Öykü

Bir Ay Işığı Efsanesi

Soğuk bir pazartesi sabahıydı. Hikmet Ağa, tarladaki ürünleri korumak için, işçilere talimatlar veriyor; yüzündeki asabi ifadeyi ve kalın ses tonunu fark eden herkes, vahşi bir hayvanın gazabından korunmak istermiş gibi, oradan oraya koşturuyorlardı. Sinirden ateş basmış olacak ki, üzerine giydiği kalın paltonun önünü açmak için, işlemeli bastonunu yanındaki oğluna uzattı. Suratındaki soğuk ifade, havanın soğuğunu bile bastırmış, karşısında el pençe divan bekleyen Hüseyin’i daha çok sindirmişti.

Ani bir hareketle, Hüseyin’in birbirine kenetlenmiş kollarından birini tutarak: “Gel hele! dedi, “Gel bak! Bu ucu bucağı görünmeyen topraklara bak! Burada kafana sıksam, seni şuraya gömsem, Jandarmada ses etmez, hükümette! Burada devlet kim?” diye bağırdı.

“Sensin ağam…” diye seslendi Hüseyin.

“Bensem, neden dediklerimi yapmazsın bre aptal!” diye ses tonunu daha da yükseltti: “Sıkayım mı lan beyinsiz kafana!”

“Sen bilirsin ağam…” dedi Hüseyin, o kadar korkmuştu ki, kalbinden geçebilecek olası düşünceleri bile dizginledi.

“Defol git! Haydi dediklerimi yap!” dedi, sesini biraz daha yükselterek.

Kendi kendine söylenerek, biraz sağında yonca otu ile beslenen atına doğru ilerledi. Kendisine dün haber yollayan Mahmut Bey’in, çiftliğine ulaşmak için yola koyuldu.

* * *

Hikmet Ağa, Tekelioğulları çiftliğine ulaştığında, kar taneleri usulca birbirleri üzerine ilişmiş, her yer beyaza bürünmüştü. Gökyüzünde asılı duran güneş ise, kar kristallerini çözmekle meşguldü.

Atından inerek, yularını çiftliğin seyisine uzattı. Karşısında, güler yüz ile “Hoş geldin Hikmet Ağa!” diyen yaşlı adamın, suratına dahi bakmadan yanından geçip gitti ve misafirhaneye ulaştı. Kapıyı açtığı an, kendini karşılayan Mahmut Ağa’ya selam verdi. İşte o zaman yüzündeki meymenetsiz tavrın, bir nebze olsun yumuşadığı görüldü. Selamı içtenlikle alan Tekelioğlu aşiretinin reisi Mahmut Ağa, onu siyah deri koltuğa oturmaya davet etti.

“Üşüdün ağa, fokur fokur kaynayan çaydan içek hele, için ısınsın” dedi, tam oturacağı vakit.

“İçelim ağa, doğru dersin.”

Beraber kesik kesik yudumladıkları çayları içerlerken; erken gelen soğuktan, buz kesen havadan etkilenen ekinlerden, iş bilmez işçilerden, büyükbaş hayvanlardan bahsedip durdular. Her gelen senenin sonunda yaptıkları gibi, baharda daha çok para kazanmanın hayallerini kurdular. Muhabbetin bir yerinde, evlatlardan konu açıldı ve hafif çekince ifadesi takınan Mahmut Ağa, şöyle deyiverdi:

“Hikmet Ağa, senin ufak kızı, benim ortanca oğul ile nikâhlayalım”

Hikmet Ağa, kısa bir süre duraksadı ve dedi ki: “Yahu Mahmut Ağa, senden ala dünür mü bulacağım, hemen hazırlıklara başlayalım.”

Olumlu bir cevap alan Mahmut Ağa, sanki üzerinden tonlarca yük kalkmış gibi hafifledi ve dedi ki: “O zaman, haftaya istemeye gelelim kızımızı…”

“Olur olur, buyurun gelin…” dedi Hikmet Ağa.

* * *

Her kötü haberin tez ulaşma gibi bir huyu olduğundan, kendisinin ağıldan seçilen bir kuzu gibi birine satılmasını hüsranla karşıladı Kevser. Annesine mutfakta yardım ederken, fısıltıyla duydu bu haberi. Annesi, ağlamaklı yüzüne üzüntüyle baktı ama, bu karara karşı gelemeyeceğini gün gibi biliyordu. Evin reisi bir şeye karar verdiyse, artık bundan geri dönüş düşünülemezdi. Bir hışımla mutfaktan çıkarak, ağaç zeminde narin bedenini sürükledi. Kendisini odasındaki döşeğe atarak, saatlerce ağladı. O kadar sürdü ki, başı zonklamaya ve gözleri kararmaya başladı. Sonra kendini yavaşça uykunun geçici dinginliğine bıraktı; uyumadan önce, yaşadığı bu gerçekliğin yok olmasını, orada olmamayı, tüm bunlardan kurtulmayı diledi.

Annesinin uzaktan seslendiğinde, hafif bir baş ağrısı hissederek uyandı. Hiç kalkmak istemiyor, babasının yüzünü bile görmek istemiyordu. Kısa bir süre geçmeden, abisi gelerek kapıyı vurdu. Babasının onu çağırdığını, eğer hemen yemeğe gelmezse, kızılcık sopasını hazırlayacağını söyledi.

Kevser, bir eliyle işlemeli beyaz masa örtüsünde ellerini gezdirirken, diğer eli ile sandalyesini düzelterek oturdu. Kan çanağı mavi gözleri, annesinin gözlerinin dolmasına neden oldu. Sağ tarafında abisinin kendisine baktığını hissetti; hemen ardından omzuna dokunan elini sezdi.

“Ferit Ağabey iyi bir adamdır Kevser” dedi, “Gözümüz arkada kalmayacak.” diye devam etti.

Kevser, işte o zaman babasının suratına nefretle baktı. İçinden lanetler okudu, ekmek bıçağını ilişti gözleri ve sonra müthiş bir çaresizlik hissetti.

Hikmet Ağa, ağzındaki lokmayı yuttu ve dedi ki: “Kız kısmının hemen başı bağlanır, annen bana daha on yaşındayken vardıydı.”

Elmas Hanım, kızına biraz olsun moral vermek ve kocasının hışmından kurtulmak amacıyla cevap verdi: “Evet, kızım ben babana o yaşta vardım. Bak inci gibi çocuklarım, bereketli bir sofram oldu.”

“Hem Tekelioğulları büyük bir aşiret, orada sana gül gibi bakarlar, bir dediğini iki etmezler.” dedi. Hikmet Ağa.

Kevser, hiç ses çıkarmadan, beş kaşık içebildiği çorbasını bırakarak, odasına doğru ilerledi.

Kevser uykuya dalmadan önce, birçok hayal kurdu; bir şeylerin gelip buna engel olmasını, diğer çocuklar gibi okula gitmeyi ve en sonun da, hıçkırarak ümitsizliğe kapılıp ölümü düşündü.

* * *

“Keeeevss…! Kevvvseerr…!” diye çok derinden gelen bir sesle irkilerek uyandı. Karanlık odayı, sadece ay ışığının hafif derin yansıması aydınlatıyordu. Çok uzaktan bir ses daha duydu: “Keeeevvserrr…!

“Kimsin?” diye aniden pencereye attı kendini. Dışarıda kimse olmadığını görünce, daha çok korkmaya başladı.

“Dileğini duyduk, Keeeevserrr.” dedi, tiz ses tonu tüm bilincini kaplamıştı.

Kevser dua etmeye, bir cinin kendisine musallat olduğunu düşünmeye başladı.

“Hayır, ben cin değilim ve sana yardım etmeye geldim!” diye fısıldadı.

“Ama seni göremiyorum, yardım edeceksen, bana kendini göster!” dedi Kevser.

“Şu an ay ışığı bahçesindeyim, beni oraya çağırmadan gelemem!” diye seslendi.

Kevser, tedirgin bir ses tonuyla: “Ya ben seni çağırdığımda, bana zarar verirsen!”

Tiz bir ses tonuyla, haylazca güldü varlık ve dedi ki: “O mavi gözlere nasıl zarar veririm, nasıl koyarım onlara…”

Çaresizlik içinde kalan Kevser, çekinerek de olsa cevap verdi: “Peki, nasıl yapacağım?”

“Bir daire karala zemine, sonra içine bir üçgen ve en son onunda içine bir yağmur damlası iliştir.”

Kevser, çekmeceden tebeşiri aldı ve odasının ortasındaki halıyı kenara çekerek, dediklerini dikkatle çizdi ve geri çekilerek ayakta bekledi.

“Şimdi, dairenin içine gir ve beni bekle.” diye seslendi. Cümlenin sonunda, hıçkırığa benzeyen gülüşmeler duyuldu.

Kevser, yavaşça söyleneni yaptı; heyecan ve korku ile karışık hafifçe kıpırdamadan öylece bekledi. Çok geçmeden; anlamadığı fısıltılar duymaya, gözlerinin önünden pırıltılar geçmeye başladı. Sadece ay ışığının vurduğu odada, gittikçe daha belirgin ışık huzmeleri göründü. Işık gittikçe yükseldi, daha da yükseldi ancak, bu ona herhangi bir rahatsızlık vermedi. Beyaz ışık, yavaş bir biçimde bir surete dönmeye başladığında, nutku tutulmuş bir halde donakaldı. Gözleri ile gördüğü, daha önce hiç tahayyül edemediği bir güzellikti.

Gümüş tonlarındaki saçları, sürekli bir devinim ile dalgalanıyor; bazen genişliyor, bazen ise tekrar eski formuna dönüyordu. Bu durum kuşkusuz, hiç tükenmeyen bir rüzgâra maruz kalmış izlenimi yaratıyordu. Saçları sık sık yeşil gözlerini kapatıyor, sonra tekrar açıyordu. Garip şekiller ile bezeli elbisesi, tıpkı ağarmış saçları gibi gümüş gri tondaydı; bu hâli, yüzünün ve teninin pürüzsüz güzelliği ile tezat oluşturuyordu. İnce boynunda, sarmaşığa benzeyen bir gerdanlık parlıyor, bir yılan gibi hareket ediyor izlenimi yaratıyordu. Kevser’in gözleri aşağı doğru kaydığında, varlığı havada süzülüyor gördü.

Kendini biraz olsa da topladığında, döşeğine oturarak varlığa bakmaya devam etti. Karşısında ona gülümseyen varlığı, kısa bir süre daha izledikten sonra, şöyle dedi: “Nesin sen?”

“Ay ışığı perisi!” dedi ve kendine has tiz kahkahası odayı kapladı.

“Peki, adın ne?”

“Perilerin adı olmaz Kevseerrr.” diye seslenirken, gülümsedi, “ama istersen bana bir isim verebilirsin. İkimizin arasında kalacak…” diye devam etti.

Kevser’in gönlüne, geçen ay kaybettiği en yakın arkadaşı düştü. Masum bir ses tonu ile şöyle dedi: “Dilruba olsun.”

“Şimdi uyu, önümüzde uzun bir yol var. Yarın seni buradan kurtaracağım!’”

“Ben rüya gördüğüme neredeyse eminim!” diye fısıldadı Kevser.

Artık tanıdık hâle gelen, o tiz kahkahayı tekrar duydu. Dilruba’nın o narin elinin, gözlerini kapattığını hissetti.

* * *

Dışarıdan, horozların o coşkulu ötüşlerini yatağında kıpırdamadan dinledi. Yatağında gerinerek, yoğun bir ümitsizliğe kapıldı. Sonra aniden, dün gece rüyasında çizdiği şekillere bakmak için doğruldu. Çizdiği şekiller, tam olarak orada duruyorlardı. Uzun uzun gülümsedi, odasına vuran gün ışığı, yeni umutların, zihninde filizlenmesini sağlamıştı.

Odasında el işi ile uğraşırken, birden Dilruba belirdi ve dedi ki: “Vakit geldi, Kevser!”

Haranın, belirli aralıklarla dizilmiş kapılarından birisinin sürgüsü kendiliğinden açıldı. İçerideki açık kahverengi tonlarına hâkim beygir, aniden fırladı ve eve doğru koşmaya başladı. Kevser kapıya çıktı ve onu bekleyen ata binerek oradan uzaklaşmaya başladı.

Seyisin koşturarak gelmesi, evin hanımının korkmasına neden oldu. Can havli ile söyle dedi: “Hanımım, Kevser’i bir beygirle uzaklaşırken gördüm!”

“Hemen gidip yetişin ona! Çabuk!” diye seslendi, Elmas Hanım.

Seyis, yanına iki kişi daha alarak, hızla peşlerine koyuldular.

Atlılar giderek yaklaşıyor, Kevser’e durması için haykırıyorlardı. Aralarındaki mesafe, neredeyse elli metreye kadar düştü; böyle devam ederse, onu kısa bir süre sonra durdurmaları işten bile değildi. Dilruba, göğe doğru yükselerek, yaklaşan atlara birkaç kelime fısıldadı. Vurgulu bir şekilde telaffuz ettiği kelimeler, Kevser’in de dikkatini çekti ve kısa bir süre arkasına baktı. O an da peşlerindeki atlar, rahatsız oldular ve kafalarını sağa sola oynatarak yavaşlamaya başladılar. Aralarındaki mesafe gittikçe açılmaya başlamıştı.

* * *

Uzun bir yolculuğun ardından, sık aralıklarla dikilmiş kavak ağaçlarının altında biraz soluklanmak için durdular. Kevser, ufak bohçasından yiyecek bir şeyler çıkardı; kesilerek çürümeye yüz tutmuş kütüğe oturdu. Yemeğine odaklanmış haldeyken, etrafının çatırdaması ile irkildi ve çevresine baktı. Su gibi berrak, saydam bir kubbenin, kendisini çepeçevre kuşattığını fark etti; teninin birden ısındığını, ata binmeye çalışırken burktuğu ayağının acısının dindiğini hissetti.

Kevser, annesinin özenle yaptığı çörekten bir ısırık aldı ve dedi ki: “Dilruba bir büyü yapar mısın?”

Kıkırdayarak etrafında süzülen peri, sağ eli ile toprağa işaret ederek anlamsız kelimeler fısıldadı. Ufak bir toprak kütlesi, aniden kıpırdanmaya başladı; sırasıyla birçok solucan yüzeye çıkarak, Kevser için dans etmeye başladı. Birlikte kısa bir süre onları izleyerek gülüştüler.

Dinlendikten sonra tekrar yola koyuldular; sık ağaçları, ekinlerle bezeli tarlaları, uzakta çalışan çiftçileri gördüler. Sık ağaçların etrafı duvar gibi ördüğü, sola doğru kıvrılan patika yoldan döndüklerinde, karşılarına babası ve bir düzine adamı çıkageldi. Dar olan yolda atlar, birbirlerine çarpmamak için kişneyerek duraksadılar. Babası, Kevser’i gördüğünde, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Bu soğukta, bir başına burada ne aradığını sorar gibi keskin bakışlarını dikti ve dedi ki: “Kız başına burada ne yapıyorsun Kevser?”

Kevser korkarak sindi, ama Dilruba’nın varlığından güç alarak toplanarak şöyle seslendi: “Baba ben gelin olmak istemiyorum! Ben mektebe gitmek, özgür olmak istiyordum!”

Hikmet Ağa, daha da sinirlenerek küfürler savurdu ve dedi ki: “Sen bana nasıl karşı gelirsin? Buna nasıl cüret edersin?” Ve adamlarına, onu yakalamaları için eliyle işaret etti.

Atlarından inen iki adam, Kevser’e doğru atıldılar. Dilruba’nın fısıltıları gittikçe yükselerek tiz bir hâl aldı ve o anda, adımlarını atan adamlar, birden hareket edemez hâle geldiler, topraktan fırlayan sarmaşıklar ayaklarını dolamaya, giderek uzayarak bütün bedenlerini sarmaya başladı. Bitkiler boyunlarını sıkmaya başladığında, Kevser çığlıkla karışık “Onlara zarar verme!” diye bağırdı. Boğazlarındaki sarmaşıklar aniden gevşemeye başladı.

Babası ve geriye kalan diğer adamlar, atlarından aniden inerek Kevser’i yakalamak için atıldılar. Hamleleri bu sefer, gökten saldırıya geçen on karga, bir şahin ve beş adet saksağan tarafından engellendi. Ortalık birden karışmış, üşüşen kuşlar; gagalar ve pençelerle durmaksızın vurarak adamların kulaklarına, yüzlerine darbeler indirdi. O karışıklık anında önü açılan Kevser, topuklarıyla atına komut vererek hızla uzaklaşmaya başladı.

Kevser uzaklaştığında, kuşlarda kendi yollarına doğru uçuştular. Elleri ve yüzü kanlar içinde olan babası ve adamları, kızın cinlendiğine ikna oldular. Atları da o hengâmede ürkerek gitmişlerdi. Yorgun ve bezgin bir biçimde, çiftliğe doğru yürümeye başladılar. Bir süre sonra, Hikmet Ağa kızını umursamak yerine, anlaştığı Mahmut Ağa’ya ne diyeceğini düşündü kara kara.

* * *

Doğa seferberlik ilan etmişti; Kevser’e bakmak, onu koruyup kollamak için üzerlerine düşen her şeyi yapıyordu. Dinlenmek için oturduğu anlarda, civardaki hayvanlar ona yiyecekler getiriyordu. Bazen, bir karga sürüsü etrafında uçuşuyor; topladıkları cevizleri önüne atarak uzaklaşıyorlardı. Bazen, bir ayı homurdanarak ağzındaki bal peteğini biraz uzağına bırakıyor ve tekrar yoluna koyuluyordu. Bir ara, sürüsünden uzaklaşan bir kurt, ona tavşan bile hediye etmişti. Kevser ilk önce onlardan korkmuş olsa da bir süre sonra tüm bunlara alışmıştı.

Kevser ve Dilruba, yolculukları sırasında köylere ve kasabalara denk geliyorlar, çoğunlukla sevecen bir tavırla karşılanıyorlardı; ancak bu cennet bahçesinde, kötülüklere de maruz kalıyorlardı.

Bazı köylerde, garip olayların rivayetleri kulaktan kulağa dolaşıyordu. Tekyamak köyünde; Zümrüt Hanım’ın büyük oğlu Ahmet, Kayın ağacına sırtını dayamış ve baygın hâlde bulunmuştu. Sol kolu ve sağ bileği kırılmış, üst dudağı patlamış bir biçimde, oradan geçen bir çoban tarafından fark edilmiş, ağacın üst tarafında “Tecavüzcü” yazısıyla karşılaşmıştı. Çoban Memiş, köy kıraathanesinde; bir ağaçkakanın en son harfin sağdaki noktasına gagasıyla vurduğunu gördüğüne yemin etmişti, ama kimse ona inanmamıştı.

Küçük Kargılı yaylasında, elli beş yaşlarında bir adam, bir ayı saldırısına uğramış; ayının önce kendisini dövdüğünü ve sonra dans ederek uzaklaştığını, kısa bir süre sonra tekrar gelerek, kendisini köy camisinin merdivenine bıraktığını hayal meyal hatırladığını söylemiş. Adamın sol ayağının, sağ kolunun ve bedenindeki morlukların hâlini gören muhtar, tüm bunlara rağmen kahkaha atarak, küfrederek karşılık vermiş. Üç tane iyi beslenmiş kangal köpeğinin, çobanı neden ayıdan korumadığı köy ahalisi tarafından günlerce konuşulmuş.

* * *

Yolculuğun dördüncü ayında Kocahisar kasabasına ulaştılar. Kendi hâlinde bir tarla sahibi olan, Rıfat Bey ve eşi Naime Hanım’la karşılaşan Kevser; onların sevgi dolu bakışlarına, içtenlikle ettikleri iltifatlara mazhar oldu. Sevgi ve merhametin, sadece doğum sancısı ile verilmeyeceğini, o zaman zarfında yaşayarak anladı.

Dilruba, Kevser’in okula başladığı ilk gün, saatlerce gizlenerek onu izledi. Gözlerindeki ışıltıya, engin bir denizin içinde coşkuyla dalgalandığına, mutluluğun bütün vücudunu ele geçirmesine şahitlik etti.

Ertesi gün Kevser, Dilruba’ya seslendi ama hiçbir cevap alamadı. Gözyaşları o aklına geldiğinde, dinmek bilmeyen yağmur damlaları gibi akıp gidiyordu. Okul sırasında otururken, aniden hüzünlenerek ağlıyor; onu gören arkadaşları ne olduğunu sorduğunda, arkadaşını kaybettiğini söylüyordu.

“Bir daha geri gelmeyecek!” dedi üzgün bir şekilde.

Sıra arkadaşı elini omzuna koyarak: “Belki seni izliyordur ha! diye seslendi ve devam etti, “annem sevdiğimiz insanların, ölseler bile bizi izlediğini söyler.”

Kevser, gözleri dolu bir şekilde tebessüm etti ve dedi ki: “Belki de öyle.”

Öğle arasını, sırasında oturarak geçiren Kevser, cam kenarında duran bir çocuğun şaşkın bir ifadeyle haykırışını duydu: “Kuşlara bakın!”

Benan Pastaci