Öykü

Bir Tuhaf Diyar

Perdeyi hafifçe aralayıp dışarıdaki sise dikti gözlerini. Bir şeyler görme umuduyla arandı fakat her yeri kaplamış yoğun bulut tabakası bu isteğini karşılamadı. İçinde biriktirdiklerini haykıracakmışçasına bir nefes verdi, onu da duyan olmadı. Tek başınaydı ve manzarası da boştu, penceresinin denizliğine tırmanmaya çalışan sevimsiz bir kuş vardı yalnızca…

* * *

Issız sokakta adımları yankılanıyor, elindeki baston zaman zaman kaldırıma çarptığında çıkan ses de ona eşlik ediyordu. Boğazından kopan hırıltılı bir öksürük bu düzensiz ritmi bozdu. Siyah pardösüsünün yakasıyla ağzını daha sıkı kapattı. Etrafını çabucak yokladı ve tanıdık bir şeylerle karşılaşamayınca hızını arttırdı.

Sabahın bu saatleri sisin en yoğun görüldüğü zamanlar olduğundan kimse kolay kolay dışarı çıkmazdı. Onu bu havada buralara getiren, yıllardır sürdürdüğü sabah yürüyüşü geleneğiydi. Son haftalarda sisin koyulaştığını ve çok çabuk nefes nefese kalmaya başladığını fark etmişti fakat bugün ilk defa turu tamamlamadan gerisin geri dönüyordu. Aldığı her solukta ciğerleri yanıyor, saniyeler aleyhine işliyordu.

Elindeki değnek, yönünü tayin edebilmesi için tasarlanmış bir beyaz bastondu. Sokağın her iki tarafına da sık aralıklarla yerleştirilmiş bodur sokak lambalarının yeterli aydınlatma sağladığı günler artık geride kalmıştı. Bu adanın sisi daimiydi ve uzmanların söylediğine göre durum gittikçe de kötüleşecekti, dolayısıyla eskiden görme engellilerle özdeşleştirilen değneklerden şimdi hemen hemen herkeste birer tane mevcut olması olağanüstü derecede normaldi. Aynı uzmanları en çok şaşırtan durum ise adanın üzerine ilk kez sisin çökmesinin üzerinden çok uzun bir zaman geçmemesine rağmen insanların bu durumu sorgulamak için hiç vakit ayırmamış ve piyasaya sürüldüğü andan itibaren beyaz değnekleri ilk indirimden yararlanıp kapış kapış almış olmasıydı. Öyle ki en son ne zaman mavi gökyüzünü gördüğünü hatırlayan dahi yoktu, sanki her şey en başından beri böyle olagelmişti.

Bastonu yerdeki saf salak kuşlardan birinin yuvasına çarpınca cırtlak bir cikleme duyuldu ve düşünceleri yarım kaldı. Ağzından kaçan mırıltı halinde bir küfürle tekrar ve bu sefer daha şiddetli öksürdü, yoluna biraz sağdan devam etti. Bu kuş yuvaları genelde binaların kuytu köşelerinde bulunsa da sokak ortasında görüldüğü de oluyordu. Halk ilk başlarda bu konuya oldukça agresif bir yaklaşım sergilese de herkes yapılacak bir şey olmadığının farkındaydı. Zavallıların birden kanatlanıp da ağaç tepelerine kurulacak halleri yoktu. Bu adada kuşlar yüzemezdi, tıpkı uçamadıkları gibi.

Apartmanının önüne geldiğinde nefesi artık cılız bir mırıltı halini almıştı. Beyaz bastonunu ustalık gerektiren bir hızda katladı, koltuk altına sıkıştırıp cebinden çıkardığı sensörlü anahtarlıkla sokak kapıyı açtı. Merdivenlere yönelmeden boş posta kutusuna amaçsız bir bakış atmayı da ihmal etmedi, âdetiydi. İkinci kattaki dairesine girdiğinde derin ve az da olsa temiz bir hava çekti ciğerlerine. Bir daha sabah yürüyüşü falan yoktu. Üstünü çıkarmadan önce mutfağa gidip ışıkları ve oksijen-sağlayıcıyı açtı, ısıtıcıya su koydu; şimdi cidden rahat bir nefes alabilirdi.

* * *

Pencereye bakan masasının başında oturmuş, önündeki kupanın desenlerini seyrediyordu. Neden sonra gözlerini ve düşüncelerini güçlükle oradan koparıp önündeki soruya odaklandı. Kâğıdın üstünde dans eden kalemle birkaç denklem çiziktirdi ve doğru seçeneği işaretledi, alttaki cevap anahtarına kuşkulu bir bakış attı. Yanlış seçeneği işaretlediğini görünce silgiyi alıp sayfayı temizledi, soruya bakmayı sürdürdü ve odağı tekrar yer değiştirdi. Kalemi sayfa arasına atıp şişmiş gözlerini ovuşturdu, uyumamıştı yine; uyuyamamıştı yine. Başarısızlık korkusu uyutmuyordu onu, günün yarısını o masanın başında geçirmeden içi rahat etmiyordu; şimdi de gözleri ondan bağımsız kapanmaya çabalıyordu gerçi ama karşı koymaktan başka çaresi yoktu. Henüz üç kupa kahve içmişti ve kendine çizdiği sınırlar çerçevesinde gün bitmeden bir kupa hakkı daha vardı, onu da geceye saklıyordu.

Kapalı tutulmak üzere tasarlanmış penceresine baktı; zihninin derinliklerinden savrulup üst bilincine yerleşen bir anıyla gülümsedi. Küçükken nasıl da merak ederdi gökyüzünü. Pencereyi açar ve saatlerce kasvetli boşluğu seyrederdi, eskisi gibi mavi olan bir gökyüzünün düşlerini kurardı. Güzeldi çocukluğu, tek kusuru çabucak bitivermiş bir rüya olmasıydı. Şimdi büyümüştü ve önündeki kuru kitap ile karşısındaki kulpsuz pencere acınası halini çok iyi yansıtıyordu.

Gülüşü soldu. Tekrar soruya döndü, bu boş düşüncelerin kendine hiçbir fayda sağlamayacağı gün gibi aşikardı ve bu kabullenmediği bir durum da değildi zaten, yine de kendini kendinden uzaklaştırmaya çalışırken zorlandığı oluyordu işte. Başka bir boş kâğıt üzerinde birkaç farklı yöntem daha denedi, uzun uzun baktı soruya. Baktı ama bir şey gördüğü yoktu. Kafası omzundan kopup önüne düşüverecekmiş gibi hissediyordu. Kalemi bırakmadı, soruyu tekrar okudu ve birkaç satırlık işlem yaptıktan sonra ulaştı cevaba. Bu küçük zaferin verdiği tatminle vakit kaybetmeden diğer soruya geçti; kalem, kâğıdın üstündeki dansını sürdürdü.

* * *

Penceresindeki kuşu fark ettiğinde hatırı sayılır birkaç testi geride bırakmıştı. Bu tombalak kuş arada bir uğrardı denizliğine, ikinci kata kadar nasıl tırmandığını anlamlandıramamakla birlikte ne demeye kendi penceresine çıktığı da bir merak konusuydu ve bugüne dek bir cevap alabilmiş değildi. Tek bildiği bu minik yaratığın kanatlarını kullanarak güç bela denizliğe tırmandığı, biraz oturduktan sonra da geldiği gibi inip gittiğiydi. Apartmanın dışına lâyık görülmüş su borusundan destek aldığını düşünse de hiç gerçekten tırmanırken görmemişti. Sadece penceresine geldiğinde ağırlıyordu bu nereden ya da nasıl geldiği belli olmayan yabancı misafiri. Zamanla aralarında iletişimsiz bir bağ oluşmuş gibi hissediyordu. Arada vicdana gelip kendi oksijeninden feragat eder, kulpu sökülmüş penceresini birkaç alet kullanarak açar ve mutfakta bulduğu birkaç ekmek kırıntısını bırakırdı. Karşılık olarak teşekkür saydığı bir “cik” bile alırdı.

Şimdi bu tombul dostunun kendisini yine ziyarete geldiğini görünce neşelendi. Vücuduna oranla küçük kanatlarıyla kendini yukarı çekmeye çalışmasını izlerken kendi kendine bir kahkaha patlattı ve, minik kuş, diye söylendi, keşke senin kadar aptal olsam da insan olmanın sorumluluklarıyla boğuşmasam. Tekrar güldü ve kuşla daha fazla oyalanmadan önündeki soruya döndü.

* * *

Zihni boş, boş ve karanlık. Düşünmüyor hiçbir şey ve düşünemiyor düşünmek isteyebileceği herhangi bir şey. Hepsi buraya kadardı galiba? Sonunda hayatı boyunca peşinde koştuğu hedefine ulaşacaktı, herhalde, neredeydi o beklediği tatlı heyecan?

Bugüne kadar kendisine söylenen tüm nasihatler kafasında cirit atıyordu. Kanatlarını tombul gövdesinin önünde ciddiyetle birleştirdi. Sisin ardına gölgelenen haşmetli binalara dikti gözlerini, küçüldüğünü hissetti. Korktuğunu hissetti. Yine de bu sefer geri dönmeyecekti, artık ne olacaksa olacaktı.

* * *

Aradan geçen birkaç saatten sonra nefsine yenik düşüp dördüncü kupayı içmiş, hatta ilerleyen dakikalarda beşinciyi içeceğine de kendini ikna etmişti.

Önündeki sorularla ve kafasındaki tilkilerle boğuşurken sık sık kayboluyor, zaman algısını yitirip düşüncelerine gömülüyordu. Geçmişi düşünüyordu, geleceği düşünüyordu; yaptığı, yapabilecek olduğu ve yapacağı, yapabilecek olduğu şeyleri düşünüyordu. Çok düşünüyordu. Bu düşüncelerle bir yere varacağı yanılgısına da sık sık düşüyordu. Sıradan olmadığına kendini ikna etmeye çalışıyor, yine de çevresindekilerin önyargılarından oluşan denizin dalgalarında boğuluyordu. Uçmak, zincirlerini kırıp kitaplarının dışında süren hayatı tatmak istiyordu fakat daha denemeden aşağı çekiliyordu. Yaşamın bunların toplamından çok daha fazla olduğunu anlayamıyordu. Öğrenciliğin, kendisine verilenleri ezberleyip aklında tutmaya çabalamayı değil; iletişim kurmayı, düşünmeyi, araştırmayı ve en önemlisi bundan keyif almayı gerektiren uzun bir süreci kapsadığını görmüyordu. Üstelik beyaz değneği buraları aydınlatmıyordu. Adalarının sokaklarına bulaşan sis kendi algısını da örtmüştü sanki.

Kabullenilesi değildi ama görünüşe bakılırsa böyle sürüp gidecekti bu, hep sadece dört kupaya kani olacağını söyleyecek ve hep beşinciye meyledecek, uykusuzluğunu bununla doyurmaya çalışacaktı. Önündeki sorularla boğuşurken dalıp dalıp çıktığı hayalleri önüne katıp kovalayacaktı saatlerini, ufuktaki mutluluğa ulaşmak için; üstelik içten içe bilmesine rağmen onun gökkuşağı kadar soyut ve erişilmez olduğunu.

Sistemin içindeydi ve çarklar dönüyordu, bir mucize olmadığı sürece de dönmeye devam edecekti.

Kuşunu düşündü, belki onun gibi kanatları olsa okyanusu geçebilirdi. Belki de onları açar ve uçardı. Ne olursa olsun, bir kuş olsa bu ada çok daha çekilir bir yer olurdu. Kıskandı onu, nefret etti ondan; kanatları olmasına rağmen uçamamasına, hafif bedenine rağmen yüzememesine ve orada öylece uyuz uyuz oturup hiçbir şey yapmamasına sinirlendi. Ondaki kanatlar kendisinde olsa—

Bir hareketlilik sezdi, düşünceleri kafasından çıkıp pencereye süzüldü. Gözleri de onu takip etti.

* * *

Kanatlarını açıyor, ciğerlerini belki son kez derin bir nefesle dolduruyor. Tanıdık dizeler gözünün önüne geliyor: “Gökyüzünün meltemlerinde seni bekleyen özgürlük…” Bir damla yaş kondu pörtlek gözlerinin ucuna ve naif bir gülümseme yerleşti gagasının kıvrımına… O ve penceresine çıktığı çocuk, çok farklı değiller özünde; nihayetinde ikisi de öğrenci öğretilmiş çaresizliklerine, kanatlarını kullanmamalarını salık verenlere. Bir adım atıyor, neler olacağını kendisi de bilmiyor. “Ve sen soruyorsun, ya düşersem?” Yumdu gözlerini, kanatlarını alabildiğine açtı ve verdiği solukla birlikte bıraktı tombul bedenini gökyüzünün kollarına.

“Sevgilim, peki ya uçarsan?”

Erva Nur

Ben Erva. Henüz üniversitenin birinde, her yönüyle olmasa da ilgimi çeken bir bölümde okuyorum ve hayatımla ne yapmak istediğimi çözmeye çalışıyorum. Kedileri severim. Arada okurum, sık sık da bir şeyler yazarım. Cesaretimi toplayıp düzenleyebildiklerimi de burada paylaşıyorum.