Öykü

Gece Feneri

Gece feneri sönmek üzereydi. Kervansarayın emir havayıcısı Seyid duvara bitişik yapılmış dar taş merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladı. Ateşi kontrol edecek ve akşam tekrar yakmak için hazırlayacaktı. Çöl ikliminde gündüz yolculuk yapmak mümkün olmadığından gece yola çıkılırdı ve gece fenerleri tek yol göstericilerdi. Seyid fenere çıktığında yaklaşık bir taş atımı uzaklıkta ve kervansaraya doğru gelen iki kişiyi gördü. Arkalarında iki de hayvan vardı. Kaburgaları zahmetsizce sayılabilecek zayıflıkta bir at ve belli ki çoktan tükenmiş ancak inadıyla yola devam eden bir deve. İçlerinden bir tanesinin çocuk olduğunu anlamak zor değildi. İkisi de hayvanlara binmemişti. Seyid aşağıya seslendi. Çift kapılı hanın kapılarından bir tanesi aralandı, Çocuk geride durdu ve adam öne atılıp konuşmaya başladı. Kısa bir konuşmanın ardından içeriye buyur edildiler. Hayvanlar seyisler tarafından alındı. Adam ve çocuk ise kapalı kısma doğru geçtiler. Hayvanları da kendileri de bitkin haldeydiler. Zor bir gece geçirmiş ve kalan son takatleri ile kervansaraya ulaşmayı başarmışlardı. Bunu bir bakışta anlayabilmek için âlim olmaya gerek yoktu fakat kervansarayın başı Togan Bey alim sayılabilecek bir insandı. Adamlar geldiğinden beri uzaktan ve sessizce onları izliyordu. Hava tamamen aydınlanmıştı, adam ve yanındaki çocuk onlara gösterilen yere oturmuş ve ikram edilen nohutlu yahni yemeğine kurtlar misali yamulmuştu. Adamın son lokmasını ağzına atmasıyla birlikte Togan ayağa kalkıp yanlarına gitti. Adam da kurnazdı, suyu kafasına dikerken göz ucuyla Togan Beyi izliyordu.

“Selamünaleyküm. Hoş geldiniz. Nereden gelir, nereye gidersiniz?” diye sordu Togan ve ekledi:

“Bir hayli yorgun görünüyorsunuz.”

Adam sadece müstehzi bir şekilde güldü. Çocuğa ufak bir kaş göz hareketi yaptı ve çocuk dinlenecekleri odaya doğru hızla yürüdü. Togan çocuktan boşalan yere oturdu ve sorusunu tekrarladı.

“Nereden gelir, nereye gidersiniz?”

“Sorduğun soruyu değil de asıl sormak istediğini cevaplayayım.” Dedi adam. “Zira yorgunum ve uzun lakırdıya vakit harcamak istemiyorum. Burada çok durmak niyetinde değildik. Ancak bitkin düştük.” dedi ve boynunda asılı duran dar, uzun keseyi sıkıca tuttu. “Gün batımıyla tekrar yola çıkacağız.” keseyi boynundan çıkarıp dikkatlice masaya koydu. “Girer girmez fark ettin biliyorum. Haklısın, buranın beyi sensin. İçin rahat edecekse bunu sana emanet ederim.” dedi.

Bu emanet Togan’ın handa görmek isteyeceği son şeydi. Ancak kapıya geleni geri çevirmek olmazdı. Keseyi ellemedi ve ayağa kalkıp hızlı bir el hareketi yaparak adamın onu takip etmesini istedi. Adam keseyi eline alıp Togan’ın peşine düştü. Avluyu geçip dar bir kapıdan farklı bir bölüme geçtiler. Burası konukların girmediği kısımlardandı. Eve benzer bir yere girdiler. Hayat denen orta alanın etrafında birçok kapı vardı. Odalardan birine girdiler. Odada yarıya kadar ahşap duvar kaplamaları ve üzerinde oymalar vardı. Desenler belirli aralıklarla tekrar ediyordu. Aslan kafası şeklindeki oymalardan bir tanesinin ağzına boynundan çıkardığı ince bir anahtar sokup çevirdi. Kaplamalarının arasına ustalıkla gizlenmiş olan bir kapak açıldı. Bu kapağı ve gözle fark etmek neredeyse imkânsızdı. Ancak dikkatli ve işin kurdu olmuş birinin birinin tek tek kaplamaları eliyle yoklayarak bulabileceği cinstendi. Bu durum adamın bir nebze de olsa rahatlamasını sağlamıştı. Togan eliyle adama işaret etti ve adam keseyi dolabın içine koymak için hamle yaptı. O an Togan adamı durdurdu.

“Şunu bir göster bana.” dedi.

Adam şişeyi keseden çıkarmadı sadece keseyi aşağıya doğru sıyırdı. Togan fazla yaklaşmadan baktı. Siyah bir şişeydi ve içinde sanki bir bulut hareket ediyordu. Ucu sıkıca kapatılmıştı. Mantarın üzerinde bir tılsım yazıyordu ve onun da üzeri reçine ile kaplanmıştı.

“Nasıl yakaladın bunu.” diye sordu Togan.

Adam konuşmadı. Şişeyi başına bir şey gelmeyecek şekilde yerleştirdi ve etrafına belindeki kuşağı çıkarıp sararak işi sağlama aldı. İlk sorusuna cevap alamayan Togan bu kez başka bir soru sordu.

“Ne için yakaladın peki?”

“Teslimat.” Dedi adam oldukça kısık ve geçiştiren bir ses tonuyla. “Dediğim gibi bunun ne kadar mühim olduğunu bilen bir insan olduğunun farkındayım. Şişeye bir şey olursa ortaya çıkacak musibetten sadece benim değil, senin hatta buradaki herkesin nasipleneceğini bildiğinin de farkındayım.” Geldikleri kapıdan çıkıp ağır adımlarla yürüdü. Togan nefesini besmele çekerek alıp verdi. Olan bitenden hiç memnun değildi. Bir an önce akşam olması için dua ediyordu.

Adam odaya geldiğinde çocuğun çoktan uyumuş olduğunu gördü. Bu beti benzi atmış bitkin çocuk on iki yaşında ya vardı ya yoktu. Çocuğun derin bir uykuda olması adamı sevindirdi. Çünkü akşam olduğunda yine zorlu bir yola çıkacaklardı. Bu yüzden kendisinin de dinlenmesi gerekiyordu. İçinde bulunduğu durum onun da derin bir uyku çekmesine müsaade etmiyordu ancak bünyesi tavşan uykusuyla dinlenmeye alışmıştı.

Adam uyandığında hava çoktan kararmıştı. Telaşla dışarıya çıktı ve hayvanlarına bakmak için seyisin yanına gitti. Bu sırada çocuk uyanmış ve odanın kapısının önüne çökmüş aşçının ona verdiği yiyecekleri çıkınına koymakla meşguldü. Çocuğu görenler ilk bakışta haline acıyordu; ancak biraz zaman geçince tekinsiz hisler ona bakan insanın göğsüne kaya gibi oturuyordu. Adam seyise hayvanları hazırlamasını rica ettikten sonra şişeyi almak için Togan’ı bulmaya gitti. Kısa bir süre sonra tekrar çocuğun önünden geçtiler. Çocuk ayağa kalktı. Adam eliyle oturmasını işaret etti. Bir süre sonra keseyi boynuna asmış ve göğsüne sıkıca bağlamış şekilde geri geldi ve çocukla birlikte hayvanlarına binip yola çıktılar. Togan gece fenerine çıkmış adam ve çocuğu izliyordu. Yüzünde böylesi bir musibetin içinden çıkabilmiş olmanın rahatlığı vardı. Dolunay ışığının aydınlattığı çölü seyretti. Adam ve çocuk gözden kaybolana kadar gece fenerinden inmedi.

Yola çıkalı birkaç saat olmuştu ve ortalık fazlasıyla sakindi. Bu sakinlik adamı daha da rahatsız ediyordu. Adam ve çocuk devenin üstündeydi. At, deveye bağlıydı ve takati olmamasına rağmen kaderine razı olmuşçasına yol almaya devam ediyordu. Derken deve birden durdu. At ise huysuzlanmaya başladı. Adam hemen deveden indi ve belinden bir kese çıkarttı. İçindeki beyaz tozu ivedilikle etraflarına çember yapacak şekilde dökmeye başladı. Tozu dökerken bir yandan dua ve tılsımlar fısıldıyordu. Atın kişnemeleri arttıkça adam daha yüksek sesle dua etmeye başladı. Korkudan hızlı hızlı çarpan çenesinden çıkan ses neredeyse atın kişnemesini bastıracak kadar güçlüydü. Çocuk belindeki kuşağı çözmüş gözlerine sarıyordu. Deve ise kaskatı kesilmişti ve adeta bir heykelden farksızdı. Adam çemberi tamamladığında biraz daha rahatlamıştı. Doğrulmadı ve başını kaldırmadı eliyle arka tarafı kontrol ederek geri geri yürüdü ve eli deveye değince durup yaslandı. Dolunayın ışığı adama yardımcı oluyordu ve gördüğü kadarıyla yerde altı uzun gölge vardı. Bir süre iki taraf da sessizce bekledi.

“Bir hayli yorgun görünüyorsunuz.” dedi gölgelerden biri ve devam etti.

“Nereden gelir, nereye gidersiniz?”

“Şunu bir göster bana.”

“Nasıl yakaladın bunu.”

Ses Kervansarayın başındaki adamın sesiydi ama konuşanın o olmadığını biliyordu. Çocuk da onlara bakmaması gerektiğini biliyordu. Gözlerini adamın bu durumlar için ona öğrettiği şekilde sarmıştı ve tedbirli olması gerektiğini bildiğinden sarılı olmasına rağmen sıkı sıkıya yummuştu.

“Ne için yakaladın peki?” diye bağırdı gölgelerin içinden bir ses.

Adam fısıltıyla dua etmeye devam ediyordu. Gölgelerin hamle yapmaya çalıştığını görebiliyordu ancak ilerleyemiyorlardı. Adam dua etmeyi bir an olsun bırakmadı. Bir anda gölgeler kayboldu, at sakinleşti, adam ve çocuğa gözlerini açmasını söyleyen o uğursuz fısıltılar aniden sustu. Dışarıdan şahit olan biri için göz açıp kapayıncaya kadar kısa süren bu olay adam ve çocuk için bütün gece sürmüş gibiydi. Ancak gece bitmemişti ve bitmesine çok vardı.

Dendanların ardında iki kişi nöbetteydi. Kervansaraya yaklaşan altı kişi gördüler. Deve yahut atları yoktu. İlk dikkat çeken şey ise hepsi çok uzun boyluydu. Gözcülerden biri aşağı inerek Togan’ın makamına doğru koştu. Bu sırada gelenler kapıya bir taş atımı uzaklıkta durdu ve beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra Togan yanında kervansarayın imamı ve müezzini ile birlikte kapıya geldi ve üçü birden dışarıya çıktı. İçlerinden bir tanesi birkaç adım atıp Togan’a yaklaştı.

“Aç kaldık, susuz kaldık.” dedi.

Teni kireç kadar beyaz olan bu uzun adam Togan’ı oldukça tedirgin etse de belli etmemeye çalışıyordu. Yapması gerekeni biliyordu. Çok kez duymuş, dinlemişti ancak bu kadar açık bir şekilde ilk kez karşılaşıyordu. Gelin dedi ve kapıları açtırdı. Altı adamlar arkasından içeriye girdi ve avluda durdu. İmam elini kaldırıp mescidi gösterdi.

“Abdest tazelemek isterseniz şadırvan orada ardından iç tarafa geçip oturun yemeğimiz de var suyumuz da!” dedi.

Adamlar mescide doğru hareket etmek yerine aralarında homurtu gibi sesler çıkararak konuşmaya başladılar.

“Aç kaldık, susuz kaldık” dedi başlarındaki.

Hızla iç kısma doğru ilerlediler ve oturdular. Togan içeri girmedi ve adamlarına dönüp

“Ne kadar isterlerse o kadar yemek ve su verin.” dedi.

Altı adamdı ancak atmış kişilik yiyorlardı. Kervansarayda iğrenç şapırtılar ve homurtular yankılanıyordu.

Adamla çocuk yola devam ediyorlardı ancak gece feneri kıpkırmızı yanıyordu. Adam ileride parlayan kırmızı ışığın gece feneri olmadığını biliyordu. Yolunu gökyüzüne bakarak belirlemeye çalışıyordu ancak bu oldukça zordu. Fakat ne tarafa gidiyor olurlarsa olsunlar durmaları daha tehlikeliydi. İleride parlayan kırmızı ışığın onlara doğru hızlı bir şekilde yaklaşmaya başladığını gördüler.

“Bize yaklaşıyor.” dedi adam. “Sakın ona bakma! Bir şey söyler yahut sorarsa asla cevap verme.”

