Makinenin içinde istiflenmiş vaziyette ne kadar bekledim bilmiyorum. Gürültüyle çalışan makine bir anda göz kamaştırıcı gün ışığı ile buluşturuyor beni. Oh be, dünya varmış.
Nasıl da gıcırım ama. Korumalar eşliğinde bin bir seremoniyle uğurlandığım matbaanın kokusu halen üzerimde. Ardımdan hüzünle bakan bozukluklara “Bugüne bugün boru değil, ellilik. Haydi allahaısmarladık,” diye bağırmıştım ama duyup duymadıklarından emin değilim. Çok gürültülüydü matbaa.
Tombul bir el, uzun, nar çiçeği kırmızısı tırnaklarıyla çekip alıyor beni.
“Ay şekerim, neredeyse unutuyordum. Botoks yapacak kıza bahşiş çekiverdim,” diyerek rugan cüzdanının bozukluk gözüne tıkıştırıveriyor. “Bari katlayıp, ayrı göze koysaydın insafsız karı,” diye bağırıyorum ama nafile. Bazı insanların kendisi dışındakileri umursamadığını öğrenmeme çok var daha. Yanımdaki şıkır şıkır bozukluklardan biri beni tanıyarak “Hey ellilik, haber? Dün matbaadan çıkarken pek fiyakalıydın. Böyle bozarlar işte façanı,” diye tıslıyor. Duymazdan geliyorum. Ezik!
“Al kızım, mersi,” diye beni çıkartıp kıza uzatırken görüyorum tombul ellinin yüzünü. Kadının üst dudağı balon gibi şişmiş, ağzının üstüne teyellenmiş pembe bir et parçası gibi duruyor. Bolca rimellenmiş siyah kirpiklerin arasından bakan patlak yeşil gözlerinin altı mosmor. Korkudan bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. Parayı alan kızın yaka kartında “güzellik uzmanı” yazıyor.
Kız incecik, kalem gibi parmaklarıyla özenle katlayarak, derisi pul pul dökülmüş bir cüzdana yerleştiriyor beni. Uçları çatallanmış, küt kesimli yumurta sarısı saçları esmer tenine hiç yaraşmamış. Çepeçevre boyanmış gözleri, allık üstüne parlatıcı çekilmiş yanakları, dolgulu ördek dudaklarıyla yaşından büyük bir havası var. Hemen karşımdaki nüfus cüzdanına göz atınca yirmilerinin başlarında olduğunu hayretle fark ediyorum.
Cüzdanın içinde eski bir sinema bileti, metro kartı ve süresi geçmiş bir banka kartıyla birlikteyiz. Benden başka beşlik onluk ufaklıklarla, birkaç bozukluk var. Pek muhatap olmuyorum onlarla.
Akşamüstü yüksek sesli müzik çalan bir mekânda kızın sevgilisini bekliyoruz. Randevuya geç geliyor oğlan.
“Canım geciktin. Biliyorsun, fazla vaktim yok. Babam eve geç kalınca arızaya geçiyor,” diyor kız ağlak bir sesle.
“Tamam güzelim, keyfimize limon sıkma. Haydi bir bira ısmarla da içelim,” diyor öteki. Biralar geliyor.
“Gelecek hafta annen geliyor değil mi? Ne zaman tanıştıracaksın bizi,” diye soruyor kız. Sesi titrek.
“Biraz uzadı validenin gelişi. Sen hafta sonu bize gelirsin yine,” diyor oğlan. Kız hesabı öderken görüyorum oğlanı. Yakışıklı, esmer yüzünde güvenilmez, yılışık bir ifade var. “Kızım sen bırak bu herifi. Hem yüzsüz hem yalancı. Ayrıca senden faydalanıyor,” diyorum. Beni ahşap kutuya koyarken “Ne yapayım, seviyorum işte,” diyor kız içini çekerek. “Bana mı dedin?” diye soruyorum, cevap yok.
