Karanlık.
Her yer zifiri karanlık.
Fakat korkmuyorum. Hatta huzurlu olduğum bile söylenebilir.
Ne kadar zamandır bu şekilde yattığımı bilmiyorum. Belki birkaç gün, belki birkaç hafta, belki de sadece birkaç saat. Açıkçası çok da umurumda sayılmaz. Zaman zaman grup halinde dolaşan köpeklerin seslerini duyuyorum sadece, bazen de seslerini tanımadığım insanların uzaktan ağlamalarını. Zamanın aktığına dair elimdeki tek kanıtlar da bunlar zaten. Acıkmadım, susamadım ve ne olup bittiğine dair bir fikrim de yok. Tek bildiğim sadece bu şekilde uzanmak istediğim.
Ta ki onun sesini duyana kadar…
Evet, bu onun sesi, biricik aşkımın, bir tanemin, her şeyimin sesi. Bana geri dönmüş!
Fakat o ses ağlıyor?
Ateşte nar gibi kızarmış oklar saplanıyor yüreğime, ıstırabım tarifsiz. Fakat ağlarken bile sesinde şiir zarafeti var, hıçkırıkları kulaklara çalınabilecek en eşsiz şarkı kadar güzel. Hangi tarifsiz hastalık, hangi dillere alınmayan dertler bu sesin güzelliği karşısında derman bulmaz sorarım size? Bu cennet bülbülünün aşk sözcükleri fısıldadığını hayal edin bir de kulağınıza. Ben şanslı bir adamım. Çünkü benim şanslı kulaklarıma fısıldadı o sözleri bu eşsiz tatlılıktaki sesin sahibi. Çöl gibi kurak cildimi yeniden yeşertti o dudakların sahibi ıslak öpücükleriyle. Bu yüzden dayanamıyorum acı çekmesine, ağlamasına. Kalbim kestane gibi yanıp çatlıyor o üzgün seste adımı duyunca.
Kendimi kaybetmiş biçimde çırpınıyorum, o ağladıkça huzur haram bana. Belki de ilk kez böylesi bir dehşete kapılıyorum. Acilen yanında olmam, acısına merhem olmam, ıstırap dolu gözyaşlarını dindirmem gerek. Ellerim ne olduğunu bilmediğim tahta bir duvar ya da kapağa çarpıyor aceleyle yukarı kaldırınca. İşte o an bir bebek gibi sarmalandığımı fark ediyorum bezlerle. Bir şekilde kollarımı kurtarıp her iki yanımı yokluyorum, onlar da aynı şekilde tahtayla kapalı. Fakat kollarımda derman kalmamış sanki, yüreğim kadar ağır olmasa bile yerinden oynamıyor meret. Fakat o ağlamaklı, o hüzünlü, o beis dolu sesini duydukça daha da deliriyorum. Aklımı yitireceğim! Böylesi bir işkenceyi hak etmiş olmak için ne yapmış olabilirim? Var gücümle yanında olabilmek yukarı ittiriyorum ellerimi. Üzerimdeki her ne ise yılmayan irademe karşı koyamayıp sonunda çatırdıyor. Önce o çatırdıyor, sonra da parmaklarım, ellerim ve bileklerim. Fakat canım yanmıyor, o ağlarken benim birkaç kemiğim kırılmış ne önemi var?
Bir kapak olduğunu varsaydığım şeyi nihayet kenara ittirince kurumuş toprak dökülüyor her tarafıma. Ağzıma, burnuma, kulaklarıma giriyor. Ardından da ne kadar süredir hasret olduğumu bile bilmediğim güneş ışığı doluyor gözlerime. Gözlerimi kapatmak istiyorum içgüdüsel olarak fakat göz kapaklarım yok sanki! Gözlerime dolan parlak ışığa aldırmadan yattığım yerden doğruluyorum acele ile. Aniden kesilen sese doğru kafamı çevirince de onu nihayet görüyorum. Güneşin yakamadığı gözlerimi o gözleri şişmiş ve kızarmış haldeki bile güzelliğinin kor ışığı haşlıyor adeta, utan kendinden ey güneş! Ey şairler, bu güzellik karşısında mısralar dökülmezse kaleminizden ne işe yararsınız sorarım size?
Fakat ne gariptir ki o beni görünce dehşete kapılıp narin poposunun üzerine kapaklanıyor. Çığlıklar atıyor oturduğu yerden, tarifsiz bir korkuya dönüyor bir anda ıstırabı. Yüce tanrım, sen ne eşsiz bir heykeltıraşsın, benim aşkımı elmaslardan, zümrütlerden, yakutlardan mı yaptın? Haykırırken bile öylesine güzel ki! O yakuttan kırmızı saçları, elmastan berrak teni, zümrütten yeşil gözleri… Lakin o benden kaçmak istiyor sanki beni hiç tanımamış, hiç görmemiş gibi, hiç bilmemiş gibi. Kaçmasın diye o pek tatlı ayak bileğinden yakalıyorum bir çırpıda. “Beni tanımadın mı? Ben senin aşkınım. Alev alev şöminemizin başında daha da sıcak aşkımızı paylaşan adamım bir kadeh şarabın serinliğinde“ demek istiyorum yüzüne bakarak, fakat boğazımdan çıkan tek ses “AAAEEEÖÖÖÖÖ!” oluyor iğrenç bir hırıltı şeklinde. Can çekişen bir adamınkinden farksız sesim nedense.
Sesimi duyunca tamamen aklını kaybediyor birtanem. Çırpınıyor, haykırıyor, bağırıyor, yardım dileniyor. İnanamıyorum bu şahit olduklarıma. Beni nasıl tanımaz? Onu böyle gördükçe içim daha da parçalanıyor, onun çektiği acı bana zulmediyor resmen. Gözyaşlarında ben boğulup öleceğim neredeyse. Kendimi yavaşça üzerine çekerken diğer elimle o kan kırmızı saçlarını okşamak, sakinleştirmek istiyorum onu. Lakin saçlarını okşamak için önce parmaklarımın olması gerekir. Zira elimdeki bu çürümüş et parçaları ve kemiklere parmak demeye bin şahit ister. Üstelik kokuyorum da. Hem de leş gibi kokuyorum. Burnumun direği kırılıyor resmen üzerime sinen leş kokusu yüzünden. Gayrı ihtiyari elimle burnumu yoklayınca farkediyorum, gerçekten de kırılmış burnumun direği. Neler olmuş bana böyle?
O mümkün olsa kadeh kadeh içeceğim gözyaşlarını saklamak için taktığı güneş gözlüğündeki yansımamda görüyorum acı gerçeği. Cesedim ben! Acı ve gerçek! Uyandığımda etrafımdaki tahtalar tabutum, direksiz burnuma giren topraklar mezar toprağım, içinde bulunduğum çukur ise mezar çukurummuş meğerse. Üstelik çürümüşüm. Cildim çürümüş, kemiklerim kırılmış, sağlam kalanlar ise etimi yarıp dışarı fırlamış. Yüzüm ise korkunç bir halde! Burun kemiğim parçalanmış, yanak çukurlarım çökmüş ve bir gözümün olması gereken yerde de kurtlar var! Fakat söyleyin bana, bunların ne önemi var? Hani söz vermiştik? Hani iyi ve kötü günde, yaşamda ve ölümde sevecektik birbirimizi? Hani ne olursa olsun sonsuza kadar birlikte olacaktık? Öyleseyse şimdi beni neden istemiyor? Hem de ben onu deliler gibi severken?
Ben sesli düşünüp, kaderime isyan edip, istemsiz hırıltılar çıkartırken bir anda oturduğu yerden kafama bir tekme atıp, kibrit kadar kalan boynumdan koparıyor kafamı. Ah aşk söyle bana, ben sana ne yaptım? İstese ayağının altını öpmeye razıydım, tekme atmasına ne hacet? Yuvarlanıp gidiyorum kalbime atılan o tekme ile. Gene de kalbimle düşünmek istiyorum ama kalbim vücudumda kaldı. Yuvarlandığım yerden dehşet içinde kaçısını, herşeyimin sonsuza kadar benden uzaklaşmasını izliyorum çaresizce. Gitme demek istiyorum arkasından ama nafile. Neden, söyleyin neden? Beni hiç mi sevmemişti gerçekten?
Kısa süre sonra kopan kafamı geceleri havlayışlarını duyduğum bir kara köpek kapıyor. Kaderin benimle olan eğlencesi de bitmemiş olacak ki tekrar kendi mezar taşımın altına taşıyor beni ağzında. Sonra da kafamdan kalan etleri kemirmeye başlıyor çömeldiği yerden. Benim başım bana yeterken bir sen eksiktin zaten. Kendi mezar taşımın altında gözlerimi kemiren kurtlar ve başımın etini yiyen köpek –ve onun iğrenç nefesiyle- başbaşa kalıyorum.
“Ben ölmüşüm de haberim yok” diyorum içimden batan güneşi izlerken.
Ben ölmüşüm de haberim yok…
…
Genç kadın eski sevgilisinin mezarına yaklaştı. Beyaz teni solgun, kızıl saçları koyu renkli eşarbından yer yer çıkmış ve daha koyu renkli bir güneş gözlüğünün örtmeye çalıştığı yeşil gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Şu an burada olduğuna inanmakta da güçlük çekiyordu. Zaten gelecek gücü kendinde bulması için haftalar geçmesi gerekmişti.
Ölümünden kısa bir sonra önce kavga etmiş ve ayrılmışlardı. Bir süre ayrı kalmanın ikisi için de daha iyi olacağını belirtmişti genç kadın. Genç adam ise karşı çıkmış, yalvarmış, göz yaşı dökmüştü onsuz yaşayamacağına dair. Zira gerçekten de öyle olmuştu. Ayrılıklarından üç gün sonra da beraber gün batımını izledikleri balkondan atlayarak intihar etmiş, feci şekilde de can vermişti.
Lakin suçluluk hissetmiyordu genç kadın. Böyle olmasını, hele ki ölmesini hiç istememişti. Bu düşünceler daha da şiddetli ağlamasına sebep oldu. Kendini tutmuyordu artık. Bir süre bu şekilde mezarının başında ağladı. Ne de olsa reddemeyeceği kadar güzel şeyler de yaşamışlardı. Hele ki şöminenin başında kan kırmızısı şarap içip, birbirlerinin kulaklarına aşk sözcükleri fısıldadıkları o geceyi hatırlayınca iyice kötü oldu. Hıçkırıkları mezarlığın sinir bozucu sessizliğinde yankılanmaya başladı. Fakat birden mezardaki toprağın hareket etmeye başladığını şaşkınlık içinde fark etti. Hayal görüyor olmalıydı. Böyle bir şey mümkün olamazdı. Yaşlı ve şişmiş gözlerini gözlüğünün altından silerek tekrar baktı. Fakat ne yazık ki hayal görmediğini korku içinde fark etti.
Aninden toprağın altından tabut kapağının açılıp, içinden sargılar içinde bir cesedin doğrulduğunu görünce aklını yitirecek gibi oldu. Dehşet içinde geri geri gitmeye çalışırken de dengesini kaybedip mezarın hemen yanındaki toprağa oturup kaldı. Bayılacak gibi hissediyordu kendini korkudan, vücudu taş kesilmişti.Çılgıncasına çarpan kalbi ise ağzından çıkacak gibiydi.
Genç kadının kaçmaya yeltendiğini fark etmiş olsa gerekecek, bir eliyle ayak bileğinden yakaladı çürümeye başlamış olan ceset. O iğrenç elini hissedince genç kadının vücudundan bütün kan çekildi ve yardım çığlıkları atmaya başladı. Bunun üzerine zombinin de gırtlağından iğrenç bir “AAAEEEÖÖÖÖÖ!” sesi döküldü ve elini ona doğru uzatıp kendini genç kadının üzerine çekmeye yeltendi. Onu yemek istiyor olmalıydı. Ne de olsa filmlerde ve kitaplarda zombilerin, canavarların, kurtadamların hep böyle olduğunu görmüştü.
İyice yakınlaşınca bir an olsun zombinin yüzüne bakma cesaretini gösterdi. Fakat bu eti çürümüş, kemikleri kırılıp dökülmüş, bir gözü ve burnu olmayan iğrenç mahlukat eski sevgilisi olamazdı. Bu fikirden bir an için olsun cesaret buldu ve topuklu ayakkabısıyla oturduğu yerden zombinin suratına bir tekme yapıştırdı. Artık boynunda iğreti duran kafası da darbenin etkisiyle uçtu gitti zaten.
Nihayet zombinin dehşetinden kurtulan genç kadın hızla doğruldu ve korku içinde oradan kaçmaya başladı. Zombinin iğrenç suratı gözünün önünden hiç gitmiyordu. Mezar taşında onun adı yazsa da kendisine saldıran bu korkunç şeyin eski sevgilisi olmasının mümkünatı yoktu. “Zaten beni gerçekten sevseydi bu dünyada yalnız bırakıp gitmezdi” diye içinden geçirdi genç kadın hızla uzaklaşırken.
Beni gerçekten sevseydi, bu dünyada yalnız bırakıp gitmezdi…
- Dijital Duygu - 15 Şubat 2019
- Fazla Sevgi Adamı Öldürür - 15 Aralık 2015
- Korkusuz – Bölüm II (The Man Without Fear – Part II) - 15 Mayıs 2014
- Korkusuz – Bölüm 1 (The Man Without Fear – Part I) - 15 Şubat 2014
- Beyaz Duvar - 15 Ağustos 2013