Devenin heybesinden büyükçe bir taş çıkarttı ve elindeki asayı o taşla yere çakmaya başladı. O esnada onlara yaklaşan kırmızı ışık seçilmeye başlamıştı. Simsiyah saçlı uzun ince bir kadın üzerinde adeta kızıl alevden bir elbise ile onlara doğru yürüyordu. Fazlasıyla hızlıydı ve sanki uçarak ilerliyordu. Adam atla deveyi birbirine bağlayan urganı belinden çıkarttığı hançer ile kesip ucunu kuma sapladığı asaya bağladı. Tekrar deveye bindi ve atı orada bırakarak ilerlemeye başladılar. Adam bir şeyler söylese de deve asla hızlı ilerlemiyordu. Kızıl elbiseli kadın yanlarından geçerken

“Adın ne çocuk.” dedi.

Çocuk cevap vermedi ancak bir an kadının yüzüne baktı. Kadın çok güzeldi. Çocuk bakışlarını alamadı ve kafasını döndürebildiği kadar arkasına döndürdü. Artık dönemeyince doğruldu ancak biraz daha bakabilmek için bir şeyler yapmalıydı ve devenin üstünde yan dönüp tekrar kadına baktı. Adam bunu fark edebilse çocuğu mutlaka engellerdi ancak bir yandan dua ediyor diğer yandan da gözleri ile gece fenerini arıyordu. Çocuk, kadını izlemeye devam ediyordu. Kadının sırtı dönüktü ve atın yelesini örmeye başlamıştı. Kadın bir anda başını çevirdi. Çocuk, kadınla göz göze geldiği anda hançeresini yırtarcasına bir çığlık attı. Bu kez gördüğü yüz cehennem zebanileri ile dahi tarif edilemeyecek kadar çirkin bir yüzdü. Ancak çocuğun aklını alan şey çirkinlik değil bakışlarındaki o ucu bucağı olmayan kötülüktü. Adam kulaklarını patlatan bu çığlığı duyar duymaz çocuğun ağzını kapatıp başını çevirmeye çalıştı. Çocuk gözlerini ayıramıyordu. Kadın olması gerekenden daha uzun ve daha ince olan kolunu bir çırpıda atın ağzına soktu ve hayvancağızın ciğerini söküp aldı. At olduğu yere yığılırken deve nihayet hızlanmaya karar vermişti. Çocuğun çığlıkları ve hıçkırmaları eşliğinde ilerlediler. Adam dilini yutmaması için elini çocuğun ağzına sokmuş ve dilini tutuyordu. Gece feneri nihayet tekrar görünmeye başladı. Çocuk bitkin düşmüş ve bayılmıştı ancak hâlâ hıçkırmaya devam ediyordu.

“Çok az kaldı.” dedi adam. “son bir şey kaldı.” Ardından kurtuluyoruz.

Togan gözlerini zorlukla açtı ve avluda olduğunu anladığında hemen doğrulup etrafına baktı. Bayılmış gibi değil aniden uykuya dalmış ve uykusunun en tatlı yerinde uyandırılmış gibi hissediyordu. Kervansaraydaki herkesin durumu aynıydı. Togan hemen o altı musibet varlığın olması gereken yere koştu. Yenebilecek ne varsa yemişler ve gitmişlerdi. Tekrar avluya çıktı. Kervansarayın imamı da aynı telaşla Togan’ı arıyordu.

“Zülmanlar dedi imam. Gitmişler ancak…” Togan imamın sözünü bitirmesine izin vermedi ve sordu

“Hepsi mi?”

İmam başını evet anlamında belli belirsiz sallamakla yetindi. Togan hızlıca seyislerin yanına doğru koştu. Vardığı anda gördüğü manzara iç parçalayan cinstendi. Develer, atlar, tavuklar, küçük ve büyük başlar ve hatta kervancıların eğlencesine taşıdığı kuşlar dahi öldürülmüştü. Öldürülmek ne kelime hepsi paramparçaydı ve hangi bacak hangi gövdenin, hangi göz hangi kafanın ayırabilmek mümkün değildi. İmam Togan’a baktı

“Eğer isteklerini yapmasaydık bizim sonumuz da böyle olacaktı. Sen üzerine düşeni hakkıyla yaptın.” dedi. Togan başını salladı

“Onu biliyorum ancak bunu konaklayanlara nasıl anlatacağımı bilmiyorum…” dedi.

Gece fenerinin ışığı iyice yaklaşmıştı. Adamın göğsünde uyuyan zavallı çocuğun yüzündeki ifade o akıl alan anların ardından bir nebze olsun sakinleştiğini gösteriyordu. Bu adamı rahatlattı. Çünkü bunca çile boşa giderdi. Deve ise aynı sakinlikte değildi ve dörtnala koşuyordu. Hızlı olmanın zararı yoktu. Sonuçta iki varta atlatılmıştı ancak sırada ne olduğunu kimse bilemezdi. Çocuk gözlerini açtı. Sakin görünüyordu. Adam babacan bir tavırla çocuğun yanağına elini koyup “İyi misin?” diye sordu. Çocuk evet anlamında başını salladı. Gece feneri belli belirsiz görünmeye başladığında gün de ağarmaya başlamıştı. Kısa bir süre daha devam ettiler artık kervansaray rüzgârla savrulan kumların izin verdiği kadar görünüyordu. Rüzgâr bir anda bıçak gibi kesildi. Savrulan kum taneleri yere inmeye başladığında adam asla görmek istemeyeceği o manzara ile karşılaştı. Kalabalık birkaç taş atımı uzaklıkta ve tam önlerinde duruyordu. Adam bileğinde sarılı duran kumaşı çözüp devenin gözlerini bağladı. Çocuğu kucaklayıp bir çırpıda deveden indi. Deveyi geldikleri yönün tam aksine çevirdi ve çocuğun önüne geçti. Artık kalabalıkla karşı karşıya dikilmişlerdi. Yıllardır diğer âlemle haşır neşir olan bir insan olmasına rağmen bunları ömründe ilk defa görüyordu. Yıllar önce Horasan’da bu varlıkları resmettiğini iddia eden birinin yaptıklarını görmüş ancak onu şarlatan olmakla suçlamıştı. Ancak bu varlıklar o çizimlerin bire bir aynısıydı. Yuvarlak yüzlüydüler, burunları oldukça basık hatta bazısında sadece iki tane delik vardı. Burunlarının hemen üstünde tek kocaman gözlü olanların göz akları buğday rengiydi. İki gözü olanların gözleri ise ayrık ve yuvarlaktı. Bazısının çenesi öyle öne çıkıktı ki ağzını dahi kapatamıyordu. Dişleri gören insanın midesini kaldıracak kadar sarıydı. Boyunlarında ziller, kollarında altın rengi bilezik ve zincirler vardı. Külahlar, yelekler, kuşaklar ve nicesi göz yoran bir biçimde üstlerindeydi. Hiç kuşkusuz tüm bunların eski sahipleri insandı. Tuzağa düşürdükleri kervancılardan alınan ganimetleri bir madalya gibi vücutlarında sergiliyorlardı. Bazen bir çocuk, bazen bir yaşlı bazen de güzel bir kadın gibi görünen bu varlıkların gerçek halleri bu muydu? Yoksa Adama bir oyun mu oynuyorlardı. Adam birkaç adım öne çıktı ve bağırdı.

“İstediğinizi vermeyeceğim! Açın yolumu!”

İnsanın tüylerini diken diken eden homurtular arasından bir ses konuşmaya başladı. Böyle bir ses ancak eziyet gören bir hayvandan çıkabilirdi.

“Onu bize vereceksin!”

Adam boynundaki keseyi çıkartıp içinden şişeyi aldı. Keseyi yere atıp şişeyi havaya kaldırdı.

“Bunu verirsem bize dokunmayacağınıza söz verir misiniz peki?”

Homurtular devam etti ve başka bir söz söylenmedi. Adam geri geri hızlı adımlar atarken kalabalık ona doğru hareketlenmeye başladı. Adam çocuğun mahzun yüzüne baktı.

“Az kaldı.” dedi.

Çok hızlı davranması gerektiğini biliyordu. Tek şansı bu olacaktı. Bunu aştıktan sonra her şeyin sona erecek olduğunu biliyordu ve bu onu yüreklendirdi. Şişeyi devenin heybesine koydu ve hançerinin ucunu hızlıca devenin kıçına batırıp çıkardı. Devenin gözleri bağlıydı ancak canı yanınca geldikleri yöne doğru dörtnala koşmaya başladı. Adam hançeri ivedilikle yere atıp belinden keseyi çıkarttı ve kendi etrafında dönerek beyaz tozla bir çember çizdi. Çizer çizmez çocuğa sarılıp dizlerinin üzerine kapandı. Karşıdakileri sinirlendirmişti. Ancak çember üstlerine koşan kalabalığı adeta yarıyordu. Geçemeyeceklerini anlayıp devenin peşine düştüler. Zaten asıl istedikleri oradaydı. Adam ortalık tamamen sessizleşinceye kadar o halde bekledi. Sesler tamamen kesilmişti ve artık geriye sadece kapıya doğru koşmak kalmıştı. Çok yakın değillerdi ancak uzak da sayılmazdı. Çocuğu bir bohça gibi omzuna atıp var gücüyle koşmaya başladı. Koştu, koştu ve koştu. Kervansaraya yaklaştığında iki kapı birden ardına kadar açılmıştı. Hızlıca içeri girdi. Kapılar kapanır kapanmaz çocuğu üstünden atıp kendisini yere bıraktı. Kervansarayın nazırı başına geldi ve konuşmaya başladı.

“Dendanların üzerinden seni izledik. Ne gördün orada?” dedi. Belli ki adama gözükenler başka kimseye gözükmemişti. Nazır sorularına devam edecekti ki arkadan gelen davudi bir ses onu durdurdu.

“Hoş geldin!” Bu ses kervancı Behrad’ın sesiydi.

Adam doğruldu ve çocuğu Behrada doğru gitmesi için sırtından nazikçe ittirdi. Çocuk şaşkınlığını üzerinden attığı gibi Behrad’a doğru koşmaya başladı. Behrad dizlerinin üzerine çöktü ve çocukla sarıldılar. Behrad çocuğun başını kokladı ve öptü. Sert ve gaddar bir adam olarak bilinen Behrad ağlıyordu. Adam yavaş yavaş yanlarına doğru yürüdü. Behrad ayağa kalkmadan önce çocuğa iyice bir baktı.

“Sen ağabeylerinle içeri git, ben de geleceğim.” dedi.

Eliyle bir işaret yaptı ve iki adam zorlanarak taşıdıkları sandığı gelip Behradın önüne koydu. Behrad önce sandığa sonra adama baktı.

“Bu senin. Söz verdiğim gibi. Ananın ak sütü gibi helal olsun.” dedi ve ekledi.

“Boynundan çıkarttığın o şişe neydi?”

Adam teşekkür ederek dizlerinin üzerine çöküp sandığı açtı. Gördüğü manzara onu fazlasıyla mutlu etmiş tüm yaşananları dahi unutturmaya yetmişti.

“Sadece bir hile.” dedi adam. “Onlar senden aldı, ben de onlardan aldım.”

Behrad takdir edercesine gülümsedi ve sordu.

“Peki, buraya gelene kadar başka insanlar gördün mü?”

“Bir önceki kervansaraya sığınmak zorunda kaldım.” dedi adam.

Behrad’ın yüzü düştü.

“Togan’a bir şey anlatmak zorunda kaldın mı?” diye sordu.

“Hayır. Şişe onu da yeterince korkuttu.”

“Yani başlarına bir iş gelmez değil mi?” Diye sordu Behrad bastırır bir ses tonuyla.

“Sadece benim zülman tutsak ettiğimi biliyorlar. Oğlundan haberleri yok. Benim yanımda hüddamlık işleri için kullandığım bir çocuk olduğunu düşündüler. Başlarına bir şey gelir mi dersen…” dedi ve biraz düşünüp konuşmaya devam etti. “Mutlaka onlara uğrayacaklardır. Ancak yapmaları gerekeni biliyorlarsa sadece hayvanları telef olur o kadar.” dedi.

Bunu duymak Behrad’a yetti.

“Yerinde olsam uzun süre çöle uğramazdım.” dedi.

Adam sandığın kapağını kaldırıp tekrar baktı. Sonra da Behrad’a bakıp “Artık hayatım boyunca çöle uğramam ben.” dedi ve Behrad arkasını dönünce yüksek sesle ekledi.

“Sen de dikkat et. En azından bir daha oğlunu yanında götürme.”

Levent Üstünbaş

Öne Çıkan Yorumlar

  1. İyi ki gece okumadım öyküyü. :melting_face: Hem korktum hem okudum -hem ağlarım hem giderim gibi oldu- oldukça başarılı bir paranormal hikayeydi, emeğinize sağlık. Tarihi ve kültürel bilgilerinizin zenginliği, öyküyü de canlı ve ayrıntılarca zengin kılmış.

  2. Avatar for SJack SJack says:

    Meraklandırıcı ve güzel bir öyküydü. Öykülerinizde özellikle karanlık atmosferi kullanmayı sevdiğinizi ve bunu da çok profesyonel olmasa da başardığınızı söyleyebilirim.

  3. Avatar for levus levus says:

    Çok teşekkür ederim. Kalemimi geliştirmek için çabalıyorum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for SJack Avatar for acimatriyarka Avatar for levus

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *