Sokağın başındaki yokuşun ilerisindeki dar dönemeci biraz geçince sağdaki ilk bina Doğu’nun yaşadığı apartmandı. Sarı, eski püskü bir apartman dairesinde yaşıyordu. Daire, güneş almadığından arka odada rutubet kokusu hâkimdi. Dış kapı; dar, uzun bir koridora açılıyordu. Kapının girişindeki rafta ontoloji üzerine birkaç kitap vardı, gözüme çarpan diğer kitaplar da siyaset bilimi üzerineydi. “Doğu’nun bütün bu sıkıcı muhabbetlerinin sebebi karşımdaki üç-beş kitapmış meğer.” diye içimden geçirdim.
Kapının kilidi, benim evin kilidinden daha kolay açılmıştı. Apartman kapısının anahtarı mor, dış kapının anahtarı ise metalik renkteydi. Hangisinin ne işe yaradığını karıştırmamak için ideal bir çözüm düşünmüştü.
Ceketimin cebine elimi attım. Sağ cebimin boş olduğunu anlayınca vakit kaybetmeden sol cebi yokladım. Dörde katladığım mektubu açıp en baştan tekrar okumaya başladım:
“Merhaba, sevgili dostum!
Ne hissettiğin konusunda bir fikrim yok, nasıl hissettirir bunu bilemem. Bu mektubu sana niçin yazdığım konusunda ise tereddütlerim var. Belki yarım kalanları tamamlamak biraz sana düşüyor, biraz da bana…
Mektubun içinden çıkan anahtarlar seni biraz şaşırttı biliyorum; hatta bu mektup bile başlı başına bir şaka… Bolca tamamlanamayacak cümle bırakıyorum sana.
Neyse, gereksiz sözcüklerle lafı dolandırmayacağım. Mektubun içindeki anahtarlar evime ait. Mor renkte olan dış kapıyı, diğeri ise iç kapıyı açıyor. Mektubun arkasında ise evimin adresi var. Daha önce hiç evime uğramamıştın, bu bir vesile olacak senin için sevgili dostum. Şimdiden belirtmem gerekir ki bizim sokakta senin şu yeni, siyah arabanı park etmen pek doğru olmaz. Sokağın bitiminde, yokuşun aşağısında bir otopark var, oraya bırakmanı tavsiye ederim. Aksi halde arabanın üzerine çiviyle kazınmış eserler seni sinirlendirebilir.
Evet, gidip gitmemek sana kalmış. İstersen bu mektubu yırtarsın, istersen katlar bir köşeye kaldırırsın, istersen evime gidip sana ait olanı alırsın. Dedim ya: sana kalmış. İstediğin gibi yapabilirsin. Tabi ben bu mektubu senin eve gittiğini varsayarak yazıyorum.”
Sokak kapısının sağında kalan yatak odası sıkış tepiş eşyalarla doluydu. Odanın kapısının yanında bir çalışma masası, masanın üzerinde iki kalemlik vardı ve ağzına kadar kalemle doluydu, masanın yaslı olduğu duvardaki çerçeveler birbirlerinden ikişer santim üstte olacak şekilde paralel olarak asılmıştı, çerçevelerde sürreal ünlü birkaç eser yer alıyordu.
“Çünkü böyle oluyor…” yazılı ahşap plaka duvardan düşmüş ve düştüğü yere boyanın tozu, zaten tozlu olan masanın üzerine dağılmıştı. Yatağın üzerinde turuncu bir oyuncak ayı vardı, ayının tek gözü yoktu. Birbirinin çifti olmayan iki gardırop yan yana konulmuş, tek kişilik yatak ise gardırobun yanına denk gelecek şekilde duvara yaslanmıştı. Yatağın yaslı olduğu duvarda Charlie Chaplin posteri asılıydı.
Yatak odasının sıkıcı görüntüsünün bir benzeri de koridordaydı. Karanlık, uzun koridorun sonunda atıl olarak kullanıldığını düşündüğüm çok küçük bir oda, odanın solunda salon ve salonun karşısında küçük bir mutfak vardı. Yatak odasına girdim. Kirli gölgeliği araladım ve karşı apartmanlara rağmen gün ışığı biraz da olsa odanın içine doldu. Tekrar mektuba göz attım:
“Mete, senden salona gitmeni istiyorum. Salondaki çekyatın yanındaki sehpada siyah bir defter var. Lütfen, onu al ve defterin ayracının olduğu yerden itibaren okumaya başla.”
Salona yürüdüm. Kapı girişinin karşısında dediği gibi petrol rengi bir çekyat vardı. Çekyatın sağ kenarındaki duvarda iki kişilik bir koltuk, onun sağında kalan duvarda TV ve uzun bir dolap bulunuyordu. TV’nin önünde, yerde bir dizüstü bilgisayar vardı ve kapağı açıktı. Bilgisayarın mavi led lambası yanıyordu.
TV’nin karşısındaki çekyata oturdum. Sehpadan defteri aldım. İlk sayfayı açıp okumaya başladım:
08 Aralık 2012
“Kaybettik…
Hayatımda tek yapabileceğim yegâne şeyi, yeteneğimi de kaybettim. Yenildik… Yeterince… Yeterince savaşamadık. İlerledik, konuştuk, sorduk, mücadele ettik. Beceremedim! Gücüm yok!
Kalbim acıyor yine!
Nasıl ki dinmiyor. Nedeni hep bu kaybedişlerim. Bir türlü yoluna koyamayışım. Hiçbir şeyim yok bu hayatta… Belki gerçekten sevenim bile…
Öylesine yalnız ve soğuk hissediyorum ki kendimi ve o kadar çaresiz… Tüylerim diken diken oluyor… O kadar boşum ki aslında… O kadar canım acıyor ki…
İlk defa mı böyle netim kendime? Apaçık yazıyorum. Bir HİÇİM!
İnsanlar da hayatımdan bu yüzden gitti; çünkü biliyorlardı. Lanet olası beni gördüler. Savaşamayan, ezik, yenik bir zavallı olduğumu gördüler.
Umudum kalmadı…
Ve artık bitsin istiyorum. Bana dair olan bu hayatın bitip gitmesini istiyorum; fakat öylesine hantal ve tembel ki… bir türlü gelemedi. Şaşırıyorum. Ben, bu dünyayı istemiyorum. Hiçbir şeyinizi istemiyorum!”
İlk sayfayı okuduktan sonra sayfaları rastgele ve hızlıca karıştırmaya başladım, aynı aya denk gelen sayfalarda benzeri yazılar vardı. Bu yazılara göz attıktan sonra mektupta bahsettiği günlüğün bana ayrılmış olduğunu söylediği sayfasını açtım:
“Gece, gecenin en güzel anında yürüyordum onunla. Gökyüzünde dolunay tüm görkemiyle, en parlak anında, önümüzdeki toprak yolu aydınlatıyordu. Yanımdaydı… O, işte! O, yani… Vanilya yağı sürmüştü yine boynuna, dudaklarım dayanamıyor tenine doğru yöneliyordu. Önümüzde uzanan yolun bir yerinde durup öpüşüyorduk uzun uzadıya. Yüzüne dokunuyor ve dudaklarım dudaklarına değdiği o anda nefesini içime derin derin çekiyordum. Sonra dudaklarımız birbirinden ayrıldığında ay ışığının aydınlattığı gözlerimizin içine bakıyorduk uzun uzun ve dayanamayıp son kez büyük bir arzuyla öpüyorduk birbirimizi.
Elini tutup yürümeye devam ettim şu güzel mayıs gecesi…
Çam ağaçlarının sıralandığı yokuştan deniz gözüküyordu. Tüm görkemiyle mehtap denizin üzerinde ışıyordu, ne kadar uzakta olsak da mercanların kalabalık olduğu o yerler daha parlaktı, denizi işaret ettim Dora’ya!
– Bak sevgilim, tam karşıda! Görüyor musun? Mercanlar, ışıl ışıllar… Senin gibi onlar da… Bütün gecemdeki o yüce umut…
– Umut mu? Ben mi? Doğu! Umut, evet! Ama umut aşkın neresinde dersin? Hep böyle sevebilecek misin beni?
– Bu gece sence sonsuz mu sevgilim?
– Hayır, değil! Birkaç saat sonra gün doğacak?
– Hayır, doğmayacak! Gün, asla doğmayacak. Biz seninle sonsuzluğun parçasıyız. Biz seninle bu geceyiz.
– Doğu, sevgi yüce bir şey, biliyorum; ama biraz gerçekliğe dönsen olmaz mı? Gerçekler böyle değil! Biz sevgiyle var olamayız. Hayatın kendisi farklı bir işleyişte, tarih, kitaplar senin hislerini destanlaştırıyor; fakat görüyorsun ki sonunda hepsi yitip gidiyor.
– Bu kadar katı olmasan keşke papatya. Bu masum halimin gardiyanı mı olmalı? Zindanım şu karşıdaki denizin dibindeki mercanların altında mı kalmış; yoksa senin gözlerinde mi?
– Sen zaten her zaman masumsun, Doğusun sen işte, bildiğin doğu…
Sessizleştim. Elini tutup yokuştan denize doğru yürümeye devam ettik. Yolun bittiği yer sahile varıyordu ve genişlemesine açılan, çakıl taşlarıyla kaplı alanın sonunda taşlar yerlerini ince kumlara bırakıyordu. Elime iki çakıl taşı alıp birbirine sürtmeye başladım. Ne kadar hızlı sürtersem o kadar fazla kıvılcım çıkıyordu. Elimdeki taşları Dora’ya gösterdim:
– Baksana papatya şunlara! Şunlara bak!
Taşlar birbirine her çarptığında çarptıkları yer alabildiğine ışıyordu.
– Ne oldu ki şimdi?
Dedi yüzünde alaycı bir ifade vardı.
– Baksana, ilginç gelmiyor mu bu sana? Karanlık bir gecede bile iki çakıl taşının olması umuttur.
– Benim için umut değil Doğu, senin için umut olabilir ama!
Dedi keyifsiz bir şekilde.”
Günlüğü kapattım. Bilgisayarın klavyesindeki herhangi bir düğmeye bastım. Ekran doğrudan açıldı, masaüstündeki müzik çaların listesinde ilk sırada Mozart – Lacrimosa ve altında ise Beethoven – Silence vardı.
Mektubu tekrar okumaya başladım:
“TV’nin karşısındaki dolabı açmanı istiyorum Mete. İkinci rafta bir mektup daha var. Lütfen ilk satırını okur musun?”
Yerimden kalkıp dolabın kapağını açtım, ikinci mektubu raftan aldım ve ilk satırı okumaya koyuldum:
“Güncede ilk sayfayı okudun değil mi? Ama niçin yaptın bunu? Sadece ayracın sonrası seni ilgilendiriyordu.”
Bir alt satırda ise:
“TV’yi açtın ve müzik listesini gördün, değil mi? Sadece iki şarkı var orada. İkinci şarkıyı aç ve şarkıyı yazdıklarımı okurken bitene kadar dinle; ancak dinlemeyeceksen günceyi elinden bırak ve evden çık git! Biliyorsun ki karar senin. Biliyorsun ki karar hep senindi.”
Bilgisayara bağlı olan müzik sistemini açtım. Beethoven – Silence’a iki kere sol tıkladım.
Doğu’nun bu talimatı sinirimi bozdu ve günlüğü bu sefer kaldığım yerin daha gerisinden bir sayfa açarak okumaya devam ettim:
2 Aralık 2013
“Merhaba Güncem!
Bir senedir sayfalar karaladım durdum. Bak, kaç sayfa koparmışım senden. Ben kendisini aşamamış birisiyim. Rezalet özellikleri olan ve şu çok başarılıların olduğu hayatta olabilecek en başarısız insanlardanım.
Günce!
Ben fakirim. Ben aptalım. Ve ben şanssızım. Bil ki hayatımda her şey tepe taklak; ama kendime yalan söyledim ve dedim ki: “Her şey yolunda!” Şu basit sınavı bile halledemedim.” Hem de bir senede dört kere girdiğim şu aptalların bile kolaylıkla geçtikleri o düzeysiz sınavı…
Günce!
Dora adında bir kadınla tanıştım, onu istedim. Çok hem de… Ama bu halimle artık onu isteyemem.
Günce, kendimden nefret ediyorum. Tiksiniyorum; çünkü böylesine düşük bir zekâyla yaşamak çok zor. Aptalın tekiyim ben. Griziekalıyım”
Kendi kendime güldüm. “Geri zekâlı” bile yazamamıştı Doğu, “Belli ki bunları yazarken oldukça dibi boylamıştı. Üniversite yıllarından bahsediyor.” diye düşündüm. Dora’yla son senesinde tanışmıştı. Yazdıklarını pek önemsemedim, genellikle halet-i ruhiyesi böyleydi Doğu’nun. “Okulda öğretildiği zannedilenlerin bir işe yaradığı görülmemiştir, bunlardan sınanmış olduktan sonra o sınavların neticesi bir insanı zeki ya da aptal yapmaz. Bu sınavların neticesi bir insanı daha kaliteli bir köle ya da en âlâsından bir asi yapar.” derdi. Buna katılmam mümkün değildi haliyle.
Güncenin bana ayrılan sayfasını okumaya kaldığım yerden devam ettim:
“Denize iyice yaklaştık. Ay denize doğru alçalmıştı ve hafifçe pembeleşmişti. Yakamozun aydınlattığı ışık yolunda bir yunus balığı sakince su üstüne çıkmış ve nefes almıştı. Deniz sakindi. Denizin uzandığı dağlar alabildiğine karanlıktı. Bazen bir otomobilin ışığı dağın yamacındaki yolda görülüyor, saniyeler içinde kayboluyordu. Bu ıssız gecede vanilya kokulu sevgilim kollarımın arasındaydı. Saçlarını okşadım, sonra yüzünü…
– Yıldızlara bak Dora! Hepsi senin için biliyor musun? Hepsi senin için orada. Bütün bu görsel şölen, bütün bu galaksi senin için hazırlandı. Ne kadar şahane, değil mi? Senin için süslendi bu gece, bütün bu yaratılış…
– Evet, Doğu gerçekten çok güzel bir gece -alay ediyordu-. Geçen sene de böyle bir gece yaşamıştık, hep aynı yere geliriz ve burada sıklıkla gökyüzünü seyrederiz seninle. Sonra evlerimize geri döneriz. Bazen bana mektup yazarsın. Bazı harfleri hep eksik yazarsın, çok sık mektup yazıyorsun bana. Bütün mektuplarına cevap vermem çok zor oluyor. Biliyorsun ki ben harf hataları yapmaktan hiç hoşlanmam, o yüzden üstün körü yazdığın şu mektuplarına cevap vermem güç oluyor. Ayrıca cümlelerini de bir türlü tamamlayamıyorsun. Üç nokta kullanınca çok mu duygusal oluyorsun anlamıyorum. Duygusal olunca daha mı özel hissediyorsun kendini? Bir de Doğu, neden her zaman geceleri buluşuyoruz biz?
Bu sefer alaycı olan bendim:
– Çünkü ben bir vampirim.
Gülmeye başladım.
– Pek komik değil açıkçası. Ben artık bundan keyif almamaya başladım. Bu sahili görmek de istemiyorum açıkçası; çünkü sıkılıyorum. Koskoca gezegende bulduğun ve çok özel olduğunu hissettiğin bu sahile saplanıp kalmış olman beni düşündürüyor artık.
– Ama niçin? Bütün bir gezegenin her noktası işgal edilmişken, kendini ait hissettiğin bir yerde bulunmak kötü bir şey midir?
– Niçin işgal edildiğini düşünüyorsun? İşgal falan yok, bunları sen uyduruyorsun. Her yere gidebilirsin, özgürsün, kendini kapattığın kafesinden uzaklaşmak istemiyorsun; çünkü…
– Evet, çünkü?
– Böyle söylemek seni incitecek biraz; ama söylememem de sana haksızlık olur. Çünkü korkuyorsun. Beni sinirlendiriyorsun, sinirli olduğum zamanları biliyorsun ve bunu kasıtlı yaptığını düşünüyorum. Beni sinirlendirmek için böyle cümleler kuruyorsun. Nesin sen? Korkak! Sadece bir korkaksın! Burada, bu rıhtımda kaybolmuşsun. İşin tuhaf yanı şu ki: bu rıhtım da kayıp.
Evet, delicesine korkuyordum. Bu kayıp rıhtımda şu gecenin sabahını beklerken ben burada, elini tuttuğum sevgilinin çekip gitmesinden korkuyordum. Bir daha gözlerine bakamamaktan, sesini duyamamaktan, elimden onu almalarından korkuyordum. Bu rıhtımda kaybolup gitmek… Hiçbir zaman gelmeyecek bu gemileri beklerken gözyaşlarımın denize dökülmesinden korkuyorum. Tamamlayamadığım, boğazıma düğümlenen cümlelerden, tamamlanamayacak hayatlarımızın bir başka öyküyü geriye bırakmasından korkuyordum. Her geçen gün şiddetlenen kalp ağrılarımdan ve artık gerçeği bütünüyle kabul etmek istemeyeceğim için kendimi bu sahile demirledim. Gemim, defalarca kez bordolanmıştı; ancak ben bir savaş gemisi değildim. Sadece bir balıkçı gemisiydim. Tuttuğum balıkların ise hepsini denize atmıştım. O yüzden zayıfladım, bacaklarım, kollarım bir dal gibi kaldı.
– Dora, devam etmeni istiyorum sözlerine. Lütfen! Bunu benim için yap.
– On dört ay oluyor Doğu, on dört aydır anladım ki senin kendinde aşamadığın çokça problemin var. Bazen sana geliyorum ya hani, evin bitap durumda. Niçin kendine biraz daha güvenmiyorsun? Neden olanla yetiniyorsun? Niçin daha fazlasını istemiyorsun? Bunlar senin de hakkın değil mi? Senin de yaşamaya hakkın yok mu?
– Ancak ben yaşıyorum. Baksana şu gökyüzündeki yıldızlara!
– Başlatma şimdi yıldızına! Oradalar işte! Hep varlar, hiçbir anlamı yok. Hep de olacaklar.
– Ama biz olmayacağız.
– Evet, olmayacağımız için bir anlamı yok. Git ve karış hayata. Kurtul kendinden, saplantılarından.
Elini bırakıp kumlara uzandım ve gökyüzünü seyretmeye başladım. Çıplak gözle tek bir gezegen gibi gözüken Sirius orada ışıl ışıl parlıyordu. Hâlbuki içinde tüm gizemini korumaya devam ediyordu. Kafamı yana çevirdim ve ilerideki denizci fenerine baktım. Karanlıklar içine gömülmüştü. Bazı zamanlar lodos denizi çalkalarken rıhtıma gelip fenerin yanına giderdim. Fenerin ışığı yanınca anlıyordum ki fener, yükselen dalgalarla savrulan gemilere “Merhaba sevgili dostum! Korkma, ben buradayım!” diye selam veriyordu. Gemideki denizciler de şapkalarını ellerine alıp fenere sallıyorlardı umutla. Aralarında böyle bir dostluk, bir bağ oluşmuştu denizcilerle fenerin.
– Bir de çocuk gibisin sen. Bazen içine kapanıyorsun. On gün konuşmadığımız günler oluyor. Biliyorsun değil mi bir başkası olsa bir daha asla seninle konuşmazdı. Seninle defalarca bunun üzerine konuşmuştuk. Defalarca uyarmıştım. Eğer bir daha böyle bir şey olursa her şey biter demiştim.
– Özür dilerim Dora, papatya… Seni incittiğimi biliyorum; ancak bütün bu suskunluklarımın sebebi sen değildin. Anlatmaya çalışsam da ifade edemiyorum.
– Ben ifade ettim daha demin. Senin tüm suskunluğunun nedeni çaresizliğin; çünkü bir kadını zapt edemeyeceğini düşünüyorsun. “Bir kadın ne ister hayatında?” peki, hiç düşündün mü bunu?
– Evet, düşündüm.
– Ne ister söyle öyleyse?
– Aşk tabi ki…
– Ah Doğu, sen hâlâ kuşlar mı bulutlar mı karar veremiyorsun. Kuşları tanrı zannediyorsun bu komedyanın içinde. Her şey senin için basitleşmiş, kendi dünyanı yaratmışsın. Sonsuzluğa inanıyorsun; ama gerçekler öyle acı ki, hiç de senin düşlediğin gibi değil. Sahalin[1] burası. Kurtul buradan artık.
Güncenin bir sayfasında Sahalin’den bahsetmiştim. Dora, yoksa günceyi mi okumuştu? Sırf o okusun diye ortalık yerde bırakırdım siyah kaplı defterimi.
– Kurtulmak, kendimizden değil mi Dora?
– Sadece kendinden kurtul Doğu.
– Yürümek ister misin biraz? Derenin oraya gidelim hadi.
Denize birleşen derenin yatağında bir kamelya vardı. Ahşabı yağmurdan iyice aşınmıştı, çatısı altıgen şeklindeydi. Her köşeye uzunlamasına yer alan banklar yere sabitlenmişti. Dereye bakan taraftaki bank sağlamdı; ancak bu bankın sağındaki haricindeki diğer bankların tahtaları eksikti ya da kırıktı. Bankta oturup derenin sesini dinledik. Gece kuşları üzerimizden geçti.
– Sanırım bunlar martılar. Baksana, kuzeye doğru mu uçuyorlar dersin?
– Hangi yöne gittiklerini umursamıyorum Doğu.
– Olsun, ne yapalım! Burada ilk kez sana seni sevdiğimi itiraf etmiştim, hatırlıyor musun?
– Evet, bunu yapabilmen dört ayını almıştı ve hep beni buraya getirip martılardan, sincaplardan, çöplükte yaşayan bir ihtiyardan, fakir mahallede yaşayan Ömer adında bir çocuk ve kedisinden bahsetmiştin.
– Hatırlıyorsun bunları.
Gülümsemiştim.
– Ne yazık ki hatırlıyorum; çünkü aynı şeyleri defalarca kez anlatmıştın.
Gülümsemeye devam ediyordum.
– Neden bu gece sürekli sırıtıyorsun? Fark etmedim değil, bu gece çok başkasın. Normalde böyle konuşsam çoktan içine kapanırdın. Dünya’ya küserdin.
– Ben Dünya’ya küsmem ki Dora, belki insanlara ama… İçimdeki sadece deniz ürpertisi… Yakamoz olmasaydı eğer…
Sözümü kesti ve şöyle dedi:
– Deniz ürpertisi mi? Ne manasız bunlar Doğu! Melankoli bizi tüketiyor. Bana küsüyorsun her seferinde. On gün konuşmadığın zamanlar oluyor, “Biz birbirimizi tamamlayamıyoruz bir türlü” bana bunu hissettiriyorsun.
Dora içine kapanmıştı. Kaşlarını çattı ve sustu. O, susup akıntıyı seyrederken ben de onu seyrediyordum. Kahverengi gözlerini ilk gördüğümde olduğum yerde kalakalmıştım. Saçları omuzlarına kadardı ve kestane rengiydi, dümdüz bir tutam saç teli sanki susamış gibi olan dudaklarına doğru uzanmıştı, ancak bu dudaklarının kuru olduğu anlamına gelmiyor, daha çok “ıslaktı” demek doğru olur dudakları için, ıslak olmasına rağmen susamış gibi yani… Gözleri kocamandı. İncecikti vücudu… O gün, yeşil pileli bir etek giymişti, üstünde ise beyaz bir gömlek vardı, gömlek ince bedenini ve kollarını sarıyordu. Kahverengi çizmeleri oldukça eskiydi, çizmenin bağcıkları z şeklinde en üste kadar sıkıca bağlıydı.
Bir balerindi Dora. Parmakları inceydi ve elleri, ellerimin yarısı kadardı. Onu ilk kez gördüğümde sevgili dostum, seninle beraber okulun kafeteryasındaydık. Sen, beni sarsmıştın “Ne oldu? Niye öyle donup kaldın?” diye. Benim ise kalbim durmak üzereydi. Nefes alamıyordum. Nasıl konuşabilirdim seninle? Nasıl ifade edebilirdim hislerimi? Edemedim de zaten. Durup orada benimle dalga geçmeye başlamıştın baktığım yeri fark ettiğinde. Hatta geri geri gidip masaya çarpmıştın gülerken. Sen, karnını tutup bana gülerken Dora seni görmüştü ve senin neye güldüğünü anlamadan senin gülüşüne gülmeye başlamıştı.
Biraz da güncemde senden bahsedeyim Mete. Sen, şahane gülen bir adamsın her şeyden önce. Düzgün kesim saçların ve her zaman modaya uygun kıyafetlerin tüm insanların ilgisini çeker. Saçlarını taramasan, üstüne ne bulup giysen dikkat çekersin. Ayrıca zengin olmana rağmen bonkör birisin. Senin sayende zenginlerin pinti olduğu fikrinden uzağım artık.
Seninle buluştuğumuz zamanlarda hesabı hep sen öderdin. Keşke bazen benim ödememe müsaade etseydin sevgili dostum. Paranın lafı olmaz; ama bu benim kendime olan güvenimi her zaman altüst etmişti. Kalabalık olduğumuz arkadaş sohbetlerinde bile bütün masanın hesabını sen ödüyordun. Garsona da iyice bahşiş bırakırdın. Bu senin çevrendeki insanları sana hayran bırakıyor sevgili dostum. Bir yıldız gibi parlıyorsun onların zihinlerinde.
Derdini anlatmazsın, genelde beni dinlersin yalnız kaldığımız zamanlarda. Aslında bunu anlayamıyorum ben, niçin benim gibi birisiyle bu kadar yakın arkadaş oldun? İnsanlar, kendilerinde bir parça gördüğü insanları yakınında tutar; sen ve ben ise hiç benzemiyoruz. Yoksa benziyor muyuz? Yoksa senin ve benim bütün bu farklılığımıza rağmen ortak hislerimiz mi var? Ortak bir nokta? Yoksa herkesten sakladığın karanlık bir dünyan mı var senin de? Fakat sen gülüyorken, bütün bu görkemi ve lüksü omuzlarında sırmalarla taşıyorken, evinin rutubet kokusu elbiselerine sinmiş benim gibi birisi çaresizliğini daha da fark etmez mi? Umut dolu birisi için bunun tam tersi biliyorum; ama ya umutsuzlar? Umutsuzlara bu Dünya’da yer yok mu? Yaşamaya hakları yok mu dersin Mete?
Neyse kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum:
Dora, hafifçe başını öne eğdi. “Biraz yürüyelim mi?” diye sordum. Önünden yürüyordum. İkimiz de sessizdik. Böyle on bilemedin yirmi dakika kadar yürüdük.
– Buradan sonrasını bilmiyorum ben Doğu. İstersen geri dönelim.
– Ben biliyorum sevgilim. Biliyorsun buraya gelirim. İlerideki çamlığın orada bir çınar ağacı var, orada bir ağaç ev var. Görmeni istiyorum. Az bir mesafe kaldı.
İstemsizce beni takip etmeye devam etti.
Derenin bitimindeki sazlığın önüne geldiğimizde olduğum yerde durdum:
– Şimdi senden bir şey istiyorum. Gözlerini kapat ve on adım say.
– Bunu neden yapayım?
– Onuncu adımda kendimle ilgili her şeyi değiştireceğime yemin edeceğim ve değişecek. On adım sonra Dora. Bu karanlık rıhtımdan kurtulacağım. Senin on adımında. Senin… Sadece senin…
– Doğu, bütün oyunların gibi bu karanlık dünyan da saçmalıklarla dolu. Bir şeyin değişmesi için benim attığım adımlara ihtiyacın yok. Değişmek için kendi atacağın adımlara ihtiyacın var.
– Bizim adımlarımıza…
– Anlatsam, dil döksem nafile! Madem bu kadar saplantılısın, peki… Ancak bu gece son olacak Doğu. Artık yoruldum! Ben, yokum. Bu on adım benim ve senin için son on adım olacak. Kabul ediyor musun?
– Eğer bu son olacak dediysen eğer sevgilim, zaten sonu gelmiştir. Bu on adımı atsan da atmasan da ne değişir? Gözlerinde ben kalmamışım. Sen çoktan çok uzaklara gitmişsin.
Gözlerini benden kaçırdı ardından gözlerini kapattı. Adımlarını saymaya başladı. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on ve durdu. Bacağı dizine kadar balçığa gömüldü.”
Mete, şimdi lütfen listedeki diğer şarkıyı aç. “Mozart – Lacrimosa”
“- Ne oluyor! Ne oluyor!
– Batıyorsun sevgilim.
– Doğu! Ne oluyor? Adım atamıyorum. Kımıldayamıyorum. Yardım et, çıkar beni buradan!
Diye bağırmaya başladı Dora. Sesi titriyordu.
– Belki biraz da olsun beni anlıyorsun şu anda papatya. Kıpırdayamıyorsun, bir bataklığın içindesin. Ne yapsan çaresiz. Karşında duran zavallı bana sesleniyorsun, yardım istiyorsun düşkün olan benden hem de. Sesini duyurmaya çalışıyorsun. Tam karşımdasın, sevdiğim kişi bataklığın içine gömülüyor ve ben onun sesini duyuyorum, ancak duyduğum bu sesleri anlayamıyorum. Çırpınıyorsun, can çekişiyorsun, kalbin duracak gibi çarpıyor ve burada benden başka hiç kimse yok. Burada benden başka hiç kimse sana yardım edemez. Sana benden başkası yardım edemez.
– Ne olur Doğu. Tamam, sevgilim! Seni seviyorum. Anladım seni. Yemin ediyorum sana sarılacağım, seni ölene kadar terk etmeyeceğim. Yeter ki beni bu lanet olasıca yerden çıkar, yalvarıyorum.
– Seni duyamaz mıyım? Kulağımı sağır edecek kadar çığlık atsan da sözlerini anlayamaz mıyım? Duyamam. Çırpınırsın bataklığın içinde. Seni sevmek yanlıştı Dora, bana gelmek yanlıştı, çok yanlıştı… Bunu anlamıştın sen de, ilk ay anlamıştın bunu. Yalnızdın. Şehre yeni gelmiştin. Kimseyi tanımıyordun. Yalnızlıktan korkar insan, yalnızlığı sevmez. Rıhtımdan korkar, dalgalardan korkar, lodostan, fırtınadan korkar, derin gecenin içinde bir bataklığa saplanmaktan korkar sevgilim. Bu yüzden kendisine güneşli limanlar arar, ışıklı geceler ister, paranın aydınlattığı restoranların ışıklarıyla balık kokusu alkol kokusuyla birleşir, taş kalpli patronların metreslerinin yüzleri güler, onların çocuklarının oyuncağı olur güzel yüzlü kadınlar. Bütün aşk oyunlarını onlar oynar, sonra sıkılırlar bu sıradanlaşmış oyundan. Masadan kalkarlar, bu kadınlar güzelliklerini yitirince terk edilmiş limanın ilerisindeki bataklığa saplanırlar. Onların sesini kimse duymaz Dora. Ben her gece bu limanda, bu bataklıktayım. Binlercesinin çığlığı kulaklarımda…
– Çıkar beni buradan yalvarırım. Çıkar! Yalvarıyorum çıkar Doğu! Sen böyle biri değilsin! Sen bu dünyanın en saf yürekli insanısın. Bu yüzden seni sevdim ben. Bu yüzden sevgilim!
– Beni sevdiğini ilk kez söyledin bu gece. İlk kez bana sevgilim dedin. Ah hayat! Ne kadar özelsin! Seni yaşamak için söylememeye yemin ettiğimiz sözleri söyleyebiliyoruz, inanmayanları bile aşka inandırıyorsun sen.
– Hayır! Ben seni hep sevdim! Hep sevdim!
– Dora… Beni sevmedin. Beni hiçbir zaman sevmedin sen sevgilim. Belki bir başkasını… Bilmiyorum mu sanıyorsun? Mete’yle buluştuğunuz zamanlardan haberim yok mu sanıyorsun? O güncenin içindekiler bir aptala aitti; ancak benim gibi aptalların haricindeki diğer aptalların hâkim olduğu bu Dünya’da beni sıradanlaştıran sizdiniz. Benim elimi tutarken onu seyrediyordun. Benimle sevişiyorken onunla seviştiğin anları düşlüyordun. Ancak öyle çaresizdiniz ki ikiniz, bunu bana nasıl açıklayabilirdiniz, değil mi? Hayatın hiç olduğu o sevimsiz yerde, bataklığın ortasında beni yapayalnız bırakıp sırtınızı dönüp gitmiştiniz. Şu gecede, sahilde, elini tuttuğum her anda, dünden bugüne, asla ve hiçbir zaman kalbinde olmadım sevgilim. Sana söyledim, bu gece sonsuz bir gece olacak diye. Bir daha gün doğmayacak. Bu gece ay pembeden kırmızıya dönüşecek. Bu gece işte benim bu kaybolmuş rıhtımımın bataklığına, Dünya’nın içine çekilip ortadan yok olacaksın. Bu aşk üçgeninde sen gecenin sonsuzluğunun bir parçası olacaksın.
Omuzlarına kadar bataklığa gömüldü Dora. Artık ellerini yüzüne götüremiyordu. Sadece hıçkırık sesleri işitiliyordu. Sonra… Sonra ne mi oldu Mete? Arkamı döndüm ve çekip gittim. Gittim Mete! Öylece onu bırakıp gittim.”
Güncenin sonuna gelmiştim. Evin içi bir anda soğumuştu ve bütün bedenim bir buz kütlesine dönüşmüş gibiydi. Titremeye başladım. Oturduğum yerden doğrulamıyordum. Lacrimosa tekrar tekrar çalıyordu; şarkı ayak parmak uçlarımda başlayıp saç tellerime kadar buz tutmuş bedenimi sarıyordu, kıpırdatamadığım aciz bedenimin her hücresini teker teker öldürüyordu. Düşünmeye başladım. Dora, yoktu artık. İçinde bulunduğum bu ev bir katilin eviydi. Bir katilin odasında onun bana yazdıklarını okuyordum. Güçlükle yerimden doğruldum. Mektupların ikisini de yırttım. Günlüğü elime aldım ve kalan satırları okumaya devam ettim:
“Mete, biliyorum. Şaşkınlık içindesin. Nerede olduğumu bilmiyorsun. Güncenin sonuna geldin. Bunca oyuna ne gerek vardı, değil mi? Evet, bunca oyuna ne gerek vardı? Neden oynadınız bu oyunu? Oyunlara karşı oyunlar Mete… Sizin sevdiğiniz de bu değil mi zaten? Bu oyunda herkes mi kaybetti? Sen, ben ve Dora… Emin misin Mete? Emin misin dostum? İkiniz de asla unutmayın, olur mu? Hepimiz aynı bataklığın içindeydik; fakat sadece ben kaybettim. Sana da elveda! Elveda!”
Kapının zili çaldı. Başım dönüyordu. Duvara tutuna tutuna kapıya ulaştım. Kapıyı açtığımda Dora karşımdaydı, boğazına kadar balçıkla kaplıydı. Yorgundu, üzgündü, çaresizdi… Bir de şaşkınlık eklenmişti bu perişan haline o an. Bana doğru bir adım attı, bense kapıyı yavaşça yüzüne kapattım.
[1] Romanov Hanedanlığı sırasında sürgün ve kürek cezasına çarptırılanların gönderildiği ada. Adada cezaya çarptırılanlardan oluşan bir koloni vardır adeta.-
- Kumdan Kaleler - 1 Mayıs 2020
- Son Oda - 1 Nisan 2020
- Zamanın Kumları - 1 Şubat 2020
- Başı Sonu Yok - 1 Ocak 2020
- Hisler, Anılar, Acılar - 1 Aralık 2019
Cüneyt öykü ne kadar güzel olmuş! Aslında öyküyü okuyup bitirdiğim andaki sesli tepkim bu oldu. ‘Bu öykü ne kadar güzel olmuş.’ dedim kendi kendime. İçinde mektup ve günce geçen öyküleri özellikle seviyorum. Sen de burada mektuplarla, günceyle ve güzel düşünülmüş bir oyunla okuyucuya çok keyifli bir öykü vermişsin. Kelimelerin hissi içime çok güzel aktı. Şu cümleyi ise özellikle beğendim: Bu masum halimin gardiyanı mı olmalı? Masum hallerimize gardiyanlık yapanlardan hiç hoşlanmadığım için bu soruyu çok yerinde ve çok estetik buldum. Ayrıca gardiyan kelimesinin yetenekli bir yazarın elinde romantik bir cümleye girdiğinde ne kadar hassaslaşabileceğini hatta naifleşebileceğini de görmüş oldum. Hep yaz Cüneyt. Bu kalem her geçen gün daha da güzelleşiyor çünkü. Selamlar, sevgiler.
Deniz Ürpertisi Gönderisinden tartışılmaya devam ediliyor:
Deniz Ürpertisi öyküsünde,
sonunda gerçekleri acı bir biçimde öğrenen sevgilinin onu çok seven aşkına artık başka hırsları için dönmeyeceği,onu çok seven erkeğin ise bunu görerek “O” onuncu adımla onu hayatın bataklığına bırakıp evine dönüşü,ve kızın ona geri dönüşüne ise artık kapılarını kapattığı çok ince hicvedilerek anlatılmış,ders niteliğinde bir öykü.Giriş fantastik,mektup (anlam olarak düşünüldüğünde)çok güzel,sonuç ise maalesef günümüzün genç aşıklarının ibret olacak aşk sandıkları beğenilerinin sonunda ızdırap verici hazin durumları,Oysaki sevginin gücü ve gerçek aşkı arayanların dikkat etmeleri gerekenler Hikaye yazarımız Cüneyt Özkurt tarafından bence mükemmel bir öykü ile sunulmuş.Kendi adıma çok eğitici buldum,Diyorum ki Cüneyt devam…
Her şeyden öteye burada sizlerin bir kelimesi benim için hazinedir. Rıhtımımızda, öykülerimiz bizim… ve yaşadığımız anlardan sonraya iletilecek. Bizim var olduğumuz, kalp sızıları rehberimizin sayfalarında kendilerini hissedecekler. İşte o zaman biz, o limanda hep beraber oturup engin denizi seyredeceğiz.
Teşekkürler Mervecim!
Kendimi tek başıma bir tiyatro salonunda otururken buldum. Kapının açılırken çıkardığı tıkırtıyı, ormandaki ağaçların hışırtısını bir tek ben duydum, balçığın rengini yalnız ben gördüm. Çok etkilendim, senin karanlık tarafını görmeyi daha çok sevdim. Ellerine sağlık. Yolun açık olsun Cüneyt.
“Deniz Ürpertisi”'nin perdesi kapanır. Beklemeye devam ederiz… Ardından “Bataklık ve Değirmen” sahnelenir. Burada yazarların kurgusu yükselir. Frida’nın kalp acısı gözlerimizi eritir. Artık renkleri göremeyiz. Hayal ederiz… Çok teşekkür ediyorum… sizler harikasınız dostlarım.