Öykü

Beyaz Uyku

Gözlerini beyaza yumup duruyordu sürekli, her gözünü açtığında farklı bir yerde uyanmaktan sıkılmıştı; uyuduğunda ise bembeyaz bir gökten başka bir şey göremiyordu…

Hep uyanık olmak istiyordu ama enerjisi tükenince beyaza yumuyordu gözlerini…

Gözlerini açtı gene, sıkılmıştı beyazlardan…

Yemyeşil bir ormandaydı şimdi çalılar yüzünü ve kollarını çiziyordu, koşuyordu ama nereye koştuğunu bilmiyordu… Kolunu kaldırıp yüzüne siper ederek koşmaya devam etti, gözlerini koruması lazımdı… Diğer kolunu kaldırmaya çalıştı, bir ağırlık vardı üzerinde; hissetmiyordu kolunu… Şöyle bir göz ucuyla baktı, kıpkırmızıydı omzundan aşağısı; fazla kafasını takmadı koşmaya odaklanmalıydı…

Koştukça koştu, nefes nefese kalmıştı; bir an durup dinlenecek oldu, eğildi ama arkasındaki ses yaklaşıyordu…

(Ses?)

Ufak bir hırıltı, bir koşma sesi ama uzaktan…

Gittikçe yaklaşan…

Tekrar koşmaya başladı… Arada bir arkasına bakıyordu ancak yüzünü korurken koluna çarpan çalı çırpı ve dallardan başka bir şey göremiyordu… Tekrar önüne döndü, birden duraksadı; açıklığa çıkmıştı şimdi. Ağaçlar birden kesilmişti, duraksadığı için arkasından gelen ayak seslerini daha net duyuyordu şimdi; kaç kişiydi?

(Kişi?)

Çevresini kolaçan ederek emin ama yavaş adımlar attı, görünürde bir şeyler yoktu…

Koşacak oldu, yolun ileride bittiğini fark edince kala kaldı. Başını uzattı, bir uçurumun ağzındaydı. Aşağıda mavi – beyaz köpüklerle sarp kayaları döven ve ne kadar alçakta olduğunu bir türlü anlayamadığı bir deniz vardı… Başı döner gibi oldu. Elleriyle başını tutmaya çalıştı, bir tek sağ eli reaksiyon vermişti bu hissine, kaldırmaya çalışsa da sol elini hissedememişti. Göz ucuyla, korkarak, bakmaya çalıştı; dirseğinden aşağısı kopmuştu!

Başı dönmeye başlamıştı şimdi, üstünü başını kolaçan etti… Her yerinde kan vardı… Ne olmuştu cidden?

Arkasında bir gürültü kopar gibi olduysa da artık çok geçti, baş ağrısından gözünü açamıyordu… Gene aynı şey olacaktı…

Beyazlık…

Beyaz bir denize dalmıştı gözleri kapanır kapanmaz…

Bu dinginlik onu dinlendirmiyor, yoruyordu… Uyanmak istiyordu, kendini çimdiklemek… Ellerini kıpırdatamıyordu bile! Başını sağa sola çeviremediğini düşünüyordu ama beyaz renk o kadar yoğundu ki, bu yoğunlukta yüzüyordu adeta…

Derin bir nefes koyuverdi, sessizlik ve renksizlik dolu ortamda soluğunun sesi çığlık misali saatlerce yankılandı adeta…

(Çığlık?)

Birden gözleri açıldı, derin bir çığlık koparıyordu!

Bir can acısı hissediyordu ama vücudunun her zerresinde duyumsadığı bu acının kaynağını anlayamıyordu… Gözlerini araladı, kopkoyu bir siyahın içindeydi hiçbir şey göremiyordu… Bir “şey”in saldırısını fark edebiliyordu sadece… Bir de sol kolunda dayanılmaz bir acı kalmıştı bütün vücudundaki sızı duraksayınca.

Elinin hissizleştiğini fark etti hayal meyal. Can havliyle tekme savurmaya başladı kapkara odada…

(Oda?)

Gözleri karanlığa alışır gibi olunca sakinleşti birazcık. Bir kenarda bir masa duruyordu, yanında ise bir sandalye vardı… Sandalyenin biraz garip durduğunu düşünürken sol kolunda bir acı daha hissetti, gözünden yaş geliyordu şimdi… Tekme savurmaya başladı tekrar, ayağı bir şeye çarptı; küçük çapta bir çığlık koptu karanlıkta… Çığlıktan daha çok böğürmeye benziyordu… Elini hissetmekten tamamen uzaklaşmıştı şimdi…

Karşısındaki “şey” harekete geçmeden serî davranmalıydı, tekmeler savurmaya devam etti… Tekrar tekrar çığlıklar kopuyordu odada… Ne kadar kısarsa kıssın gözlerini, acıdan mıdır nedir, tam odaklanamıyordu bir türlü alışamıyordu gözleri.

