Ekimin son günü…
Beni duyuyor musunuz? Peki…
Günlerdir süren ateşin coşkusu hiç bitmemişti ama ben ilk günlerin coşkusunu çoktan yitirmiştim. Yüzlerce insanın yanışını seyrederken duyduğum zevkin yerini alışkanlığın getirdiği bıkkınlık ve sıkıntı almıştı. Özellikle son günlerde üzerimde bir keyifsizlik hali vardı. Yargıçlar Kurulu’nun kırk birinci toplantı kayıtlarını gözden geçirmek için evimin en sevdiğim köşesine, çalışma odama çekilmiştim. Bir anda rüzgâr odanın havasını değiştiriverdi. İçim ürperdi. Pencereyi kapatırken, meydandaki büyük ateşin yükselen alevleri neredeyse yüzümü yalayıp geçti, sıcaklığını iliklerime kadar hissettim, iki dakika önceki ürperti yerini bir rahatlamaya bırakmak üzereydi ki arkama döndüğüm anda göz göze geliverdim o günahkârla. Çuval giysisi, kabarık dağınık kuzguni siyah saçları, ceylan gözleri ve şeytani bakışları… Açık camların birinden süzülerek girmiş olmalıydı. Yavaş hareketlerle onu ürkütmemeye çalışarak yazı masama doğru meylettim, amacım hizmetçinin zilini çalmaktı ama hemen fark etti ne yapmak istediğimi. Beni dipsiz kuyu kadar karanlık bakışlarıyla koltuğuma yapıştırdı. Sesim çıkmıyor, hareket edemiyordum. Kilitlenmiştim sanki. Artık sadece, dışarıdaki ateşin duvara yansıyan dansını ve gözlerini üzerimden ayırmadan bana bakan cadıyı görüyordum. Cadı, benim kıpırdayamaz, ses çıkaramaz olduğuma emin olduktan sonra odamın içinde sessizce dolaşmaya başladı. İncecik parmaklarını kitaplarımın üzerinde gezdirdi, çalışma masama, saatime, dinlenme koltuğuma, yerdeki kıymetli halıya, lağım farelerinin yuvasına bakar gibi tiksintiyle baktı.
“Hesap günü, Yargıç George Sandel” dedi, tıslar gibi konuşuyordu. “Aramalar tüm gece sürebilir. Kaçacak bir fırsat yaratmama yardım edersen belki yaşamını bağışlarım. Sakın kaçmaya ya da birilerine haber vermeye kalkma. İstesen de yapamazsın çok saygıdeğer yargıç efendi. O sansar aklının içinden neler geçiriyorsun kim bilir? Hondura, pundura, bin kundura; şimdi aklından geçenler de dile gelecek ve ne düşünüyorsan duyacağım” dediğinde beynimin karanlık köşelerine gizlenen düşünceler doğruluk tılsımı içmişim gibi akmaya başladı.
İblisin hizmetkârı, ona ne sundun ki bu güzelliği verdi sana? Ah Tanrım! Şeytanın en güzel temsilcisini bana göndererek beni mi sınıyorsun yoksa? Neden kapatamıyorum gözkapaklarımı? Şeytanın uşağı, bakma bana… Yüreğimi sıkıştırıyor bakışların. Avuçlarının arasında yaralı bir kuş gibi çırpınıyor kalbim.
Zor da olsa bakışlarımı ondan çevirdim. Aklımdan geçenleri susturmanın bir yolu olmalıydı. Onun zindanından kurtulmalıydım. Koltuğumun yanına kadar sokulup gözlerini gözlerime dikti. Hareket yeteneğim onun tarafından emilmiş gibiydi. Doğanın tüm gücünü toplamıştı üstünde. Çuval giysisinin içinde bile aldatıcı bir tanrıça güzelliği vardı cadının. İri gözlerinin etrafı simsiyah boyalıydı. Onlara bakarsam beni şehvet duygularıyla hapsedecekti zindanlarına. Başımı öne eğdim. Cadı etrafımda birkaç tur attı, sonra yere bağdaş kurup oturdu. Etrafına bir çember çizdi. Gözlerini kapatıp büyülü sözler söylemeye başladı. Kaçabilirim sandım ama küçücük bir hareketimde birden gözleri açıldı. Beni görünmeyen parmaklıklara mahkûm etmişti. Odanın içindeki gaz lambasının aydınlığı iyice azalmış olmasına rağmen dışarıdan gelen büyük ateş yetiyordu birbirimizi görmeye.
Saymadığım kadar cadı yakalattım, yaktırdım ama onların hiçbiriyle nefeslerimiz böylesine birbirine karışmadı. Hem onların yüzlerini görmedim bile. Emirler dağıttım; yakalayın, bağlayın, işkence edin, itiraf ettirin, yakın… Halkın neden coşkuyla bu yakma törenlerini seyrettiğini anlamak benim için zor olmadı. O kokudur insanı çeken. İnsanın genzini yakan, kendine özgü, yanık et kokusu… Bir kere duyan bir daha kurtulamaz ondan. Özlemle arar her yerde. Her kokudan farklıdır. Ateşin etrafındakiler bağımlısı olmuştur kokunun.
İtiraflarımı söküp alıyordu sanki ağzımdan. Gücünün etkisiyle küçülüyordum.
“Peki, korkunun kokusu neye benziyor Yargıç Sandel? Duyabiliyor musun kendi kokunu?”
Korktuğumu anlamıştı. İşkencelerde onları konuşturmak, neredeyse ölmek için yalvarır hale getirmek ve mahkemelerde her şeyi itiraf etmelerini dinlemek, onların korkularından beslenmek…
Evinde cadı ele geçirilecek zat, her kim olursa olsun cadı gibi yakılacaktır. Madde 12. Bu maddeyi ben ekletmiştim yasaya. Bununla ispiyoncular öyle çok artmıştı ki.
Saldığımız korku en büyük yardımcımızdı. Biz merhamet, şefkat gibi ilkel duyguları silmiştik kalbimizden. Şeytanla işbirliği içindeki tanrıtanımazlar yok edilmeli, toplumun içine işlemiş günah tohumları sökülüp atılmalı; buydu en temel görevimiz. Cadıların itiraf etmesini seyretmek en zevk aldığım kısımdı. İki taşın arasına sıkıştırıldıklarında ya da sivri tahta atın üzerinde ellerine kollarına taşlar bağlayıp o sivri kazığın ağır ağır vücuda girişini izlerken, ya da kollarından bacaklarından gerdirirken yalvarmaları müzik gibiydi benim için.
Bu durumda söylenmemesi gereken ne varsa ben istemesem de, hiçbir süzgeçten geçmeden dökülüyordu dilimden. Aniden, üzerime bir kedi gibi sıçrayıp tısladı.
“Sus, yeter! Biraz daha konuşursan o dilin ağzında büyüyecek nefessiz kalacaksın. Ama ben senin bu kadar çabuk ölmene razı olamam.”
Aklımın sesini düğümledi. Söylediklerimi duymaya dayanamamıştı. O anda aklıma ihtirasın köpeği dediğim, en etkili silahım rüşvet geldi, onu kullanmalıydım.
“Seni buradan çıkarabilirim,” dedim. “Hatta bundan sonraki yaşamını rahat ettirecek kadar altına boğabilirim” Bakışlarının yangını karşısında sahtekâr gülümsemem yarım kaldı.
“Öyle mi? Hım, şimdi bir hesap yapalım saygıdeğer Yargıç,” dedi duvardaki ressam Anton’a yaptırdığım büyük tabloya bakarken. Yavaşça yanıma sokulup kulağıma eğildi.
“Benim kızımı ateşe attığınızda henüz sekiz kiloydu. Öyleyse sekiz kilo altına ne dersin?”
Şeytanla işbirliği yapan onlardı. Çocuklarına da kanlarıyla aktarmışlardı cadılığı. Çocukların yakılması şarttı. Yoksa bu işin kökünü kazıyamazdık. Çocukların ölüleri büyüklerden daha farklı kokardı. Sevmezdim o kokuyu. O küçük bedenlerinden beklenmedik yoğunlukta pis bir koku yayılırdı.
“Sekiz kilo altın, evet bulabilirim, bulabilirim bunu.”
“Bulabilirsin tabii. Peki, sekiz kilo altının üzerine nedensiz yaktığınız bir çocuğun acısını ekleyebilir misin? Sence o acı kaç kilo eder?”
Titremeye başladım. Şöminenin ateşi sönmeye yüz tutmuştu. Oda iyice soğumuştu. Titrediğimi görünce korkunç bir kahkaha attı. Acıyla karışık bir kahkaha… Yaralı bir hayvanın etrafında saldırıya geçmek üzere olan bir kurt gibi dolandı etrafımda.
“Şimdi hesaplaşma zamanı Yargıç George Sandel. Izdırap içindeki bir annenin gazabı, senin engizisyonunun tüm işkencelerinden daha acı vericidir. Göreceksin! Yüreğimi yakıp kavuran acıyı ancak sen söküp atabilirsin içimden.”
Ölümün soğuk nefesini üfler gibiydi. Her kelimesinde ölüme biraz daha yaklaştığımı hissediyordum. Birden bir mucize oldu. Yaşlı bunak hizmetçim Dave çalışma odamın kapısını tıklattı, içeri çağırmamı bekledi. Cadıyla göz göze geldim.
“Oradan söylesin söyleyeceğini” diye fısıldadı. Dave’e ne olduğunu sordum.
“Efendim, ziyaretçileriniz var. Rahatsız edilmek istemediğinizi, hassasiyetinizi söyledim ancak çok önemliymiş. Mutlaka görüşmeleri gerekiyormuş.”
Daha ağzımı açamadan cadı yanımda bitiverdi.
“Tek bir hata yaparsan, tek bir hata, seni aklının alamayacağı kadar korkunç acılarla kıvrandırırım. Şimdi gelenleri içeri al. Ne diyecekler bakalım. Seni izliyor olacağım. Tek bir yanlış hareket… Unutma!”
Göz açıp kapama hızında perdenin arkasına saklandı.
“Gelebilirler Dave. Bekliyorum.”
Gelenler engizisyondandı. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmalıydım. Cadının evimde olduğu bilseler…
Cadı avının tüm şiddetiyle sürdüğünü, bu gece yarısına kadar devam edeceğini söylediler. Bir sıkıntı vardı yüzlerinde.
“Buyurun beyler. Oturun. Sizi dinliyorum” dedim. Ancak ağzımın kenarından sızan tükürükleri toplamakta zorluk çekiyordum.
Likör ikram eden hizmetçimin gitmesini bekledikten sonra “Bu gece toplanacaklarını biliyorsunuz. Bu toplantı şimdiye kadar yapacaklarının en büyüğü olacakmış. İspiyoncular yerini öğrenemediler. Bu toplantıyı engelleyemezsek cadı güçleri ortak hareket ederse…”
“Benden ne bekliyorsunuz?” Konuşurken dilim dolanıyordu, bir yandan da bunu onlara belli etmemeye çalışıyordum.
“Sayın Yargıç, siz engizisyonun en korkusuz üyesisiniz. En cesur teklifler hep sizden geldi. Buna güvenerek bir isteğimiz olacak. Büyük ateşin, meydanla beraber aşağıya doğru tüm alanı kapsayacak şekilde yayılmasına izin verin. Bir sel gibi önüne geleni yakıp yıksın, kim varsa alsın içine.”
“Düşüneceğim” dedim. “Size haber gönderirim. Şimdi beni yalnız bırakın. Dinlenmeliyim.”
Şaşırdılar. Yüzümdeki değişimin farkına varıp varmadıklarını anlayamadım ama bakışlarındaki kuşkuyu ve neredeyse tiksintiyi yakalar gibi oldum. Yüzümün solgun olduğunu, sağlık problemim olup olmadığını öğrenmek istediler. Onları hayal kırıklığına uğratmıştım. Zorlukla iyi olduğumu söyledim.
“Ancak çok zamanımız kalmadı, lütfen acele edin” deyip gittiler. Çıkardığım pürüzden hoşlanmamışlardı. Geri döneceklerini biliyordum.
Simsiyah gözleri kan çanağına dönmüş cadı, perdenin arkasından çıktı. “Lanet insanlar! Buna izin vermeyeceğim” diye haykırdı.
Üzerime çıktı. Dudaklarımı diliyle açıp dolgun dudaklarında sakladığı zehrini boğazımdan aşağıya akıttı. Bu cadıların en güçlü silahıydı. O andan itibaren benim için artık, engizisyon, cadılık, ateş, hatta ölüm bile anlamını yitirmeye başladı. Kalbim bedenimden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Şehvetin tutsağı gövdem sadece onun vücudunda eriyip gitmek istiyordu. Yanıma sokuldu. Siyah saçlarını yüzüme doladı. “Şimdi ne dersem yapacaksın” dedi. Ona teslim olmuştum. Cadının elleri vücudumda dolaşıp uzun tırnakları derime battıkça acının verdiği zevkle inlemeye başladım.
“Zehir bedeninde dolaşıyor,” dedi. “Şehvetten delirerek öleceksin. Ölümün saatlerce sürecek. Kimseler kurtaramayacak seni. Acı içinde kıvranacaksın. Sana hemen ölmen için bir fırsat veriyorum şimdi. İyi dinle beni. Şu kâğıda ateşin büyütülmesi için onay vermediğini yaz.“
Zafer onundu. Ellerime ayaklarıma giren kramplar yüzünden çarpılmaya başlamıştım. Ağzım yana kaymıştı. Vücudumda pare pare yaralar açılıyordu. Gözlerimden biri neredeyse yerinden fırlamıştı. Yazı setini önüme getirdi. Yazdığımı göremiyordum bile, acıdan kıvranmaya başladım.
“Sakın ağlama şimdi. Kâğıt ıslanmamalı. Sus! Sesin çıkmasın, inlemeyi kes. Daha hızlı yaz şunu.”
Bu işkenceden bir an önce kurtulmak için son bir hamleyle istediğini yaptım. Kâğıdı memelerinin arasına soktu.
“Tamam! Şimdi Sayın Yargıç George Sandel. Artık yatağında rahat ölebilirsin.”
Ayaklarımın üzerinde duramıyordum. Eciş bücüş bedenimi sürükleyerek koltuğuma uzandım. Cadının gazabından kurtulmak için dua etmeye başladım. Her şeyi inancım için yapmıştım, ancak o inanç kurtarabilirdi ruhumu. Dualarımın arasına, Dave’in korku dolu sesi girdi.
“Lütfen, efendim bir yargıçtır, lütfen yapmayın…”
Ne olduğunu anlayamadan engizisyon askerleri sürüklemeye başladılar beni. Affetmeleri için yalvarmaya çalışıyor ama böğürüyordum. Bir an bile duraksamadan sürüklemeye devam ettiler. Dışarıdaki kalabalık tanınmaz hale gelmiş bedenime bakıp gülüyor, ellerine ne geçerse fırlatıyordu. Ateşe yaklaştıkça kalabalığın arasından bana bakan simsiyah gözleri gördüm.
O gözlerin sahibi koşarak yanıma geldi. “Hey! Sen iyi misin?” diye sordu. Ben hâlâ rolümün etkisindeydim. Her şey öylesine ikna ediciydi ki neredeyse karımın cadı olduğuna, benim de yargıç olduğuma inanacaktım. Oyunumuza katılan Dave yani babam “n’oluyor oğlum, dikleşsene, öyle çarpuk çurpuk durma” dedi. Zorlukla çözdüm kendimi. Hep birlikte Cadılar Bayramı ateşinin yanına gittik. Tüm mahalleli, garip ve korkunç maskelerle gülüp oynuyor, çocuklar şeker sepetlerini birbirleriyle yarıştırıyorlardı. Arkadan koşarak gelen engizisyon askerleri kolumuza girip “hadi şu yaptığımız çekimi izleyelim” diye bizi sürüklerken, gözlerim alevlere ve köşede öylece sessizce duran çuval giysili kadına takıldı. Kadın, kalbini dışarı çıkartıp bana uzattı sandım, sadece ateşe kâğıt toplar atan yan komşumuz olduğunu fark ettim. “Cadılar Bayramı” ve eğlencesine dönem kıyafetleriyle kendimiz için yaptığımız video çekimi bir anda daha farklı görünmeye başladı gözüme. Ayaklarım hâlâ birbirine dolanıyor, gerçekten cadı zehri içmişim gibi hissediyordum. Karıma baktım. Makyajı, kıyafeti, her şeyiyle bir cadıydı o. Takma tırnaklı ellerini yüzümde gezdirip kenara çekti beni. “Ne o Yargıç George Sandel? Yeni mi fark ettin?” dedi. O sırada alev beni yutarcasına yükseldi ve üzerime doğru eğildi.
- İtiraf Odası - 1 Aralık 2022
- Düşsüz Adam - 1 Temmuz 2021
- Gergedan Sami, Zargana Hamdi ve Ben - 1 Şubat 2021
- Gölgesiz Kadınlar - 1 Kasım 2020
- Çekmeceler - 1 Temmuz 2020
Tebrikler, çok başarılıydı. Öyküye kendimi öyle kaptırmışım ki son paragrafa geçtiğimde ne olduğunu kavrayamadım. Birkaç satır geri dönüp tekrar okudum. Demek olay buymuş derken ise son satırlarda yeni bir şok yaşattınız. Tekrardan tebrikler. Elinize sağlık.
Çok teşekkür ederim yorumunuza. Biraz kafa karıştırmaya gayret ediyorum desem yalan olmaz:)
Galiba bir Nurdan Atay fanı olup çıkacağım yakında.
Aman Allah’ım bunlar nasıl güzel öykülerdir böyle!? Geçen ayki öykünüzden sonra, bu ayda Nurdan Atay ismini görünce okumamazlık etmeyeyim dedim ve, Tanrı aşkına!, çarpıltım… !
Daha evvelki öykülerinizi ve yazdığınız her bir şeyi okumaya çalışacağım bundan mütevellit.
Kaleminize emeğinize sağlık. Bol bol yazın umarım.
Çok teşekkür ederim. Öykülerimi sevdiğiniz için ayrıca çok sevindim. Yazmak beni bırakmazsa ben onu hiç bırakmam diye düşünüyorum. Umarım yaşamımın sonuna kadar yazabilirim ve daha çok okuyabilirim. Sevgiler…
Merhabalar. Titizlikle yazılmış, sürükleyici bir öykü olmuş. Kültürümüzün dışındaki bir temayı kendi dünyası içinde okuyanı irite etmeden güzel bir şekilde sunmuşsunuz. Hakikaten bir solukta okunuyor. Sadece hikayenin sonunda, yokuş aşağı giderken fren yemiş kamyon hissiyatı yaşattınız bana. Sonu da bana hafiften muğlak geldi ya da ben anlayamadım. 🙂 Biraz risk almışsınız sanki.(Yani “Adada Kısa Bir Yürüyüş” öyküsü gibi alışılagelmiş değil) Belki başladığınız tonda bitirebilirdiniz. Pek sürprizli olmazdı ama, daha pürüssüz bir öykü olurdu gibi geldi bana. Umarım nacizane yorumlarımı hoş görürsünüz.
Bu arada ben son 3-4 seçkiyi takip edebildim henüz. Bu süreçte-kendimce- Marioti’den sonra en başarılı öykünüz olduğunu düşünüyorum. Tebrikler..
Çok teşekkür ederim. Öykünün sonunda şunu yapmak istedim açıkçası; anlık kısa şoklar. Neden öyle yaptığıma gelince, ben de böyle öyküleri okumayı seviyorum. Şaşırmak ve şaşırtmak tabiri caizse diken üstünde tutmak ya da belirli bir akışta giderken birden yönü çevirmek bunu da okuru hem rahatsız ederek, hem de rahatsız etmeden yapabilmek. Her öykümde yapmıyorum ama( Kayıp Rıhtım dışında da yazma serüvenim devam ettiği için her öyküm diyorum yanlış anlamayın).
Sonunun muğlaklığına gelince haklısınız. Böyle bir sonla bitirmek istedim, gerçek mi hayal mi karışsın ve okuyucu özellikle erkek okuyucu kadınların içlerinde her zaman bir cadı olduğunu unutmasın diye( Buradaki cadı tanımlamasındaki cadı benim için iyi bir karakter tanımlaması, cadıların düzenle mücadele eden, gözü kara olduklarına inanıyorum ya da öyle inanmayı seçiyorum)
Eleştirilerinize(tüm arkadaşların)eleştirilerine sonuna kadar açığım, bu sitede yazmayı sevme nedenlerimin başında geliyor bu. Zira doğrudan aldığımız geri bildirimler hep ufuk açıcı ve yönlendirici oluyor. Bu nedenle istediğiniz kadar eleştirebilirsiniz, sevinirim.
Merhaba, yüreğinize, elinize sağlık. Güzel yazmışsınız. ” O kokudur insanı çeken. İnsanın genzini yakan, kendine özgü, yanık et kokusu… Bir kere duyan bir daha kurtulamaz ondan. Özlemle arar her yerde. Her kokudan farklıdır. Ateşin etrafındakiler bağımlısı olmuştur kokunun.” Bu cümleler insanın vahşiliğini sergiliyor adeta.
“Cadıların itiraf etmesini seyretmek en zevk aldığım kısımdı. İki taşın arasına sıkıştırıldıklarında ya da sivri tahta atın üzerinde ellerine kollarına taşlar bağlayıp o sivri kazığın ağır ağır vücuda girişini izlerken, ya da kollarından bacaklarından gerdirirken yalvarmaları müzik gibiydi benim için.” Bir kez daha insanın vahşiliğini ve ilkelliğini sergiliyor bu cümleler de.
Öyküye kendimi kaptırmış giderken, pat diye konu akışının değişmesi beni şaşırtmaktan çok bir an öyküyü anlayamama neden oldu ve zihnimi toparlamak zorunda kaldım. Naçizane fikrime göre son paragraf öykünün akıcılığını yavaşlatmış gibi. Buna rağmen seçtiğiniz sözcükler ve kurduğunuz cümleler güzel ve yerindeydi. Ellerinize sağlık beğendim. Hoş bir öykü olmuş.
Merhaba, teşekkür ederim yorumunuza. Sonu konusunda diğer yorumlarda da belirttim ama bunu böyle duydukça tekrar değerlendirmem gerektiğini düşünmeye başladım. Biraz nadasa bırakalım bakalım ne çıkacak daha sonra? Tekrar teşekkürler…
Merhaba, bu ayki seçkide ilk okuduğum öyküydü ama yorumumu biraz beklettim. İkinci kez okuduğumda yukarıda bahsedilen o son paragrafa daha da dikkat ettim ama ilginçtir ki iki okumamda da sorun yaşamadım ben. Evet şaşırtıcı bir paragraf ama adaptasyon sorunu yaşatmadı bende. Aksine yaratıcı buldum, fikri sevdim. Bence geçişi de güzel yapmışsınız.
“hondura pundura bin kundura” 🙂 sevimli geldi. Anlatım, kullanılan dil, konu, temanın kullanılışı gayet güzeldi. Temayı benim gibi kıyısından köşesinden değil de tam ortasından kullandığınız için de tebrik ederim sizi.
Bu ayki seçkide yokum evet. Bir sorun yok sadece tema zor geldi 🙂
bol bol sevgiler 🙂
Merhaba, önce özlemle merhaba…
Teşekkür ederim yorumlarına. Aslında öykünün başında “beni duyuyor musunuz?” ile bir ipucu verdim diye düşünüyorum. Tabii ki okur görüşlerinde farklılıklar olacak, çok doğal değil mi? Arada da senin sevdiğin “hondura pundura bin kundura” da evde video çekenlerin bir hoşluğu olsun diye katıldı öyküye:) Çok teşekkür ederim yorumlarına…
“Günlerdir süren ateşin coşkusu hiç bitmemişti ama ben ilk günlerin coşkusunu çoktan yitirmiştim.”
Özellikle başlangıç kısımlarda aynı cümlede iki aynı kelime kullanmamakta fayda var diye düşünüyorum. İkincinin yerine “heyecan” kullanılabilir.
“şimdi aklından geçenler de dile gelecek ve ne düşünüyorsan duyacağım.” Yerine, yani cadı büyüyü kendisi açıklamasına gerek yok gibi, hemen ardından yargıç büyünün kendi üzerindeki etkisini adım adım anlatıyor.
Yargıç’ın büyünün etkisi ile ağzından çıkanlarda bir çok güzellik buldum. Öncelikle düşünce yapısı yüzünden hala kendisini bir kurban olarak görmüyor, dokunulmaz sayıyor gibi. Evet evet, kurban değil bir erkek gibi. Öyleki düşmanının gücünü tattığı halde korkmuyor, hala onun tatlılığını, güzelliğini görüyor. Cadı yakmada karar verecek kişinin en belirgin özelliği olmalı bu: bakar körlük, gerçeği görememe.
Son paragraf için de şunu diyeyim: Rüyadan uyanır gibi oldum. Ya da bir filmin kamera arkasını izlemiş gibi. Yargıcın odasını o kadar benimsemiştim ki, sahne meydana taşınınca bile ateşin parlaklığını hissedemedim. Yani zor zaptedileni, sanki rahatlıkla yaptığınızı belirtmek adına gevşetmişsiniz. İlk okumada bir eksiklik gibi görsem de, daha sonra öykünün aklımdan çıkmaması sağlayacak bir özellik olduğunu düşünmeye başladım. Özellikle aradan birkaç gün geçince sahne daha farklı gözümde çanlanınca, bir yerine iki bakış açısı sunduğunuzu düşünüyorum.
Güzel ve yeni bir dünya yaratabilen etkili bir öykü çıkmış yine bu ay. Kaleminize sağlık.
Merhaba;
Öncelikle yorumuna çok teşekkür ederim. İlk cümle için haklısın onun etrafında çok gittim geldim, birkaç kez değiştirdim. Son paragraf tartışmalı oldu farkındayım. Biraz zaman geçtikten sonra tekrar dönüp bakacağım.
Kiltablet yayın hayatına başladı. Sevgili Öznur bir öyküsüyle ilk sayıda aramızda oldu. Diğer sayılarda seni de bekliyoruz. Sevgiler…
Merhabalar, öncelikle öykünüzü çok beğendiğimi söylemeliyim. Öykünün sonu “okuyucuyu şaşırtmak” deyişinin tanımı gibi olmuş, tebrikler. Diyaloglar o kadar güzel cümlelerle yazılmış ki, bazı cümleleri okurken duyguyu ben yaşıyormuşumcasına hissettim.
Özellikle;
“Bulabilirsin tabii. Peki, sekiz kilo altının üzerine nedensiz yaktığınız bir çocuğun acısını ekleyebilir misin? Sence o acı kaç kilo eder?”
cümlesi fazlasıyla yüreğime dokundu -belki geçtiğimiz günlerde Adana’da yaşanan yurt faciasını anımsattığı içindir-.
Velhasıl kelam ustaca yazılmış bir öyküydü, emeğinize sağlık. Bir sonraki seçkide görüşmek dileğiyle.
Merhaba;
Adana’daki facia ile örtüşmesi ne kötü değil mi? O zamanlar çocukları ateşe atıyorlarmış sadece cadıların çocukları oldukları için,
şimdi yine yanıyor çocuklar ihmaller yüzünden. Ortaçağdan bugüne değişmesi gerekmez miydi birçok şeyin, ya da biz hâlâ ortaçağ karanlığında mı yaşıyoruz?
Öykümü değerlendirmeniz ve güzel sözleriniz:, bu karanlıkta yazarak küçük bir mum ışığı olmaya çalışan bir yazan olarak beni mutlu etti. Teşekkür ederim değerlendirmelerinize…