Çın çın öterek açılan bir kasanın gözüne konduğum yetmiyormuş gibi, bir de yaylı bir kıskaçla sıkıştırılıyorum. Sanki buradan firar edeceğim. “Hop, nazik davransana. Bugüne bugün elliliğim ben” diyecek oluyorum ama ortam çok gürültü olduğundan sesimi duyan yok. O sinirle yan gözdeki kredi kartı sliplerine “Banknotlara özgürlük! Sizin yüzünüzden arkadaşlarım bankada esir kalıyor. Kahrolsun kredi kartları,” diye sataşıyorum. Gevrek gevrek gülmeleri iyice tepemi attırıyor.
Gece geç saatte diğerleriyle birlikte kasadan çıkartıp, elinde tomar yaparak sayıyor bizi patron. Yaladığı parmağından üstüme tükürük bulaşıyor. “İğrençsin,” diye bağırıyorum ama hiç oralı olmuyor. Sadece beni tomardan çekerek, yirmilik ve onlukla birlikte sivilceli garsona uzatıyor. Garson sırıtarak alıyor bizi. Gülünce sarı dişleri görünüyor. Üçümüz garsonun kıç cebindeki cüzdana doluşuyoruz.
Onluk yirmiliğe “Lan şimdi ne güzel patronun genç karısına gitmek vardı,” diyor içini çekerek. “Evet ya, kadın bir iki avuçlardı da biraz zevke dalardık. Sivilceli garson kim bilir ne halt edecek,” diyor diğeri. “Hiç utanmanız yok mu sizin? Kesin sesinizi,” diyorum. İkisi de sus pus oluyor.
Epey indi bindi yaptıktan sonra uzak bir mahalleye gidiyoruz. Garson bir yokuşu nefes nefese tırmandıktan sonra duruyor. Ön cebinden çıkardığı anahtarın şıkırtısı nihayet eve geldiğimizi müjdeliyor. Kapının dışında ayakkabılarını çıkarıp içeri girince;
“Ana, uyanık mısın?” diyor oğlan.
“Uyanığım ya. Sen gelmeden gözüme uyku girmediğini bilmez misin oğul?”
“Bilmez miyim? Yorgunum, hemen yatacağım. Al, bu da yevmiyem. Yarın öte beri alırsın,” diye beni uzatıyor. Somyanın üstünde uyuklamakta olan yaşlı kadın kara kuru, buruşuk elleriyle alarak, uzun zaman önce söndüğü aşikâr, sarkık memeleriyle koton fanilasının arasına sıkıştırıyor. Oracıkta da uykuya dalıyor. Bense, saatler boyunca nefes dahi alamadan geçirdiğim gecede onlukla yirmiliğe hak verme noktasına geliyorum. Sabaha karşı kendimden geçmişim.
Kocakarının sesiyle açıyorum gözümü. “On yumurta, bir kâse yoğurt, iki yüz elli gram da zeytin ver,” diyor yaşlı kadın. Loş, eski bir mahalle bakkalındayız. Bakkalın sahibi kocaman, nasırlı elleriyle beni aldığı gibi ahşap bir çekmeceye atıyor. Çekmecenin içinde ellilikler, yüzlükler, iki yüzlükler, bozukluklar, hepimiz bir aradayız ama o karmaşada kimsenin konuşmaya mecali yok. Tüm günü toz kokan bakkalda gelen gideni dinleyerek ve tembellik yaparak geçiriyorum. Akşam üstü nazik, özenli bir ses tonuyla tane tane konuşan biri geliyor dükkâna.
“Mehmet Efendi, bugün maaş aldım. Geçen ayki borcumu takdim edeyim size,” diyor adam.
“Dört yüz elli Lira hocam,” diyor bakkal saygıyla. Çekmeceden alınıp, para üstü olarak verilirken sesin sahibini görüyorum. Takım elbiseli, kravatlı, temiz yüzlü, gençten bir adam bu. Bir elinde kitaplar var. Diğer eliyle beni alıp, siyah meşin cüzdanına yerleştiriyor.
Adam biraz yürüdükten sonra evine gelmiş olmalı ki bir kapı zili sesi duyuyorum. Kapıyı açan kadının sesi tatlı bir melodi gibi kulağımı okşuyor. “Hoş geldin hayatım,” diyor ses.
“Hoş bulduk canım,” diyor adam. Sesi bakkalla konuşurken ki halinden de yumuşak ve dokunaklı. Şu insanoğlu çok değişik sesler çıkarabilen bir varlık.
“Sofrayı hazır ettim, tam istediğin gibi,” diye şakıyor kadın bu kez.
“Oğlum, Ali. Hadi aşağıdaki büfeden bir otuz beşlik rakı al da biraz keyfimizi bulalım,” diyor adam. “Kendine de çikolata alırsın,” diye ekliyor. Burnunun üstü çillerle kaplı, sarı kafalı, cin bakışlı, sekiz on yaşlarındaki oğlan çocuğu beni kaptığı gibi dışarı fırlıyor.
Yaz sonu rüzgarını arkasına almış, gecekonduların arasındaki dar sokaktan yokuş aşağı koşan çocukla birlikteyiz şimdi. Evlerden tabak çanak sesleri, patlıcan biber kokuları geliyor. Tek tük ışıkları yanmış pencerelerde insan suretleri bir görünüp bir kayboluyorlar. Sokaktaki çocuklarını tehditler savurarak eve çağıran annelere akşam ezanını okumakta olan müezzinin sesi sufle yapıyor. Yıldızlar tek tük göz kırpsalar da göğe saçılmamışlar henüz. Olgunlaşır olgunlaşmaz kendini ağaçtan aşağı bırakmış at kestanelerinin kabuklarını çıtır çıtır ezerek ilerliyoruz. Çocuğun sımsıkı yumruğunun içinde buruş buruş olmuşsam da umurumda değil. Altı üstü kendi masalının kahramanı bir elliliğim işte. Hayatın akış hızından başım dönerken ben çocuğa, çocuk mahalleye, mahalle akşama karışıyoruz.
- Çiftlikteki Sır - 1 Ekim 2020
- Adanmış Esaret, Özgür Zürafa ve Ölüm - 1 Temmuz 2020
- Bir Elliliğin Güncesi - 1 Mayıs 2020
- Femirüs - 1 Nisan 2020
- Ağırlık - 1 Mart 2020
Merhaba @Sitaresan
Yazın dünyasının hiç eskimeyen ve benim de çok sevdiğim nesnelere can verme kurgusunu masala yedirmeni çok beğendim, eline sağlık. Bizi bir elliliğin gözünden çıkarttığın sade, yer yer hüzünlü yer yer ironik, eğlenceli keyifli bu yolculuğun açıkçası devam etmesini istedim
Eline sağlık, kimbilir belki çocuk parayı düşürür sen de kaldığın yerden bu güzel yolculuğa devam edersin.
Görüşürüz
Merhaba @Sitaresan,
Yaratıcı bir fikir ortaya koymuşsunuz. Üzerinde düşünüp, emek vermiş ve güzel bir kurgu oluşturmuşsunuz. Bunu takdir ediyorum. Anlatımınızı beğendiğimi de belirtmeliyim.
Beni rahatsız eden kısım temayla ilgili oldu sadece. Bu öykünün teması masal değil diye düşünüyorum. Belki de ben gözden kaçırdım fakat son cümlede geçen masal kelimesinin çağrışımları dışında buna özgü bir şey yok. Keza kelime olarak kullanılmış olsa da yine de masal temasına ait olan bir kurgu ortada yok gözlemlediğim kadarıyla.
Yanlış anlamayın lütfen, kurgunuzu çok beğendim. Okuması da bir hayli keyifliydi. Sadece işin teorik kısmıyla alakalı gözlemlediklerimi yazma ihtiyacı içerisinde hissediyorum kendimi.
Kendinize çok çok iyi bakın, kaleminiz hep dinç kalsın.
Merhaba,
Keyifle okuduğum panoramik bir eserdi. Panorama olmasına rağmen didaktik de değildi. Son paragrafı çok beğendim.
Elinize sağlık.
Çok güzel, sade, yormayan bir hikaye olmuş. Ellilik derken bir dede/nine beklerken baya ters köşe oldum.
Elinize sağlık.