Birden karşısındakinin gerilediğini fark etti, bu ona da zaman kazandırmıştı başını sağa sola çevirdi. Masanın biraz daha sağında belli belirsiz bir kapı kolu vardı, eğer hızlı davranırsa…

Dönüp koşmaya başladı… Arkasından bir şeyin inlediğini duyduğunda azıcık yavaşlayacak oldu ama kolundaki acıyı tekrar hissedince adımlarını hızlandırdı tekrardan…

Yıllar gibi gelen bir süreden sonra nihayet varabilmişti, sağ eliyle uzandı, kapı kolunu tutup kendisine doğru çektiğinde önce biraz gıcırdasa da sonuna kadar açılmıştı kapı…

Işık…

Birden gün ışığı doluvermişti gözlerine, arkasına bile bakmayı düşünmeden kendini fırlattı ışığa doğru, nereye gittiğini bilmeden koşmaya başladı… Birden yüzüne bir şeyler çarptı, bir ormana dalmıştı… Yemyeşil bir ormandaydı şimdi çalılar yüzünü ve kollarını çiziyordu, koşuyordu ama nereye koştuğunu bilmiyordu… Kolunu kaldırıp yüzüne siper ederek koşmaya devam etti, gözlerini koruması lazımdı…

Yorulduğunu duyumsadı, gözleri kapanıyor gibiydi… Ufak bir çığlık koyverdi, uyumamalıydı ama tutamıyordu kendisini… Bir ağaca dirseğini dayayıp yüzünü koluna gömüverdi… Kendisini kaybediyordu… Beyazlığa doğru gömüldüğünü hissetti…

Tam bir boşluktaydı…

Ne hissettiğini bilemiyordu, üç dakika öncesini hatırlamıyordu; bembeyaz bir denizde yüzüyordu adeta, gözü hep bir noktada kafasını çeviremiyordu bile!

Gözlerini kıstı, ufak bir çizgi görüyordu sanki…

Çizgiyi göz ucuyla izlemeye başladı, kafasını kıpırdatamadığı için gözüyle takip ediyordu… Sanki ortadan ikiye ayrılmıştı gözünü diktiği beyazlık… Git gide daha da netleşiyordu çizgi…

Birden sarsıldı, beyazlardan savruldu…

Baş aşağı dönmüştü şimdi, dünyası şaşmıştı… Sonsuzcasına bir ağrı hissediyordu tüm vücudunda, yanına doğru bakmaya çalıştı, kıpırdayamıyordu… Ellerini sıktığını fark etti, neyi tutuyordu? Göz ucuyla bakakoydu, direksiyondu bu… Nereye gidiyordu ki? Ve şu an ne olmuştu, başına bir ağrı girdi düşünmeye çalışınca… Bir sıcaklık bastırıverdi; yanıyor muydu yoksa araba? Dışarı bakmaya çalıştı grimsi bir duman kaplamıştı, katastrofobisi bastırıverdi aniden… Kolunu uzatıp kapıyı açmaya çabaladı, kapı kolu dönüyor ama kapı açılmıyordu; sıkışmıştı!

Yanında bir inleme duydu, başını hafifçe çevirdiğinde sapsarı ve uzun saçların arasında kırmızı kanın aşağılara süzüldüğünü gördü, yutkundu. Son bir gayretle kapı koluna asıldı, kırarcasına çevirdi çekti eğdi ve büktü… “Çat!” diye bir ses koptu, kapı azıcık da olsa aralanmıştı artık… Ayağını kendine çekip kapıya doğru bir tekme savurdu, bu sefer bir kütürdeme koptu ve kapı yana doğru düştü… Bir çığlık koptu dışarıdan, bir kuş sesi gibiydi, ama yanılmış da olabilirdi… Aynı anda araba sallanmaya başladı, bir şey yukarıdan arabaya vuruyordu… Başı iyice ağrımaya ve burnu is kokusundan sızlamaya başlamıştı ki, kendini dışarı atmayı akıl edebildi… O sırada üstünden bir karartı geçti… Cılız bir şey sırtına dokunmuştu, yüz üstü dönmeye çalıştığında ise daha kuvvetli bir darbe gelmişti…

Bir kuş çığlığı kopuvermişti… Birkaç dakika öncesini anımsadı, bir sapaktan dönerken gördükleri levhayı…

(Gördükleri? Kim…)

Tüm daldığı düşüncelerden savruldu duyduğu acıyla. İstemsiz de bir çığlık koparmıştı şimdi. Başını çevirdi, devasa bir kuş üstüne doğru geliyordu… Tüm enerjisini yoğunlaştırıp bir tekme savurdu havaya, isabet ettirmişti, şimdi can havliyle hem geri çekilmiş hem de terse dönüp uçmaya başlamıştı kuş…

Bunun verdiği gazla ayağa kalktı, bir an aksadı, dünyası tekrar normal akışına dönmüştü… Arabayı fark etti, iyice dumanlar içinde kalmıştı… Eğilip sökülmüş kapıdan içeri doğru baktı, bir kişi ön koltukta, biri de arkada baygındı… İyi de, kimdi bunlar?

Arkasından bir çığlık duydu, dönüp baktığında atın biraz daha küçüğü, kurt kırması bir köpek(?) gördü. Ağzındaki salyaları yere akıyordu, bir çizgi halinde adama doğru süzülüyordu yoldan… Eğik miydi yol, yoksa zihninin bir oyunu muydu bu? Anlamadı, anlamak için fırsatı yoktu koşmaya başladı…

Koşa koşa bir sapağa girdi ana yoldan çıkmıştı… Deli gibi koşmaya başladı, arkasındaki yaratığın köpek olduğundan da şüpheliydi… Bir kulübe gördü, girdi hemen kapıyı sıkı sıkı kapattığında birkaç saniye de olsa nefes alabilmişti… Bir koltuk gördü karanlıkta hayal meyal, oturuverdi nefes alıp verirken dalıvermişti…

Kopkoyu siyahlardan süzülüp beyazlığa kapamıştı gene gözlerini…

Bir fısıltı duyuyordu sanki derinlerden gelen bir tıslama sesi… Beyaz renk delirtici şekilde dikkatini çekmese odaklanabilirdi ama…

Tıslama monoton bir düzeyde gidiyordu, beyazlık kadar sıkıcıydı adeta! Kulaklarında bir uğultu hissetti gözleri acıdan yaşarmıştı, sonra çınlamaya dönüştü uğultu… Gözlerini kıstı, bir rüzgar tıslamasıydı sanki bu… Birden gözleri açılıverdi…

Açık camdan tıslayarak giriyordu rüzgar arabanın içine… Müzik sesi keyif veriyordu birden şenlenivermişti… Elleriyle belli belirsiz, direksiyona vurarak tempo tuttuğunu fark etmişti. Teybin dijital saat göstergesine baktı, 14:56 rakamları parlıyordu sarı sarı.

Birden yol kenarında iki kızın otostop yaptığını gördü, geçecek gibi olduysa da sırf bu saatte bu ıssız yolda ne yapabilirlerdi diye merakına yenilip frene asıldı, asfalt yolda inleyerek durdu araba…

Camı araladı, kızlardan birisi yaklaşıp konuşmaya başladı. Bindikleri otobüste rahatsız edildikleri için inmişlerdi ancak beş saattir hiçbir araba durmamıştı ki geçen araba sayısı da bir elin parmağını bulmazdı… Nereye gidiyorlardı, hiç bilmiyorlardı ki; iki kız arkadaş ilk gelen otobüse atlayıp tatile çıkmışlardı, araba nereye gidiyorsa onlar da razıydı yol üstünde güzel bir yerde indirilmeye…

Bu kadar güzel dil dökülmesinden sonra hayır demek ahmaklık olabilirdi, adam da ahmak değildi. Kapının kilidi tık etti açıldı, içeri girdi kızlar. Konuşan öne oturmuştu diğeri arkaya. İkisinin de saçları uzundu ve arkadakinin yüzü neredeyse tamamen kapanıyordu siyah saçlarından, arada bir elini gezdiriyordu saçlarında onun haricinde tamamen hareketsizdi tüm vücuduyla…

Önde oturan ise sarışın, arkadakine göre daha açık giyimli ve hoşsohbet biriydi. Tek sorun gözlerindeki güneş gözlüğüydü. Sorduğunda güneşe alerjisi olduğunu söylemişti, o zaman sorun yoktu ama adamın içinde bir huzursuzluk vardı…

Bir yandan tamamen boş olan otoyola bakıyordu, bir yandan da kızı dinlemeye çalışıyordu… Arada bir sıcaklardan yakınıp yakasını silkiniyordu; bilerek mi bilmeyerek mi anlayamasa da adam, kızın göğüsleri sürekli görüş kadrajına giriyordu… İkide bir bacak bacağa attığı ayaklarını değiştirerek de zaten kısa olan eteğinin sıyrılmasına “engel olamıyordu” kız… Tekrar yola odaklanmaya çalışıyordu adam. Bir yandan da kızın anlattıklarını dinliyordu…

Arkadaki kızdan ses gelmeyince daha sık dikiz aynasına bakmaya başlamıştı adam… Arada bir saçlarının arasında uzun tırnaklı elini gezdirmek dışında bir hayat belirtisi göstermiyordu kız. Gözlerini kısmadan bakmaya çalışıyordu, aşırı dikkatli gözükmek istemezdi… Radyonun sesini açmak için uzandığında soğuk bir his duydu, istemsizce yüzü asılıverdi. Baktığında yanındaki kızın elini tuttuğunu gördü. Kardeşim, dedi, yüksek sesten rahatsız olur.

Tekrar yola odaklanmıştı bu yüzden adam, neden sonra bir süre geçince fark etti ki, kızla el ele tutuşmuşlardı kız bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Bir yandan elini sıkıyor, gevşetiyor, okşuyordu. Uyuşmaya başlamıştı sanki eli… Bir yandan hoşuna da gidiyordu, karşı cinsle sohbet dışında ileri gittiği en son zamanı hatırlamıyordu bile… Birden yolun yana doğru kıvrıldığını fark etti, daldığı düşüncelerden sıyrılıp direksiyonu kırdı… Elini çekmek zorunda kalmıştı direksiyonu daha hızlı kırabilmek için, birden elinde bir kızıllık fark etti; kanıyor muydu? Eline bakmaya çalışırken bir levha gördü, üstüne iki kedi mi çivilenmişti? Kafası karışmaya başladı, başı da dönüyordu şimdi… Neler oluyordu? Sabah evden çıkarken duyduğu bir haberi anımsar gibi olmuştu… Bunu düşününce gözü GPS cihazına kaydı ama birden bir şey fırladı yola, arkadaki kız bir çığlık koyuverince irkildi adam ve frene köklendi araba resmen inliyordu ama bir yandan da hız yeterince azalmamıştı, aniden yandan bir şeyin vurduğunu duydu adam.

Arabanın sağı havalanmıştı, sanki düşecek gibi, demeye kalmadan dünyanın terse döndüğünü hayal meyal fark etti; beyaza dalmadan son duyumsadığı şey de sonsuzcasına bir ağrı olmuştu.

Çığlık atmaya başladığını fark etti, ne zamandır atıyordu kim bilir… Vücudunda uzaktan bir sızı duyuyordu… Bir serinlik damarlarına dağılıvermişti, beyazlık o kadar da net değildi şimdi, birkaç damla süzülüvermişti gözlerinden… Görüşü bulanmıştı… Titriyordu hava…

Midesinin bulandığını hissetti, kusamazdı da ağzını açacak mecali yoktu… Hem, insan rüyasında kusar mıydı?

Beyazlara da dalmazdı ama, dedi içinden bir ses.

Gözlerinde bir ağrı hissetti, tekrardan yaşarıyordu şimdi. Bir de farklı bir renk… Mavi – beyaz kırması bir renk…

Masmavi gökyüzüne uyanıverdi birden. Güneş tüm haşmetiyle görünüyordu. Tişörtüne rağmen terliyordu çok fazla, camı azıcık aralayıverdi. Rüzgar, tıslamasıyla ve yüzünü okşamasıyla arabaya tazelik katıvermişti; kaç saattir yoldaydı?

Saate baktı, 14:50’yi gösteriyordu sarı dijital karakterler… Radyonun kapalı olduğunu fark etti ilk defa, çoğunlukla fark etmezdi bile ama yol bu kadar boş ve yolculuk da bu kadar uzayınca bir ses istemişti canı. Önce cızırdadı radyo, sonra bir reklam sesi duyuldu sonrasında şarkı giriverdi…

Müzikle pek arası yoktu, küçükken piyano çalmıştı annesinin zoruyla, bir iki küçük çapta konser de verdiği olmuştu ama sonra başka projelere yöneltilmişti annesi tarafından. Gazetecilik de bunlardan birisiydi tabii… Şimdi de bir yazı dizisi için bir şehre gidiyordu… GPS cihazına yüklenmişti veriler, o sadece direksiyon sallıyordu…

“İnanamayacaksın…” demişti sabahın köründe editörü, tabii ki sabah kalktığında pos bıyıklı kel ve göbekli birinin sesinden önce daha başka sesler duymayı da isterdi ama…

Bir köyün bir gecede yok olduğu rapor edilmişti. Hiçbir şey kalmamıştı, bir tek köyün girişinde bir kulübe vardı onun dışında…

“Her şey uçuvermiş… Anlıyor musun? UÇUVERMİŞ… Toz olmuş iz bırakmamış, GÖÇÜVERMİŞ!”

Bağırma, diyesi geldiyse de kelimeler boğazında sıkışıverdi. Bir fayda etmezdi, ilkokul kitaplarında kalın yazılabilecek öğeleri bağırırdı editörü, bu böyleydi. Böyle de olacaktı. Sabah neşesi gibi bir şeydi bu aslında.

Peki adam ne yapabilirdi? GPS cihazına yüklenen verileri takip edip köye gidip bir araştırma yazısı ve hatta bir yazı dizisi yapabilirdi. Slogan her zamanki gibi, ne kadar mübalağa o kadar tiraj olmalıydı…

Birden müzikle neşelenip eliyle direksiyona vurarak tempo bile tuttuğunu fark etti. Dijital saate baktı, 14:56’yı gösteriyordu sarı rakamlar. Birkaç kilometre uzakta iki karartı gördüyse de gözlerine bir ağrı girmişti, hava yeterince mavisini kaybedip beyazlaşmaya başlamıştı. Direksiyonu bile göremez olmuştu…

Bembeyazdı her şey gene… Arada bir anlık karartılar girer olmuştu kadrajına, ufak tısıldama şeklinde de sesler geliyordu kulağına… Gözlerini kısmaya çalıştıkça bir ağrı giriyordu beynine. Yaşarıyordu o zaman gözleri…

Zaman zaman da yüzünde serinlik hissediyordu, bazen de ağzında sıcaklık. Ne hissedeceğini şaşırmıştı iyice… Beyazlık eskisi kadar net değildi, bu sevindirici bir şeydi aslında… Bazen de damarlarında serinlik dolaşıyordu, bu da tatlı bir his haline gelmişti… Bazen mırıltılar daha kuvvetli hale geliyordu, sonra birden kayboluyordu.

Kendini zorlayıp uyandırmaya çalışıyordu, en son gördüğü şey neydi, onu bile bilmiyordu. Çok uzaklaşıyordu kendinden… Birden bir şeyler hatırladı…

Rüzgar…

Köpüklerin vurduğu bir dibin uçurumu…

Deniz… Yosun kokusu ve orman…

Bir de bir kabus vardı peşinde.

Kabus…

Yüzünün ıslandığını fark etti, birden renkle doldu taştı etrafı…

Bir gürültü içinde yere yuvarlandı, uçuruma git gide yaklaşıyordu bir taraftan da üstüne atlamış olan köpek ötesi yaratığa sağlam kalan tek koluyla engel olmaya çalışıyordu ama salyaları üstüne aktıkça görüşü de bulanıklaşıyordu…

Uçurumu düşündü, yapabileceği şey direnmek değil, savuşturmak olabilirdi… Üstündeki yaratık kaç kiloydu? Sağa doğru yalpaladı bir an üstündeki, adam da bunu fırsat bilip sola doğru fırlattı kendini, hayvandan(?) kurtulmuştu bir süreliğine… Göremese de sese göre hareket edip bir tekme salladı, ayağı bir an boşlukta kalsa da nihayetinde çok yumuşak bir yere sert bir giriş yapmıştı, bir çığlık koptu, sonra da sürüklenme sesi eşlik etti. En sonunda da bir müddetlik sessizlik ve şiddetli bir suya çarpma sesi geldi… Ses kesilmiş, her şey susmuştu. Bu çok huzur vericiydi, son derece hızlı geçen son birkaç saati düşünürse…

Yavaş adımlarla uçuruma doğru yanaştı, sanki hala kenardan fırlayacaktı o “şey”… Aşağıda bir karartı, dev bir gövde vardı… İncelemeye başladı, kolları ve ayakları yanlara açılmış, etrafı kıpkırmızı bir haleyle kaplanmıştı. Uçurumun dibinin sert kayalıklar olduğu anlaşılıyordu… Üstünde beyaz bir çizgi olan bu yaratık sanki bir çoban köpeğinin dev imitasyonu idi.

Uzaklardan bir kuş çığlığı duyunca da tekrar yoldaki arabayı hatırladı adam. Kolundaki saate baktığında saatin durmuş olduğunu gördü, 14:59’da duruvermişti saat.

(Kızlar arabaya bindiğinde…)

Çok değil daha yedi saat önce sıcacık yatağındaydı ve tek derdi kel, göbekli ve pos bıyıklı editörünün ilkokul kitabından fırlamış cümle kurma anlayışıydı…

Editörüne başlarım, diye homurdandı. Döner dönmez ilk yapacağı şey işi bırakmaktı… GPS cihazı aklına geldi, araba yanmamışsa hala gideceği yeri bulabilir ve bu kabustan biraz olsun kurtulabilirdi… Tekrar ormandan geçip kulübenin önüne geldi. Kapı hala açıktı, içeri girdi… Sandalye yamulmuştu, ışığı açtığında fark etti. Masadaki küllükte ise belki onu aşkın sigara izmariti vardı… Ve bir…

Bilgisayar!

Açma düğmesine bastığında mavi Windows penceresiyle karşılaştığında o güne kadar kullandığı işletim sistemi tüm cazibesini kaybetmişti… Masa üstü açıldığında bir an kala kaldı, masa üstündeki fotoğrafta ortada göbekli, kısa boylu bir adam sağında ve solunda iki kızla poz vermişti…

Kızlar arabasındaki otostopçulardı…

“Arkadaşımla tatile çıkalım dedik ve ilk otobüse atlamıştık” diye bir cümle hatırladı adam hayal meyal… Ve çok değil beş dakika sonrasında da “Kardeşimin yüksek sese karşı rahatsızlığı var…” cümlesini…

Çelişki…

Masaüstündeki iki simgeden birisi mavi e logosuydu, heyecanla tıkladı… Açılmayacak olsa bile masaüstü resminden kurtulmuş olurdu… Birkaç dakika boyunca beyaz ekrana odaklandı, gözleri ağrıyacak gibi olduysa da heyecanı kaybetmeden beklemeye devam ediyordu…

İnternet vardı…

Mail kutusunu açtı, editörüne durumu kabaca anlattı; tabii devasa yaratıkları, çivilenmiş kedileri ve ne idüğü belirsiz otostopçular bu “durum”un içinde yoktu. Sadece basit bir kaza geçirmiş ama bahsi geçen köydeki kulübenin önünde durmuştu tesadüfen… Ne yapmalıydı, ne yapılabilirdi?

Asır gibi gelen beş dakika sonrasında kısa ve net bir cümle vardı mail kutusunda, editörünün elektronik imzası daha bir gözüne çarpıyordu… İki kelimeye odaklanmıştı şimdi tüm dikkatiyle…

“Hangi köy?”

Neden sonra toparlanır gibi oldu, sayfayı yeniledi; muhtemelen yanlış görmüştü. Olurdu ya böyle şeyler… Ama gene aynı kelimeler göz kırpıyordu… Bir daha yeniledi, gene aynı kelimelerdi. Bir daha, bir daha… Bir daha yenilerken internet bağlantısı kopuverdi… Cılız bir çığlık koyuverdi adam…

Çaresizdi, neler oluyor bilmiyordu. Korkarak pencereyi kapattı; tekrar lanet fotoğraf gözüne gözüne giriyordu… İliklerine kadar ürperdiğini düşünüyordu, sarışın kızın gözleri açıktaydı ama gözbebeklerinin rengini göremiyordu tam seçilemiyordu, git gide başını ekrana yanaştırıyordu ve bunun farkında bile değildi…

Tam seçebildiğini düşünürken birden ekran kararıverdi, korkuyla sıçramıştı oturduğu koltuktan… Muhtemelen elektrik kesilmişti ama bu kadar korkmasının sebebi olan – olmayan tüm dikkatini yöneltmiş olmasındandı… Ayağa kalkmak isterken elinde bir acı hissetti, bir yanma vardı… Dikkatli baktığında parmaklarının arasındaki sigarayı fark etti; iyi de sigara içmezdi ki…

Elindeki sigarayı yere fırlatıp kulübeden dışarı çıktı. Hava kararmıştı, saatine baktı; durmuş olduğunu bir daha fark edip kalaylı bir küfür bastı. Ne zamandır içerideydi? Yola doğru koşmaya başladı…

En sonunda ana yola varabildi, nefes nefese kalmıştı…

Bu kadar şeyden sonra şaşıramayacağı bir görüntüyle karşılaştı; yol boştu.

Yola fırladı, asfaltı incelemeye başladı. Frene var gücüyle asıldığını hatırlıyordu, asılmış olmalıydı. Önüne bir şey çıkmıştı, arkadaki kız bir çığlık atmıştı. Frene asılmıştı…

İzi neredeydi peki?

Titremeye başlamıştı, birden bir korna sesi duydu.

Arkasını döndüğünde pikap arabalardan birinin sürücü koltuğundaki yaşlı kadını gördü. Kadın camı açmış başını dışarı çıkarmış halde sesleniyordu…

“İbrahim! Yoldan çekilsene!”

İbrahim mi? Adı Necip’ti, bunu söylemek için ağzını açmaya çalıştı; ıssız yolda bu kadının karşısına çıkmış olduğundan çok isme takılmıştı, bir şey diyemeden itaat etti ve sağa çekildi. Kadın başıyla selam verdikten sonra daracık yolda öksüren pikabıyla devam etti… Pikabın arkasında başının üstünde başlayan beyaz çizgisi hariç kapkara tüyleri olan bir çoban köpeği dikkatini çekti, köpekle birkaç dakika bakıştılarsa da, kadın sert bir sapağı dönüp gözden kaybolunca köpek de kadrajı terk etmişti…

Öksürmeye başladı, midesi de bulanıyordu. Lanet olası bir kabusun içine girmişti sanki…

“İbrahim Efendi, o sigaraları bırak diyoruz sana dinlemiyorsun ki!” diye bir ses duyduğunda sağa döndü hızlıca. Bisikletiyle geçen bir adam el sallayıp gülümsüyordu…

Adım Necip!, diye bağırmak istiyor ama ağzını açamıyordu, bunun yerine sahte bir kahkaha koyuverdi. Kendinden utanmıştı.

Yanında gürleyerek duran arabadan iki genç inmişti, birisi saçlarıyla arkadan ince bir kuyruk bırakmış, kaşında bir piercing ve sağ kulağında iki küpesi olan on beş on altı yaşlarında gösteriyordu. Diğeri ise daha küçüktü, sarı ve küt kesilmiş saçları vardı. “Necip!” diye bağırdı büyük olan, adam sonunda sevinmişti ki, küçüğü cevapladı; “Tamam abi!” sonra ikisi de adamın önünde durdular, neler oluyordu?

Küçük olan utanıp sıkılıyordu. Abisi (?) dürtükleyince konuşmaya başladı.

“İbrahim Abi, kızmayacaksan bir şey söylemek istiyorum”, artık yeni adını git gide benimseyecek hale gelmişti adam, başını sallayıp cevap verdi bu sözlere.

“Senin beslediğin bir kuş vardı ya, git gide büyüyordu irileşiyordu falan…”

Tekrar başını sallayıp devam etmesini onayladı adam.

“İşteee, geçen gün bizim Alican’ın sapanını denerken…”

Durdu, bekledi. Yutkundu belki de çocuk. Devam için onay bekliyordu sanki…

Devam etmesi için tekrar başını salladı adam.

“Denerken…” diye tekrarladı. “Ben yanlışlıkla yaptım yani havaya atıyordum ağaçlara atıyordum ufak çakıllar toplayıp attım vallahi bilerek atmadım İbrahim Abi bir baktım senin kuşuna gelmiş… Kurtarmak için çok uğraştım ama…”

Tekrar bir dirsek darbesi gelmişti abisinden.

“… şey, fazla uğraşmadım o an umursamamıştım ama eve gidince çok üzüldüm…”

Bir dirsek darbesi daha.

“Fazla da üzülmedim ama annemler çok kızınca kötü bir şey yaptığımı anladım senden özür dilemem gerekiyormuş affedersen mutlu olmayı hak ediyormuşum… Affeder misin beni?”

Durdu, gerindi adam… Derin bir “hımmm” çektikten sonra eliyle yüzünü kaşımaya çalıştı, sert kıllara çarpmıştı parmakları. Tekrar tekrar yokladı, bıyıkları vardı… İyice korku dolmuştu içi…

“Tek bir şartla…” dedi, ağzından çıkan harflerin tonlarına inanamayarak; bu ses onun değildi, olamazdı. Hatta editörünün ağzından da söylemek istedi: OLAMAZDI.

Çocuklar meraklanmıştı, başlarını heyecanla salladılar.

“Bir fotoğraf göstereceğim. Fotoğraftakilerin kim olduklarını söyleyeceksiniz…”

Umursamazca omuz silktiler, “Bu kadar kolaysa…” der gibi halleri vardı. Adam kulübeye yöneldi, çocuklara da işaret etti, peşinden geldiler…

Girip bilgisayarı açtı, tekrar mavi ekran ve sonrasında hala şaşkınlıkla bakakaldığı fotoğraf…

“İbrahim Abi, bunlar geçen yıl bizim köye gelen turist kızlar değil mi?” dedi büyük olan.

“Hatırlıyorsun yani?” diye sordu adam.

Başını heyecanla salladı çocuk. “Abi senin kulübede kalmışlardı da ne dedikodusu dönmüştü köyde, unuttun mu yoksa?” diye hınzırca gülümsedi, kardeşi de kıkırdadı bu sözlerden sonra.

Sessiz kalakalmıştı adam. Başıyla onayladı, “Tamam çocuklar affettim siz gidebilirsiniz…” dedikten sonra fotoğrafa hiç bakmadan bilgisayarı kapattı. Bilgisayarın yanında, masada, duran ajandayı açtı. Günün tarihinde, saat akşam üstü altıya “Doktor. Randevu” diye not düşülmüştü. Ajandayı kapatıp ayağa kalktı, duvardaki saat doğruysa randevuya yedi dakika kalmıştı, hızlıca fırladı kulübeden dışarı.

Kulübenin yanında dayalı duran mobiletine atlayıp köye doğru gazladı… Köye girdikten sonra ezberiyle geçti yolları ve eski püskü, yarısı dökülmüş siyah harflerle “DOKTOR” yazan tabelalı binada durdu. Koşar adımlarla içeri girdi, elinde devasa bir kupadan tüten bir sıvı içiyordu masada oturan gözlüklü, beyaz saçlı önlüklü doktor. Adamı görünce gülümsedi.

“İbrahim, çayı yeni demledim; son seansımızdan önce bir çay içmek ister misin?”

Yok, diye işaret etti kafasıyla.

(Seans? Son seans?)

Doktor birazcık bozulmuştu bu dostane ikramının karşılıksız kalmasıyla.

“Tamam, o zaman bir an önce başlayalım mı?” diyerek siyah, uzun koltuğu işaret etti. Masada duran not defterini eline alıp koltuğun yanındaki sandalyeye oturdu. Bu bir psikoloji seansıydı…

Uzanıverdi istemsizce adam.

“Anlat bakalım İbrahim Efendi, neler oldu son günlerde?”

Derin bir nefes aldı, tek bir soluk gibi gelen süreçte başından geçen her şeyi anlattı adam. Her duraklamasında doktora bakıyordu, doktor git gide ciddileşiyordu, sorun vardı… Her şey bittikten sonra derin bir nefes verdi…

“Hepsi bu kadar…” dedi fısıltıyla…

Doktor başını kaşıdı, gözlüğünü çıkarıp önlüğünün üst cebine koydu…

“İbrahim… Sanırım durum biraz ciddi…” diye mırıldandı.

Bir tetkik daha yapmak istediğini söyledi, onay alınca masasına yöneldi… Bir göz damlası ve bir şırınga çıkardı… Tekrar yanına gelip yukarı doğru bakmasını işaret etti…

Bembeyaz tavanda bir nokta belirlemesi halinde bu sürecin daha az acılı geçeceğini de ekledi. Adam bembeyaz tavanla baş başa kalmış gibi hissediyordu kendisini…

Derin bir nefes aldı, koluna giren şırınga ucunun soğukluğunu hissetti. Sonra soğukluk kayboldu ama damarlarında serin bir sıvı dolaşıyordu. Ferahlamıştı… Beyazlık bir an bozuldu, gözlerine damla damlatılınca kapatıverdi istemsizce ama doktorun uzaklardan gelen sesi gözlerini açmasını isteyince zoraki bir şekilde açtı… Bir süre sonra dalıvermişti uykuya…

Kendine geldiğinde doktorun bir telefon konuşması yaptığını duydu, gözlerini açmadan dinlemeye koyuldu. Zihni o kadar bulanıktı ki, kelimeleri duyamıyordu bile… Ufak tefek şeyler seçiyordu sadece aradan…

“Çift kişilikli psikolojik bozukluk… Zaman zaman katatoni hali…” dendiğini işitip gözlerini açtı, tekrar beyazlarla baş başaydı ama şimdi görüntü kadar zihni de netti…

Tekrar gözlerini kapattı…

Uçurumun başında aşağı bakarken buldu kendini, saatine baktı; 14:59’da durmuştu, yani…

Kızların arabasına bindiği saatte…

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Beyaz Uyku” için 4 Yorum Var

  1. Hemen söylüyeyim; o adamın yerinde olmak istemezdim! Böyle bir psiko-fantastik öyküyü bizlerle paylaştığın için teşekkürler. O kızlara ne oldu (yoksa onları uçurumdan mı attı?) gerçekten bir gazeteci mi yoksa o köydeki sigara tiryakisi bir adam mı? Analizlerine ve sonu çok hoşuma gitti. Ellerine sağlık…

    Beyaz ve siyah çatışması da güzel olmuş. 🙂

  2. Of of of of! Feci derecede güzel bir hikayeydi bu. Soluksuz okudum ve hayran kaldım. Yine bir sürü soru işaret ile bıraktın bizleri yalnız. Bu da senin tarzın sanırım. Geçen ayı telafi ettin diyebilirim 🙂 Kalemine sağlık…

  3. Güzel, ilginç ve özgün bir hiakye olmuş. Alt metinlere falan fazla giremiyorum üzgünüm. Ama basitçe şu konuda bir eleştiri yapabilirim; geçişlerinde hafif kopukluklar seziliyor. Olması gereken şekil o iyi bir tespit ama hissettirme konusunda çok üstün değil. Yine de ilk okuduğum öyküydü ve beklediğimden çok daha iyi çıkmıştı 🙂

  4. @ magical bronze: Eleştirin ve sonunda tamamen memmuniyet dolu bir yorum girmiş olman beni şımartmadı değil (:

    @ mit: beni bu siteyle tanıştıran sensin senin beğenmen de beni sevindirdi bittabi.

    @ amras ringeril: hafif kopukluk derken? yazarken bazen benim de koptuğum oldu telafi ettim sanıyordum ama tam edememişim sanırım (: bir dahakine daha iyiye ulaşma niyetiyle… eleştiri için teşekkürler (:

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *