Öykü

Burgazada’ya

Yine olası sakin günlerden birisi. Saat akşamüzeri yedi. Vapur Kadıköy İskelesi’ne on beş dakika gecikmeli de olsa yanaşıyor. İnsanların yüzlerine bakmak istemiyorum. Her günkü şu asık suratlı vergi memuru belli ki demir kapının sol tarafında dikiliyordur, şeytan görsün yüzünü. Üniversiteli öğrenciler ellerindeki telefonlara dalıp, ekranları aşağı yukarı kaydırarak vakit geçiriyorlardır her zamanki gibi. Birkaç kere, birkaç arkadaşın zoruyla izlediğim, hiç de komik bulmadığım o videoları izleyip yerli yersiz gülmeye başlayacaklardır birazdan. Alıştım artık. İşten çıkıp ada hayatına geri dönecek olan zavallı emsallerimle burada yoğunluğu oluşturuyoruz. Yine aynı günü yaşıyoruz; aylardan yine aralık, yine aynı vapur, yine boğaz ve gün battı bile çoktan.

Vapur, yanaştığında aceleyle içeriye itilerek, üst kata kadar bir bulut misali, bir insan rüzgârına kapılarak yerimi bulacağım. Belki, biraz daha kararacak ve muhtemelen lağım kokan bir zemine damlayacağım. Ancak bu şekilde su birikintilerine karışarak Afrikalı bir zencinin bağırsaklarına karışıp bir baobab ağacının köklerinin bir kısmını kurutacağım. Dolaylı bir şekilde de olsa yağmur olmak bile zararlı olacak gibi gözüküyor şimdilik.

Neyse ki dediğim şekilde vapurun üst katına istemsizce yol alıyorum. Kantindeki tost makinesinden ağır yağ kokusu geliyor. Yerime oturur oturmaz beş kişinin kantin önünde kuyruk oluşturduğunu görüyorum. “Eğer o beş kişi olmasaydı kendime bir çay söylerdim.” diye iç geçiriyorum. Sonra kuyruktaki kalabalığın arttığını görünce “Dokuz bardak çay günde neyine?” diyerek kalabalığı izlemekten vazgeçiyorum. Karşımda oturan kumral kadın da telefonuyla meşgul… Bazen gülümsüyor, bazense kaşlarını çatarak parmaklarını hızlıca ekranda hareket ettiriyor. Eğer yüzünü biraz daha kaldırsaydı belki yüz hatlarını size daha detaylı anlatabilirdim. Eğer gözlerimin içine bakabilseydi ona selam da verebilirdim, belki aramızda bir sohbet başlardı, kısaca kendimizden bahsederdik. Biraz o yalan söylerdi, baktım ki o iyice tutturdu yalanı ben de sıralardım peşi sıra.

Hiç kazanmadığım başarılarımdan söz ederdim bolca, birkaç sene önce nerede ve nasıl, ne kadar birinci olduğumu. Asla sonunculuklarımdan bahsetmem. Kız çok hoş tabii… Neden bahsedeyim ki? Aslında mevkii sahibi olduğumu, toplu taşımayı pek ender kullandığımı, bir arkadaşımın ısrarı üzerine Burgazada’ya gittiğimi ve mecburen vapura teşrif ettiğimi söyleyebilirim. Muhtemelen onun gözünde oldukça sevimsiz gözükeceğim, ama olsun! Ne kadar yalan da olsa ve bu yalan ne kadar sevimsiz de gözükse de gururlu hissedeceğim küçük bir an için, bu küçük an için yalancı bir dünya yaratmış olacağım kendime. Belki gece yatmadan önce, belki aynı saatte yarın yine karşılaşırım onunla diye hayal ederim, belli mi olur. Ama bir saniye! Sonra beni bir korku saracak gibi şimdi bakınca. Ya bundan sonra hep onunla karşılaşırsam? Hep aynı saatte, aynı vapurda, aynı yerde karşılaşırsak ve bir gün bu söylediğim ilk yalan ortaya çıkarsa? O zaman ne olacak? Ya bu kadınla gerçek bir dostluk kurarsam, ya bir gün bu dostluk bir sevdaya dönüşürse? Ya o severse ve ben sevemezsem? Ya da, ya ben seversem o sevemezse? Ya da bunların hepsinden başka: ya daha önce onunla karşılaşmışsam? Ya ona söylediğim yalan aslında ona söylediğim onlarca yalandan bir tanesiyse, ben hatırlayamıyorsam ve tüm yalanlarım çoktan apaçık gün yüzüne çıkmışsa?

Belki de, karşısında oturduğum kahverengi mantolu bu kadının gözleri, bu yüzden pür dikkat telefonundadır. Yüzümü bile görmek istemiyor gibi, baksana! Belki de başka yalanları unutma seanslarından birisinde deniz yolculuğunu tamamlamak üzeredir. Aman ne yaparsa yapsın, onun da canı cehenneme! Yolu yarıladık mı acaba?

Kuyruk dağılmış gibi gözüküyor. Gidip bir çay alabilirim. Yerimden kalktığım anda bir başkası yerime çörekleniyor. “Asla oradan kalkmamalıydım!” diye bu sefer geçiyor aklımdan; çünkü bu sefer de ayakta kalmak zorundayım. Kantine yaklaşıyorum, görevli yüzüme anlamsızca bakıyor, konuşmaktan bıkmış, gözleriyle soru sorabiliyor.

“İki çay lütfen!” diyorum, “Birisi açık…”

Hızlı bir şekilde bardakları dolduruyor. Karşımda oturan ihtiyarın yanına yanaşıyorum.

“İyi akşamlar Amca’cım,” diyorum. Gülümsüyor.

“İyi akşamlar evladım!”

“İçerisi pek soğuk, camlardan birisi kapanmamış, çay alıyordum, size de bir tane getirmek istedim. İçimiz ısınır.”

“Ah evladım ne zahmet ettin. Bu devirde kim kime böyle ikramda bulunuyor, kim kimi düşünüyor Allah aşkına!”

“Bilmem ki Amca’cım, öyle mi gerçekten?”

“Öyle, öyle!”

İhtiyar bardağı ağzına götürüyor. Bir yandan eskilerden bahsediyor, torunundan. İlkokula gidiyormuş torunu. Geçenlerde ona bir kitap almış.

“Şu Carlo Collodi’nin eseri,” dedi, “yalan söyledikçe burnu uzayan bir kukla vardı ya, bilir misin?

“Tabii bilirim amcacım, o biraz bana benzer.”

“Hay Allah neden sana benzesin evladım?”

“Bilmem ki.”

(Ne kadar da çok bilemiyorum!) Aslında her insan gibi deseydim daha mı doğru olacaktı? Yalana meraklıyız biraz, attığımız yalanlara kendimiz bile inanmıyoruz. Burnumuz büyümüyor olabilir. Ama yalanlar büyüyor, bir dağ oluyor. Sonra o yalanların içinde, bir de bakmışız ki uydurulan her yalan, bizden bir parça çalmış. Kendimizi aynaların içinde bile bulamaz olmuşuz.

“Evladım, yalan dediğin insanların kendine ettiği bir kötülük. Bugüne kadar hiçbir yalancının mutlu olduğunu görmedim ben. Ama kesin konuşmak da iyi bir şey değildir.”

“Sen çok yaşa Amca’cım! Torunun okudu mu kitabı peki? Geppetto’yu sevdi mi bari?”

“Yok evladım! Elini bile sürmedi kitaba. Elinde telefon var ya orada izlerim ben bunu dedi, attı kenara gitti.”

“Ah be Amca’cım! Hiç yerini tutar mı kitabın yerini Allah aşkına?”

“Eh, nereden bilecek bacak kadar çocuk. Renkli renkli ya bu ekranlar, daha çok ilgisini çekiyor tabii… Ee! Sen evli misin? Var mı çoluğun çocuğun falan?”

Konunun buraya gelip çatacağı belliydi, kendime tuzak kurmakta üstüme yok. Dosta da ihtiyacım yok, düşmana da… Hepsi kendi üretimim… Aklım yine o kadına kaydı gitti:

“Yok, Amca’cım! Sıra gelemedi bir türlü.”

“Neden evladım? Bir hayat arkadaşına herkesin ihtiyacı var.”

“Belki bir gün olur.”

Fazlaca “belkilerim” olduğunu bu kısa sohbetten sonra anlamış bulunmaktayım.

Fazla uzatmamam gerekiyor konuyu. Vapur, Burgazada’ya da varmak üzere. Amcaya veda ediyorum ve merdivenlerden yavaş adımlarla iniyorum. Konuşurken vapurda kimselerin kalmadığını fark etmemişim. Kınalı’da çok kişi inmiş. Adaya ayak basıyorum. Poyraz, yüzüme vuruyor, içim üşüyor, paltomun yakasını kaldırıp bir kaplumbağa gibi paltomun içine başımı gizliyorum. İskele, buz gibi… Düşüncelerim rüzgârla beraber donmuş. Cennet Bahçesi’ne doğru yürürüm, diye düşünüyorum. Yoksa kahvehaneye mi uğrasam, diye aklımı çeliyor soğuk. Selim Abiler oradadır. Biraz yanlarında otururum. Ama içerisi sigara dumanından göz gözü görmüyordur şimdi, hani yasaktı bu mereti içeride içmek, kimsenin umurundaydı sanki yasak, diye aklımdan geçiriyorum. Aklımı dinliyorum yürürken: Ne gerek var şimdi? Boş ver! Eve dön! Defterini aç, birkaç işe yaramaz sözcük karala, sil, sayfayı yırt. Bir fincan kahve iç. Ertesi gün yine bir türlü sevemediğin şehrin kalabalığına karış. İskeleye dön. Bundan birkaç yıl evvelini hatırla. Büyük bir hevesle kaçtığın adada yalnızlığınla karşılıklı iskambil oyna. Sigmund Freud’un bayağılığını Carl Gustav Jung’dan dinle, kendine arkaik birkaç arkadaş bul. Onların hikâyelerini dinle. Konuşunca pek özel hissetmezsen belki dinleyerek istediğini hissedebilirsin. Tarihten ders al ve yine aynı hataları tekrar et. Sonra hatalarına bakıp kendine zayıflığını bahane et. Güzel yalanlar bunlar, çok güzel!

Güzel sözler söyleyerek kendine iltifat topla ve yalancı methiyelere kendini kurban et. En sevdiğini gizle, en sevmediğine kendini armağan et. Ellerine batan dikenlerden aldığın hazla gülümse ve avucunu daha da sık. Poyraz ve deniz ve İstanbul, bazı şairler, birkaç düşünür, yeni yetme caz sanatçıları, meyhaneler, ortalık yerde sevişenler, hızla edindiğin kalp kırıklıkları, yeni edindiğin kalp çarpıntıları, epistemolojik hassaslıklar, uçarı düşünceler, apolitik genç fikirler karşısındaki hem mahcup hem kibirli siyaset simsarları, tuvaletten gelen tuhaf sesler… Görüntüyü bozmadan değiştirilebilmek için ustana yalvarıp, zihninin kuklasına biraz dayatıp bıçak zoruyla söylettiğin yalanlarına, burnuna sabitlediğin bıçağa ve “Hadi haykır yalanlarını zalim dünya!” diyerek meydan okurcasına karşısında dikilip veda ediyorum şimdilik sizlere ve kendime. Evimdeyim… Elimde bir fincan kahve var ve gülerken bir kısmı halıya döküldü.

Cüneyt Özkurt

Bestekar ve öykü yazarı... Bir de basıma hazır bir romanı var. Bütün bunların haricinde uzun yıllar rock gruplarında gitar çaldı ve şarkı söyledi. Bazen şehrin tenha sokaklarında fotoğraf makinesiyle dolanıyor. Boşlukları sayfalarla dolduruyor, yazıyor, çiziyor, bolca anlatmaya gayret ediyor. Dostoyevski çocukluk kahramanı, çok eserini okudu ve büyüdü, dengini aradı... Sanırım hala arıyor. Başarabilmiş mi kendisine sormak gerekiyor. Eli kolu dolu, kendini kitaplara bırakmış. "Kurtuluşu bu şekilde arıyorum." demişti kendisiyle son buluşmamızda.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,
    Öykünüzü keyifle ve tat alarak okudum.
    Ellerinize sağlık.

  2. Merhaba! Aynı vapurda olmak ve rıhtıma doğru ilerlemek ne güzel. Keyif aldığınız için çok memnun oldum. Güzellikler diliyorum!

  3. Merhaba,

    Sıkı bir Dostoyevski okuru olduğunuz daha “yazar hakkında” bölümünü okumadan, kurduğunuz satırlardan hissediliyor. Kendimi o vapurda, o rutinde, o yalanlarda ve o boşvermişlikte buldum, biraz da mevsimsel bir melankolidir belki ya da Burgazada’yı sevişimden mi bilinmez, öykünün içinde ben de geçtim aynı yolları.

    Kaleminize sağlık,

  4. Merhaba,
    Öykünün akışı içinde bir yerde denk gelmiş olmak beni çok sevindirdi. Yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Nice güzel öyküleriniz olsun dilerim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for blackcamelia Avatar for Sena_Golebakar_Nas Avatar for Lightsky

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *