oğluşum.” diye karşılık verir.
Özge Karabaş’la dereye giderken Halil de kiraz ağaçlarını yontmaya koyulur. Dereye indiğinde meyveleri yıkamaya başlayan Özge Karabaş’a içini döker.
– Bu herif işin ciddiyetinde değil Karabaş. Hiç bilmediğimiz bir yerde, bir çoban kulübesinde bulduğumuz erzakla besleniyor, insan yiyen yampirilerden kaçıyoruz. Üstelik daha birkaç hafta önce ikimiz de annelerimizi bu lanet olası virüse kaptırdık. Ama adam hâlâ işin dalgasında. Sence şokta falan olabilir mi?
*Hav*
– Hav mı? Doğru diyorsun aslında, bunu hiç düşünmemiştim. O günden beri, dün benim ısırdığım andaki hariç, bir kez olsun ağladığını görmedim. Hep ağlayan bendim, o ise beni teselli etmeye uğraştı. Acaba kendini benim yanımda güçlü kalmak zorunda hissettiği için mi böyle davranıyor? Olabilir aslında. Belki ağlasa açılır, rahatlar. Ama tabi ters de tepebilir, bu sefer kendini tamamen koyverebilir. Neyse, en iyisi şimdilik hiç dokunmamak. Daha güvenli bir ortama kavuştuğumuzda icabına bakarım. Bu arada biliyor musun Karabaş, dün az kalsın beni kuzu yiyordu.
*Hav*
– Hav mı? Halil anlattı di mi! Tabi ya, başka kim anlatacaktı ki. Kesin kuzu kuzu esprisini de yapmıştır.
*Hav*
– Tam tahmin ettiğim gibi. Offf Karabaş of. Nedir bu başımıza gelenler. Nasıl kurtulacağız bu felaketten bilmiyorum.
Derenin sularına düşen damlalar göğün mavisinden değil Özge’nin mavilerinden gelmekteydi. Genç kadının gözyaşları sulara, sular da doğaya karışırken ıslak bir dil yanağına değdiğinde gülümseyerek Karabaş’a bakar. Hisli köpek kadının içini sevgiyle doldurur.
– Sağ ol Karabaş. Hadi gidelim.
Kulübeye vardıklarında Halil’i ağaç dallarıyla uğraşırken bulurlar. Halil karısına mızrağın bitmemiş halini gösterir, Özge içi hüzün dışı şefkat dolu bir gülümsemeyle karşılık verir. Halil karısının gözlerinde parlayan ıslaklığı görür ama görmez, Özge kocasının dudağını ısırdığını fark eder ama fark etmez…
Akşam olup hava karardığında ikisi de ellerindeki işi bitirmiş, hazırlıklarını tamamlamışlardır. Geriye sadece hangi gün yola çıkacaklarını belirlemek kalır. Akşam yemeği için sofraya oturduklarında Halil meyveleri topladığı meyve bahçesinden ve yakınlarda bir köy ya da kasaba olabileceğinden söz eder.
– Neden yüksek bir yere çıkıp etrafa göz atmadın peki?
– Vakit kaybetmek istemedim. Hemen meyveleri ve ağaç dallarını toplayıp senin yanına dönmek istedim. Yarın erkenden birlikte gider bakarız etrafta birileri var mı yok mu diye.
– (Özge sessizce) Mantarları toplamaya vakit bulmuşsun ama!
Halil Özge’yi duyar ve mantarları hatırlar; “Aaa doğru söylüyorsun, bak ben onları tamamen unutmuştum.” diyerek mantarları koyduğu yere yönelir.
– Hay ağzım dut yesin! Yaa hayatım daha yeni yemek yedik ya, bırak şunları lütfen, korkuyorum bak, bir şey olacak durup dururken.
– Bir şey olmaz, merak etme. Yatmadan önce çerez niyetine bir iki tane yiyeceğim. Sen istemediğine emin misin?
– Ağzıma bile sürmem.
– Sen bilirsin.
Halil mantarları yıkayıp ayıkladıktan sonra içlerine biraz tuz atarak sobanın arkasından aldığı tavanın içine koyar ve pişmeye bırakır. Özge sinirli sinirli sofrayı toplar, yatağa girer. Erken başlayan ve yoğun geçen bir günden sonra tek isteği iyice dinlenmek ve ertesi güne enerji toplamaktır. Halil mantarların pişmesini beklerken Karabaş’ı alıp evin yanında onun için hazırladıkları saman yatağına götürür ve bu gece de gözcülük yapmasını rica eder;
– Şampiyon, sana güveniyorum. Sakın uyuyakalma bak, yoksa billur sevenler derneğinden gelip hepimizi yerler, ona göre!
*Hav*
Kulübeye dönen Halil, mantarları yanmaktan son anda kurtarıp masaya bıraktıktan sonra önce kapıyı ve pencereleri kapatır, ardından gece tütmemesi için sobayı söndürüp içini ve borularını kontrol eder ve mantarlarını yemek için masaya oturur. Bir tanesini ağzına atar, “Hmmm enfes olmuşlar. Tadına bakmak ister misin hayatım?”. Özge’den ses gelmeyince uyuduğunu anlar. Kalan mantarları da yiyip mutlu bir şekilde yatağa girer. Yüzünü duvara dönmüş uyumakta olan karısına arkadan sarılarak boynuna iyi geceler öpücüğü kondurur. Özge yarı uykulu, kocasının karnında birleştirdiği ellerini okşayarak karşılık verir.
Sabah erkenden kalkarak güne başlayan yine Özge olur. Kapıyı ve pencereleri açıp Karabaş’ı selamladıktan sonra temiz havayı bol bol içine çeker ve su getirmek için Karabaş’la dereye iner. Döndüğünde kocası hâlâ uyumaktadır. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra uyandırmaya karar verir. Erzağın içinden birkaç parça kuru tarhana alarak tarhana çorbası pişirmeye girişir.
Çorba pişerken dışarıdan Karabaş’ın hırlamalarını işitip ona bakmak için dışarıya çıkan Özge, ileride, uzak bir tepenin başında sallanarak hareket eden ve kulübenin olduğu yöne doğru gelen yampiriyi görerek irkilir. Halil’e seslenir ama Halil karşılık vermez. Yampiri yaklaştıkça Karabaş’ın da hırlamaları artmaktadır. Aralarında yüz metre kadar mesafe kalmıştır. Özge hayvanın başını okşayarak onu sakinleştirmeye çalışır. Sahibinin dokunuşlarından cesaret alan hayvan havlayarak ileri doğru atılır ve son hızla koşarak yampiriye ulaşır, onu bacağından yakaladığı gibi yere düşürür. Tekrar ayağa kalkan yaratık Karabaş’ı yakalamaya yeltenir ama Karabaş bir kez daha, üstelik bu sefer daha şiddetli saldırır. Yaratığın bacağına kenetlediği dişleriyle başını sağa sola hızla sallayarak bacağı ısırdığı yerden kopartır atar. Yere düşen yampiri ayağa kalkamadığı için elleriyle kendini sürüklemektedir. Karabaş bu sefer yaratığın önce bir kolunu, ardından da diğer kolunu dirsekten ısırarak çeker kopartır. Kalan bacağını da kopartır. Yampiri olduğu yerde garip sesler çıkararak debelenip dururken yaratığın artık hareket edemeyeceğine karar veren Karabaş kulübeye döner.
Karabaş’ın yaptıklarını korku içerisinde izleyen Özge yampirinin hareket edemediğini anlayınca hemen içeri koşup Halil’i uyandırmaya çalışır fakat kocası uyanmaz. Adamın göğsü inip kalkmakta, nefes almaktadır. Su kabından kocasının suratına su serperek ve tokatlayarak uyandırma çabaları da boşunadır. Kocasının mantar yüzünden bu halde olduğunu düşünerek paniğe kapılır.
O esnada kulübeye dönen ve ağzı yüzü kanlar içinde olan Karabaş’ı görür; aynı ilk karşılaştıkları andaki gibidir Kangal azmanı. Özge ne yapacağını bilemez bir halde Halil’i ayağa kaldırmaya çalışır. Ona su içirmeyi dener ama işe yaramaz. Belki midesine sıcak bir şey girerse mantarın etkisini geçirir gibi tamamen o an uydurduğu bir düşünceyle sobadan tarhana çorbasını alıp bir tabağa koyar ve sırtını yastıklarla destekleyerek oturur pozisyona getirdiği kocasına içirmeye uğraşır fakat hiçbir kasını oynatamadığından çorbayı ağzına döküp başını geriye yatırarak içirmeye çalışır. Böyle böyle birkaç kaşık çorbayı içirdikten sonra sırtındaki yastıkları alıp yatırarak kendine gelmesini bekler.
Karabaş’ın yeniden hırlamaya başladığını duyduğunda, “Of Allahım, yine mi!” diyerek tedirginlik içerisinde kapıya koşar. Fakat Karabaş’ın hırlamasının sebebi bir yampiri değil, onlarcasıdır. Onlarca yampiri kulübeyi fark etmiş, sallana sallana gelmektedirler. Korkudan başı dönen Özge kapıya tutunarak ayakta kalır. Hemen içeri koşarak kocasını uyandırmaya devam eder. Fakat Halil hâlâ aynıdır, nefes alıp vermek dışında hiçbir hareket belirtisi göstermez. Gözleri de herhangi bir tepki vermemektedir.
Özge yeniden kapıya koşarak dışarının durumuna bakar. Yampiriler iyice yaklaşmışlardır. Hırlamaya devam eden köpeğin yanına çömelerek boynuna sarılır ve ağlamaya başlar. Karabaş Özge’nin suratını yalar. “Çok tatlısın Karabaşçım. Bir o kadar da korkunç görünüyorsun, şu suratının haline bak.” diyerek köpeğe gülümser. Karabaş bir süre Özge’nin suratına baktıktan sonra ‘Hav’ der ve kadının kollarından sıyrılarak yampirilere doğru koşmaya başlar. Özge arkasından “Hayır Karabaş, dur, geri dön.” diye bağırır ama Karabaş kararlıdır, sahiplerini bu yaratıklardan koruyacaktır.
Özge gözyaşları içinde ne yapacağını bilemez bir halde kararını verir. Eve girer, kapıyı sıkıca kapatır, masayı kapının koluna dayadıktan sonra pencereye yönelerek Karabaş’a bakar. Cesur köpek bacaklarından yakaladığı yampirileri bir bir yere sermektedir. Ama sayıca çok olan yampiriler dikkatlerini çeken köpeğe doğru yönelerek etrafını sararlar. Onu gittikçe daralan bir alana hapsederek üzerine kapandıkları esnada Özge, “Haaaaayııırrr” diye acı bir feryat kopartır. Karabaş’ın olduğu yere son defa baktıktan sonra pencerenin ahşap panjurlarını sıkıca kapatır ve kocasının yanına, yatağa uzanır. Kocasının saçlarını okşayıp öperken gözyaşları içerisinde onunla konuşur:
– Ah be Halil’im, sonumuz böyle mi olacaktı? Ama olsun, yine de seni tanımak, sevmek güzeldi. O yaratıklar birazdan buraya gelirler ama neyse ki sen hiçbir şey duymayacaksın, belki hissetmeyeceksin de. Belki de böylesi daha iyi. Bakarsın bizi tamamen yemezler, ısırıp dönüştürürler, biz de onlara katılırız. El ele insan avına çıkarız seninle. Kuzu kuzu. (Gözlerinden yaşlar akarak gülümser) İyi uykular tatlı sevgilim. Seni seviyorum.
O esnada yampiriler kulübeye varmış, kapı ve duvarları tırmalamaya başlamışlardır. Özge başını kocasının göğsüne yaslar, gözlerini kapatır; Halil’in kapalı gözlerinden bir damla yaş süzülür…
- Antin Kuntin Serisi 2 - 1 Nisan 2021
- Bulutlar: Kuşların Konuşma Balonu - 1 Ocak 2021
- Antin Kuntin Serisi: Yampiriler - 1 Aralık 2020
Sıradan günlük hayattan, gelin-kaynana çekişmesinden yola çıkarak zombi konusuna sert bir geçiş yapılmış. Karı-koca ilişkisi, survivorda yaşamanı idame ettirmek zorunda kalan partnerlere dönüşmüş. Canavar olması gerekirken, dost çıkan köpek iyi bir eklenti olmuş. Hikaye olağandışı konusu içindeki olağanlıkla kendisini okutuyor.
Bana olumsuz bir his veren şeyi biraz geç buldum. Düşünmem gerekti biraz. Tam zombi hikayesi okuyorum, gerilim sahnesine gireceğim derken komedinin araya girmesi derinliği bozuyor kanımca.
Merhaba @verdem
Evet haklısınız, komedinin düzeyini bazı yerlerde daha iyi ayarlayabilirdim. Aslında bunun sebebi hikayeyi en başından absürt bir çıkış noktasıyla (testisten yayılan virüs) başlatmam oldu. O noktadan sonra ciddiyetini korumak istemedim, mümkün olduğunca ciddiyetin içerisine abes ögeler eklemek istedim ama tabi bunu daha usturuplu yapabilirdim.
Karakterlerin sürekli olayın ciddiyetinden kopmalarının bir diğer nedeni de hala olayın şoku içerisinde olmaları ve bu şoku işi şakaya vurarak atlatmayı tercih etmeleriydi. Sonlara doğru (Halil silah yontarken) birbirlerinin içindeki acıyı hissetmiş olmaları fakat duygusal patlama yaşamamak için birbirlerinin yarasına dokunmamaları bunu belirtmek için seçtiğim bir yoldu.
Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim.