Öykü

Hatıra Ormanı – Kamos’la Tanışma

Hava, kuru ve serindi. Beyaz kırbaçları yaratacak yağmur bulutları görünmüyordu. “Yine de” diye düşündü, “Karşımda gürleyerek çakıyorlar”.

Düşüncelerini şimşeklere yönlendirmişken, nereden çıktığı belli olmayan ince kollar ayaklarına dolandı ve onu, kesme taşlardan yapılmış yolun üstüne düşürdü.

Kesme taşlar mı?

Evet, kesme taşlar!

İnce bir işçilikle kesilmiş ve her halinden eski olduğu belli olan taşların, şehrin çok değerli kara asfaltı yerine döşenmiş olması imkansızdı. Oysa, bugün, ani bir ilhamla ona pembe bere örmeye karar veren annesi tarafından tuhafiyeye gönderilmemiş miydi? Bu sıkıcı akşam üstü görevi sırasında herşey yerli yerindeydi. Kapısı, vitrini ve ucuz bir oda spreyi ile maskelenmiş toz kokusu…

Şimdiki gibi dükkanın olması gerektiği yerden kalın gövdeli ağaçlar yükselmiyordu. Aniden beliren orman, küçüklüğünden beri evim dediği şehri, içindeki herşeyle beraber yutuvermişti.

Ailenin beyaz tenli, kızıl saçlı ve Atatürk Lisesi 1. sınıfa giden küçük kızıydı. Ten ve saç renginin onu ne kadar soluk gösterdiğine dair başlayan fısıltılar, ona, Hayalet diye seslenmeyi adet haline getirmiş bir okul alışkanlığına dönüşmüştü.

O, Atatürk Lisesi’nin Hayaleti’ydi.

Annesiyse, sadece, kızının yüzüne pembe bere ile renk katacağını düşünen, iyi bir kadındı. Bu hareketiyle, lise öğrencileri arasında kaynayan fısıltı kazanının altına odun atmış olacağının farkında bile değildi.

Ancak bunlar ona yüzyıllar önce olmuş gibi geliyordu. O değil miydi, gecenin bir vakti yatağında korkunç bir kabusla uyanan, korkuyla ailesinin odasına gidip onların cansız bedenleriyle karşılaşan…

Ne yan odada yatan ablasından, ne karşı komşularından ne de meraklı alt kat komşusundan, yardım çığlıklarına, cevap bulan…

Çaresizliğin yarattığı ölçüsüz cesaretle tanıdığı herkesi, acil durum hatlarını, rastgele numaraları bile aramamış mıydı? Hepsinin sonucu aynıydı. Ona kimse cevap vermemişti. Annesi, babası, ablası ya da akrabaları; komşuları, polis merkezlerinde veya sağlık kuruluşlarında çalışanlar ile 110 Yangın İmdat’a kadar, yardım isteyebileceği kimse kalmamış gibiydi.

Herkesin aynı anda ölmüş olma ihtimali ne olabilirdi?

Bu düşünceyi aklından kovalayıp yardım aramak için dışarı çıkmıştı. Çıkmıştı ama, onu bulan şeyin ona yardım etmeye niyeti olmadığı açıktı.

Kısa, kesin ve net bir çığlıkla korkusunu özetleyiverdi.

Ayağına dolanarak onu düşüren şey sanki canlı bir varlık gibi, bileklerinden dizlerine ilerliyor, ayaklarını birbirine bağlayarak onları oynatamaz hale getiriyordu. Kalçalarından beline doğru ilerleyip kollarını bedenine birleştiren ip ağızını sıkı sıkıya kapatıp onu kıskıvrak bağlayıverdi.

Yüreği korkuyla yarılıyorken, Ninesinin masallarında anlattığı gibi; karanlıktan çıkıp gelen isimsiz dehşetlerden biriyle karşı karşı olduğu gerçeği, aklının direklerini sallanıyordu.

Onu esir eden iplerin, kimin elinde olduğunu görmeliydi. Neden bir hayvan gibi bağlandığını bağıra çağıra sormak istiyor, ailesine yardım etmesi gerekirken, onu hapseden iplerden de iplerin sahibinden de nefret ediyordu.

Zor da olsa bedeninin üst kısmını biraz yukarıya kaldırdı.

Gördükleri karşında gözleri korkuyla ıslandı! Çünkü, iki ayak üzerinde yükselen, başları kurda, vücutları iyi eğitimli askerlere benzeyen bir düzine yaratığın pençelerinin dibinde yatıyordu. Onu yakalayanlar belgesel kanalların hep gördüğümüz vahşi kurtların insanlaşmış halleriydiler sanki… Okuduğumuz hikayelerdeki kurtadamların atalarıydılar…

Bellerine bağladıkları deri kemerlerden kısa yay gibi kıvrımlı bıçaklar sarkıyor, giysi olarak sadece zincirden yelekler giyiyorlardı.

“Böyle sivri dişlerim ve keskin pençelerim olsa, ne bir zırha ne de silaha ihtiyacım olurdu.”diye düşündü.

İçlerinden biri, hızla yanına geldi. İpleri çekiştirerek sıkı sıkıya bağladığından emin oldu. İşi bittiğinde pençeleri üzerinde doğrularak ona, besin zincirinin tepesinden bakar gibi baktı. Yaratığı izleyen diğerleri, esirlerinin teslim olduğunu düşünüp alay eder gibi güldüler. Ancak bu çok kısa sürdü. Hırlamayla karışık kahkahaları, bir haykırış gibi çınlayan gürlemeler ardından kesiliverdi.

Taştan yolun, ormanın içine doğru uzandığı ve karanlığın içinde kaybolduğu taraftan, gelenlerler vardı…

Askeri bir disiplinle koşarak yanlarında beliriveren büyük bir sürü; onlara bakmaya tenezzül etmeden, şimşeklerin çaktığı yere doğru hızla ilerleyerek gözden kayboldu. Buna sadece koşmak denemezdi. Pençeleri kesme taşları yerinden ederken, diğer yandan uluyor, hırlıyor ve keskin dişlerine geçirecek et arıyorlardı. Tarif edilemeyecek şekilde kana susamış ve insanın iliklerini korkudan donduracak kadar gözü dönmüş ölüm makineleriydiler.

Çevresindeki muhafızlarda gözle görülür bir telaş vardı. Konuşmalar daha sertleşti ve keskinleşti. Aralarından biri saçlarından tutarak onu ayağa kaldırdı, pençelerini dik durması için beline ve kalçalarına sapladı. Geriye kalanlar, yolun iki yanına askeri bir tecrübeyle dizildiler. Şimşeklerin savaşına değil de karanlığın içine doğru bakıyorlardı.

“Yine karanlık!” diye düşündü, “Karanlıktan sadece kötülük çıkıyor!”. Tıpkı zamanında Ninesinin anlattığı hikayelerdeki gibi…

Karanlık, Kara Güneş’ten yayılan, büyük kötü Erlik Han’ın kalbinden söküp çıkardığı bir parçaydı. Hem karanlığın hem de onun içinde saklanan kötülüğün kaynağıydı. Amansızdı. Tereddüde yer bırakmayacak şekilde kesindi. Ondan sakınmak için yapılabilecek pek bir şey yoktu.

“Bunların hepsi, çocukları korkutmak için anlatılan masallarda kalması gerekiyordu.”diye düşündü.

O, büyük bir talihsizlikle, uyku öncesi hikayelerinin gerçek olduğunu keşfetmişti bu gece…

Beklenen’in önce gözleri görüldü. Karanlık zifir gibiydi ama parlak kırmızı pencerelerin sahibi kesin bir şekilde ona bakıyordu.

Koşar adımlarla gelip pençeleri üzerinde yükselerek derin bir kükreyişle selamladı savaşçılarını!

Ne onu esir edenlerle ne de şuan şimşeklerle savaşanlarla kıyaslanabilirdi. Hepsinden daha güçlü ve acımasız görünüyor, çevresine kesin bir dehşet yayıyordu.

Doğuştan zalim ve kana susamış, böylesi bir karanlık askeri karşısında aciz kalan yaratıklar, oldukları yere sindiler. Biraz daha cesur olanlar kuyruklarını bacakları arasına sıkıştırıp düzeni bozmadan ayakta kalabildiler. En cesurlar ise…Onlar yoktu!

Böylesi bir kötülük ve acımasızlık karşısında, koşulsuz itaatten başka seçenek yoktu!

Son gelen, korkudan olduğu yere çöken askerlerine memnuniyetle baktı. Korkutucu olmak saygı duyulacak bir statü olmalıydı! Gördükleri onu tatmin edince bakışlarını esirine dikip konuştu:

“Adını söyle insan!”dedi, keskin pençeleriyle ağzındaki ipi gevşetirken.

Kimse onun yerinde olmak istemiyordu. Onun gibi bağlanıp bir hediye gibi kötülüğün vücut bulmuş hali olan yaratığa sunulmaktansa, Düzenin Koruyucusu Dipsizlerden sığınma hakkı istemek daha makul bir seçenekti. Yine de Dipsiz denilen o adi, aşağılık ve ne olduğu belli olmayan Denge Askerlerine güven olmazdı. Ne Aydınlık ne Karanlıktılar ne iyi ne kötüydüler. Bir gün Erlik Han’ın Kara Demir Sarayında onur konuğuyken, ertesi gün, Kara Nemeler olarak bilinen kötü ruhların kaçırdığı ruhları, bedenlere geri koyabilirlerdi. Düzenlerin efsanelerinde geçen masallarda bahsedildiği gibi Düzen’in kendisinden doğmuşlardı. Sadakatlerini ona sunar ve yaptıklarının hesabını sadece kendisine verirlerdi. Yalnız olmak ve verdikleri hükmün sonuçlarını tek başına taşımak onarın kaderiydi. Ne yazık ki şuan etrafta ona yardım edebilecek bir Dipsiz yoktu.

“Adım Zuhal” dedi tereddüt etmeden…“Adım Zuhal”…

En güçlü ve korkunç olanın gözleri ilgiyle açıldığı halde, şaşkınlığını askerlerinden gizlemeyi başardı.

”Benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu.

Sanki, Zuhal’in gözlerinden onu izleyen birisi vardı ve soruyu aslında ona sormuştu.

Herhangi bir cevap alamadı.

“Tanımıyorsun demek!” dedi en ciddi haliyle. “O halde uzak kuzeyin geniş düzlüklerinde ve vahşi ormanlarında yapılan savaşları da hatırlamazsın?”.

Zuhal’in gözlerine yaklaşıp hızlı hızlı konuştu:

“Orada beni duyan var mı bilmiyorum, yine de edeceğim sözümü; nesillerdir aydınlığa hizmet etmekle övünüp durdunuz, hesabınıza uymayan her halkı yontmaya, karşı koyanı ortadan kaldırmaya çalıştınız! Siz bilirsiniz ben kimim, yine de yeni nesliniz için adımı söyleyeceğim. Adım Kamos. Kuzeyin Yüksek Koruyucusu ve Özgürlük Ordusunun Komutanı, halkım İtbarakların ilk savaşçısı, sayısız nesildir lideriyim!”

Onu bağlayan ipleri çekiştirip tutsağının ağzını kapattı.

“Seni böyle kutsal bir yerde bulmuş olmam, bana ait olamayacağın anlamına gelmiyor. Kaçmayı düşünme… Hele ki bu ormandan yardım istemeyi aklından bile geçirme… Keza, burayı küçük filizlerle dolu bir çayır olduğu zamandan hatırlarım. Nesiler boyu büyüyüp serpildiler. Uzun yıllar boyunca da güçlü ve heybetli kaldılar. Hiç bir karanlık yaratığının girmesine izin vermeden, Doğu Marmarayı, Boğazdan başlayıp Körfez’e kadar sararlardı. Orada da Kuzey Ormanlarıyla birleşirlerdi. Lakin, İki kuzenin bize Marmara’nın girişlerini kapatıp Aydınlık ahalisi için güvenli bir çember kurdukları zamanlar, çok geçmişte kaldı! Şimdiki hallerine bak! Kuzey Orman hattı ölüyor. Hem de korumaya çalıştığı insanların elinde ölüyor… Kuzeni ise çoktan kesildi, parçalandı ve bacası tüten büyük ocaklara yem oldu. Ve şimdi o, sadece onu hatırlayanların gördüğü bir Hatıra Ormanı! Kutsal mı? Evet! Ulu mu? Kesinlikle! Korkunç mu? Benden bile! Ama sana yardım edemez. Çünkü uykuda… Yoğun bir ruhani varlığı olan ama aynı zamanda uykusunun derinlerinde kaybolup gitmiş odun yığınından başka bir şey değil.”

Zuhal, Kamos’un söylediklerini duymuştu duymasına ama duymak ayrı anlamak ayrı şeylerdi. Tüm bunlara rağmen bir şey gayet netti: kaçmalıydı! Nasıl, nereye ve kimin yardımıyla bunu yapacaktı, bilmiyordu. Orman, derin uykuda olduğu için ona yardım edemezdi. En azından Kamos öyle demişti. Ya uyanırsa, ya ormanı uyandırabilirse… O zaman kaçabilir miydi?

“Saçmalama Zuhal! Aklını kaçırıyorsun. Bir orman nasıl uyanır? Kulağına çalar saat mi tutacaksın?”diye kızdı kendine.

Kamos, kafasından geçen kimbilir kaçıncı düşünceden sonra tekrar konuştu:

“Anlaşılan sadece benim değil kendinin de kim olduğunu hatırlamıyorsun. Yazık oysa ben seni çok iyi tanıyorum. Bu sıska bedende değildin. Güçlü kolların, sağlam bacakların ve lanet Ülgen Hanınızın isteyebileceğinden de eski marifetlerinle, gözlerinde yanan çakmak çakmak alevlerle dolaşırdın. Kolunu her indirişinde bir ton yaşamın can çekiştiği söylenirdi. Aslında bir bakıma öyleydi.”

Eski ve huzursuz bir hatıranın silik anları gözlerinin önüne gelir gibi yüzünü buruşturdu.

“Tabi bu dediğim nesiller önceydi. O zamanlar hatırlamak hayat kurtarırdı. Şimdi öyle mi?”

Hazırolda bekleyen askerlerinin yüzlerinde bir sırıtış belirdi.

“Sonra insan kişiler unuttu.”diye devam etti askerlerine dönerek, “Yer’in üstüne ve altına yabancılaştılar.”

Sesi uğursuzca keyifli çıkmaya başlamıştı ve herkes duyabilsin diye kalın sesini kimseden esirgemiyordu.

“Hatta kendi soylarını bile unuttular. Ne yazık!”.

Şimdi açık açık eğleniyordu.

Bakışlarını Zuhal’e çevirerek:

“İşte, şimdi, nesiller sonra elimdesin üstelik hala uyuyorsun.”dedi ve kaddarca ekledi:

“Zührenin yıldızı karanlıkta kayboldu,

Uyanamadan, İtbaraklara yem oldu!”

Delice kahkahası ulumaya dönüşürken askerleri de ona katıldı ve ormanın en uzak köşelerinden bile duyuldular.

Kamos, Zuhal’e sanki büyük bir hazineymiş gibi bakıyordu:

“Yazgın bundan sonra benim elimde küçük hanım. Bana hizmet edecek, ne istiyorsam yapacak ve istediğimde öleceksin.”

İtbarakların öte tarafına doğru seslendi, “Neredesin, seni işe yaramaz sırtlan!”

Karanlıktan ellerini ovuşturarak çıkıp gelen, itbarakların yarı boyunda, gerçekten de sırtlana benzeyen yaratığın tekinsiz gülüşü yüzünü çevreliyor; uzun ön dişleri, çenesinden elmacık kemiklerine kadar uzanıyordu.

Konuştu ve dediklerinin hiç birinde hayır yoktu:

“Buradayım İtbarakların korkunç komutanı, Harparik hizmetinizdedir!”

Yerlere kadar eğilerek yaptığı reverans üzerinde sırıtıyor, diğer İtbarakların bile nefretini kazandığı açıkça anlaşılıyordu. Ona bakmaya hiçbiri tenezzül etmemişti.

Yüzünü şimşeklerin savaşına dönen Kamos, “Harparik, onu zindana götür. Ben dönene kadar da tek parça kalmasını sağla!” dedi.

Zuhal’e dönüp zevkle ekledi “Tekrar konuşacağız!”.

Sonra, komutasındaki savaşçılarına çevirdi yüzünü, “İtbaraklarım!” diye haykırdı ve aynı güçle devam etti: “Biz biliriz!” dedi, öyle ki cephede ve cephe gerisindeki her itbarak onu duydu ve dinledi:

“Uzak kuzey batıdan-ağaç kovuğuna kovaladık cedlerini,

Birer korkak gibi sığınmışlardı, küçük bir adaya!

Bir kahraman bir kadın başına!

Yarım kalmıştı intikamımız…

Uyanın askerlerim uyanın!

Yeni bir çağ başlıyor!

Uyanın askerlerim uyanın

Geçmişin hesap günü yaklaşıyor!

Bu gece,

Hatıra Ormanında,

Marmara’nın Doğu Ucunda,

Aydınlığın kutsalları susacak!

Karanlığın kutsalları ise…”

Kamos, göğsünden gelen bir güçle kükredi, öyle ki yeri göğü titretti. Öfkeden gözü dönmüş şekilde haykırdı:

“Kararsın kılıçlarınız kutsalların kanıyla,

Pençeleriniz kavrasın demiri!

Gururla kabartın göğsümü cesaretinizle,

Güneş doğana kadar vakit:

Vermeden alandan intikam,

Yıkıp da kurmayandan hesap vaktidir.”

Kimseyi beklemeden öne atıldı. Savaşa katılmak için yeri titrerek uzaklaştı. İtbaraklar büyük bir şevkle onu izlediler. Savaşın heyecanı ile gergin ve istekliydiler.

Kamos gözden kaybolurken, ”Sen, leş kokulu köpek” diye muhafızlara seslenen Harparik’in sesi duyuldu.

İtbaraktan korkmadığı her halinden belliydi.

Muhafız ise, kafasını bir ısırışta kopartacak kadar güçlü olsa da derin homurtular çıkarmakla yetindi.

“Sen ve adamların benimle gelecek! Esirimizi Kamos’un zindanlarına götüreceğiz. Bu gece savaşmak istediğinizi biliyorum ama çok değerli bir hazineye eşlik edeceksiniz.”.

Zuhal’e dönen gözlerinden açık bir kıskançlık akıyordu.

“Merak ediyorum, merak ediyorum, doğrusu!” dedi ellerini ovuşturarak, “9 katlı Düzenin her bir köşesinde vahşetin simgesi olarak tanınan kana susamış itbarakların en yüce komutanı Kamos, sende bu kadar ilgi çekici ne gördü! Merak ediyorum, merak ediyorum doğrusu! Belki işi bitince, seninle bir süre oynamama izin verir, ne dersin? Yine de sonunun hayra alamet olmadığı ortada küçüğüm. Senden bana bir parmak veya bir tutam saç teli bile kalacağını sanmıyorum.”.

Onu bekleyen itbaraklardan oluşan gruba döndü, “Haydi gidiyoruz sizi gidi leş kokulu köpek kırmaları!” diyerek etrafa emirler yağdırmaya başladı.

İtbarakların en irilerinden biri Zuhal’i kavrayıp omzuna yerleştirdi.

Sürü, hızla düzene girip Harparik’i izleyerek ormanın kenarına kadar, isteksizce ilerledi.

“Kamos’un arkasından şimşeklere dalmaktan korkmuyorsunuz da iki üç daldan ödünüz mü kopuyor? Üstelik kendinize ne diyordunuz, İtbarak mı? Siz kurtadam olmayı bile beceremeyen süs köpeklerisiniz! Lakin, üstünüze gelmeyeceğim bu sefer. Beyinsiz enikler olsanız da kimden daha çok korkacağınızı biliyorsunuz, değil mi? İlk ben olayım o zaman!” diyerek, ormana ilk adımı attı. Attığı gibi de kalın dallar arasında kayboluverdi.

İtbaraklar, Harparik’in iğneleyici laflarına cevap vermemekle beraber kötücül bakışlarını ondan esirgemiyorlardı. Zuhal, onu taşıyan dev cüsseli yaratığın sinirle hırlayarak titrediğini hissedebiliyordu. Buna rağmen sırtlan suratlının arkasından ormana girip yolun üzerinden silindiler.

Ormanın içindeki hava daha önce hiç solunmamış gibi yoğun ve ağırdı. Dalların altında sıkışıp kaldığından tadı, eski ve kadimdi. Zemini, sayısız zamandır ölüp yeniden doğan yapraklarla kaplıydı. Bu yüzden itbaraklar yaylanır gibi yürüyor, yaşlı ama çok yaşlı ağaçların kalın köklerini bir battaniye gibi örten zemini bozmamaya, köklerden ise olabildiğince uzak durmaya çalışıyorlardı.

Zuhal ise yapraklar, kökler ve toprakla vücut bulmuş bir varlığa bakar gibi hissediyordu kendini. Ağaçların kökleri, iskeleti; kalın gövdeleri, elleri ve kolları; toprak ise derisiydi…

Ninesinin masallarında Orman Ruhları denilen varlıklardan bahsettiğini hatırlıyordu! Kamos’ta buna benzer bir şey söylemiş miydi?

Kana susamış kurt başlı yaratıklar gerçekse, onlar neden gerçek olmasındı!

“Ah Nine! Keşke burada olsaydın.”diye düşündü üzüntüyle.

Orman Ruhuyla ilgili olan hikayeyi en son yıllar yıllar önce dinlemişti. Kötü ruhlu kara nemenin, becerikli bir erkek çocuğunu kaçırıp, toprağa oyulmuş konağında çalışmaya zorlamasıyla başlıyordu.

Kalpsiz, mehametten nasibini almamış ve içi Kara Güneş aşkıyla dolu olan kara nemenin; karanlığın asalet sırasında yükselmek için hain bir planı vardı. Küçük çocuğun bütün sevdiklerinin oturduğu kasabayı yerle bir edecekti. Üstelik bu niyetini çocuktan saklama gereği duymuyordu. Nasıl olsa kaçması imkansızdı.

Çocuk ise çaresizdi. Ta ki mutfağın duvarında farkettiği küçük bir kök parçasına kadar… O zaman, elindeki tek çareye tutunarak küçük kökten yardım isteme cesaretini göstermişti. Böylece, umudu, üzüntüsü ve korkusuyla ettiği dua kutsallar tarafından duyulmuş ve köyünü kurtarabilmişti.

İşte tek yapması gereken o duayı hatırlamaktı.

İşe yaraması gerekiyordu.

Ateş başı korku hikayeleri gerçekse, uyku öncesi kahramanlık hikayeleri de en az onlar kadar gerçek olmalıydı.

Kutsalların bekçisi Orman Ruhu... Hayır köklerler ilgili bir şeyle başlıyordu. Kökler Salonu’nun bekçisi miydi? Yoksa, yüce ruha sesleniyor, sonra mı Kökler Salonundan bahsediyordu! Hatırlamalıyım. Hatırla Zuhal! Zirveleri fısıldar Ülgen Han’ın kulağına… Hay ben böyle işin… Ne diyordu hikayede hatırlamıyorum! Üzerinden çok zaman geçti… Bu imkansız.” diye düşündü büyük bir çaresizlikle.

“Annem, babam ve ablamın cansız bedenleri yataklarında yatıyor. Yardım bulmak için elimden hiç bir şey gelmiyor. Canım acıyor. Kalbim acıyor. Tek istediğim ailemin yanına dönmek. Ne olur yardım edin… Annem de babam da ablam da öldü benim. Daha doyamadım ki onlara… Bu hayatta yapayalnız kaldım. Tek başına! Kimsesiz! Sahipsiz! Lütfen biri yardım etsin. Lütfen… Biri yardım etsin.. Her kim olursa… Biri yardım etsin…”

Zuhal uyandığında beri umuduna sarılarak ayakta kalabilmişti. Oysa şimdi elinde hiç bir şey yoktu. Ailesi bir daha uyanamayacaktı. O da bu dünyada öksüz, garip bir yetim olarak sahipsiz kalacaktı.

Hissetikleri coştu, taştı ve bentleri kırdı. Gözleri yandı, acıdı ve sulandı. Göz pınarından, tek bir damla yaş ayrıldı. İçinde dolunaydan bir parça taşıyormuş gibi ışıldıyordu. Ve o damla yere düştü. Kalın bir kökün üzerine değer değmez, öyle parladı ki; sanki ormanı ay ışığıyla yıkadı…

İtbaraklar, gözlerine kutsal ışığın okları saplanmış gibi acıyla haykırdılar. Harparik ise korkuyla çığlık attı. İtbarakları sağa sola iterek Zuhal’in yanına geldi.

“Sen miydin o? Söyle sen miydin?”, yüzü öfkeyle kasılıyordu, “Bana hala uyuduğunu söylemişlerdi. Uyuyor olmalıydın!”

Herhangi bir cevaba ihtyacı yoktu. Ne olduğunu biliyordu. Hızla İtbaraklara dönüp “Sizi gidi bitli enikler! Hemen gidiyoruz. Acele edeceğiz. Temkine gerek yok.”diye tısladı.

Vakit kaybetmeden, az ötedeki ağaca davrandı. Fısıltıların eşlik ettiği birbirinden uğursuz şekilleri devasa gövdeye çizmeye başlamıştı bile. Hayatı sanki buna bağlıymışçasına dikkatle çalışıyorken, aniden yer sarsıldı. Ancak, durmayı düşünmedi. Aksine fısıltılar birer uğultuya dönüşürken ve el hareketlerinin takibi imkansızlaştı.

İtbaraklar ise keskin kulaklarını havaya dikerek, savunma hattını kurmuş ve ani bir saldırıyı karşılayacakmış gibi tetikte bekliyorlardı.

Bir kez daha sarsıldı yer. Bu sefer bütün orman; köklerinde yeni doğan taze yaprağına titredi.

İtbarakların komutanı, kalın sesiyle haykırdı:

“Silahlarınızı çıkarın. Orman uyanıyor! Şimdi vakit, odun yontma vaktidir. Askerlerim, avcılarım, keskin dişli silahtarlarım. Kış için kim dolu bir odunluk isterse davransın!”

Onun haykırışını duyan kökler topraktan ayrıldı. İrili ufaklı kollarıyla, itbarakların keskin bıçaklarının karşısına çıktılar.

Zuhal’i taşıyan itbarak, büyükçe bir kayanın üstüne tüneyip belindeki kavisli bıçağını çekmişti bile. Ona doğru gelen kökleri tek tek biçiyor, diğerlerinin çevresinde kurduğu savunma hattındaki yoğun savaşı izledikçe, yerinde duramıyordu. Ön hatlara geçip kalın kökleri doğramak istediği belliydi.

Zuhal, ormana ne olduğunu anlayamamıştı. Duayı hatırlayamaması bir yana ağzı hala kapalı olduğu için sesini bile çıkaramamıştı. Bununla beraber, orman gerçekten uyanmışa benziyordu.

İtbaraklar, cüsselerinden beklenmeyen bir çeviklikle mayın tarlasına dönmüş zeminde koşuyor, ağaçların gövdelerine pençelerini geçirerek tırmanıyor, çevrelerini saran ve topraktan dışarı uğramış türlü biçim ve büyüklükteki kökleri büyük bir hevesle biçiyorlardı. Orman ise kollarını bacaklarını kesenleri affetmiyor, kesilen her kökün yerine yenileri geliyor, kalın gövdeler hiddetle titrerken, ağaçların zirveleri öfkeyle hışırdıyordu.

İtbarak, Zuhal’i kayanın üstüne indirdi. Saçlarından tutup, delilik akan gözlerini yüzüne dikti. Uzun burnu ile onu hızla kokladıktan sonra, dişlerini yalayarak genizden gelen kalın ve hırıltılı bir sesle konuştu:

“Ne emir aldığımın önemi yok, kaçmaya çalışırsan boğazını bizzat parçalarım! Hangi düzende saklanırsan saklan, seni bulurum. Hangi çukuruna atlarsan atla, arkandan gelirim. İstersen dağları tırman, denizlerde yüz ya da nehirlerde sürüklen, kokunu hafızama öyle kazıdım ki; ölüp gitsen bile Süt-Ak-Göl’den ruhlarını bulup çıkarırım.”

Zuhal’in ne cevap verdiğine bakmadan Harparik’e seslendi:

“Sırtlan surat! Çıkar bizi buradan. Hem de hemen!”

Harparik cevap dahi vermedi. Son çizgileri bitirip mührü tamamladı. Ustalıkla dizayn edilmiş keskin şekiller, dik açılarla birbirlerini keserek uğursuz formlara dönüşürken, aynı zamanda kıvrılıp bükülerek kusursuz bir çemberin içinde eriyorlardı. Ağaç, baştan aşağı hastalıklı bir titremeye tutulup dalları acı içinde sarsılıyorken, korkunç bir güç gelip çizdiği sembole yerleşti. Ona hayat verdi ve onu, bilinci olan, karanlık bir yaratığa çevirdi.

Yaratık, zaman kaybetmeden çizgilerden kurtuldu, ağacın devasa gövdesini bir parazit gibi istila ederek onu ele geçirdi. Ağacı, gözünü kırpmadan katlettiğinde, gövdeyi baştan aşağı ikiye ayırıp onu karanlığa açılan bir geçide dönüştürmekte gecikmedi.

Geçidin öte yanında beliren karanlık, büyük bir şevkle eşiği geçip ormana sızdı. Gölgesinin vuruduğu toprak üzerindeki kökler, acı içinde sesssiz çığlıklar atarak, telef oldular.

Uğursuz varlığının izdüşümündeki toprağı karartıp, Aydınlığın ormanını acımasızca kirletirken; orman, ağacın kaybı ile derinden sarsıldı. Titredi. Eğer mümkünse acıyla haykırdı. İntikam ateşiyle yanan kökler topraktan dışarı fırlayıp itbarakların karşısına çıktı. Kökler, ölçüsüz bir hırsla yakaladıkları itbarakları toprağın derinliklerine çekerken, itbaraklar korkudan delirmiş gibi kökleri dişliyor, pençelerini geçiriyor ya da keskin bıçaklarıyla onları kavrayan kolları kesmeye çalışıyorlardı. Ancak hiç biri kurtulamadı. Her birinin haykırışı, yeraltının salonlarında yankılanarak ormanın derinliklerine yayıldı.

Zuhal’den kurtulduktan sonra bir ölüm makinasına dönüşen İtbarak, kayayı çoktan terk etmişti. Korkunç bir beceri ve yetenekle köklere saldırıyor, askerlerini kurtarmaya çalışırken ağaçların dallarını buduyor ve bundan da büyük bir zevk alıyordu.

Gövdesinin girintilerinden kan damlayan devasa köklerden biri ile karşı karşıya geldi. Kalın gövdesinden çıkan ince uzantıları birer kılıca dönüşen kutsal, kararan ağacın acısı ile dolu, tehlikeli bir silahtı. Merhamet göstermeyecekti.

İtbarağın yüzü kasıldı. Gözlerinden tereddüdün gölgesi geçerken hızla havayı kokladı ve gözleri hayretle açıldı. Devasa kök, bütün dikkatini karanlığın askerine vermişken, ikisi de birbirini tartıyordu.

İlk konuşan itbarak oldu, sesinde acımasız bir alay vardı:

“Vay vay vayy… Nesil Muhafızı’nın Baş Silahtarı değil misin sen? Nerelerdeydin? Senin için toprağın altında çürüyüp gitti demişlerdi? Askerini önden gönderdiğine göre herhalde seni görme şerefine ereceğiz bu gece? Nesiller geçti ama hiçbir şey değişmemiş! Hala odun kafalı sahibin yerine savaşmaya sen geliyorsun. Söylesene ne yapıyor şuan? Kökler Salonu’na sığınmış kiraz ağaçlarıyla alem mi yapıyor… Yoksa ıhlamur ağaçlarıyla kafayı mı çekiyor… Hayır söyleme, daha önemli işler peşinde değil mi? Mesela, seralardaki saksılara hapsedilmiş çocuklarını kurtarmak için eylem planı hazırlıyor!”

Kök cevap vermek yerine ani bir hareketle saldırdı. Keskin uçlarını mızrak gibi kullanıyor, İtbarak’tan gelen darbeleri karşılamak için kalın gövdesini kalkan misali eğiyor ve büküyordu. Haraketleri seri, hızlı ve kesindi. Ne yaptığını bildiği belliydi.

Harparik haykırdı. “Daha ne bekliyorsunuz, herkes geçide girsin!”

İtbarakların sayısı artık iki elin parmakları kadardı. Kökler geriye kalan kim varsa ya büyük bir zevkle katletmiş ya da kararan ağacın intikamını almak için onları toprağın derinliklerine çekmişlerdi.

İtbarak, çevresini sarmış irili ufaklı kökleri kesmeye devam ederken aynı anda büyük olanla çarpışmaktan geri kalmıyordu. Sırtına gelen sert bir darbeyle yere yuvarlandı. Nefesi kesilmiş, kavisli bıçağını sıkı sıkı tutmakla birlikte hala gözlerini açamamıştı.

Zuhal umutla doğruldu.

Kök, akrebin avına yaklaşması gibi yaklaştı. Bütün sivri uçlarını ona çevirmişti. İtbarağın göğüs kafesine nişan aldı. Ancak, İtbarak kurnazdı. Gözlerini aniden açıp hızla diğer tarafa sıçradı. Kök, bu beklenmedik hareketle toprağa saplanıverdi. Yerden çevik bir hareketle kalkan İtbarak, bütün gücüyle bıçağını savurup kalın gövdeli kökün boynunu kesti. Başsız kalan gövde yere düştü. Can çekişerek yerde kıvranmaya başladı.

İtbarak, zaferinin keyfini çıkarmayı beklemeden, kurtuluş umudunun ölüp gidişini yaşlı gözlerle izleyen Zuhal’i sırtına alıp, bağırdı:

“Gidiyoruz!”

Başsız kalan köklerin saldırı güçleri bölünmüştü sanki. İtbarakların hepsi kararan toprağa sığındılar. Harparik geçitin yanında durmuş sabırsız gözlerle onları izliyordu.

“Önce Zuhal… Önce Zuhal! Hadi hızlanın sokak köpeği kırmaları! Kamos’un zindanına vardığımızda ödül olarak bitlerinizi kanişlere temizleteceğim!”

Zuhal, nereye doğru gittiklerini göremiyordu ama geçitten yayılan karanlığın ona dalga dalga çarptığını hissetti. Boğuluyor gibiydi, gözleri sulanıyor, başı dönüyordu. Nedensiz yere aniden öfkelenmişti. Öfkesi herşeye ve herkese karşı yoğun bir hiddete dönüşürken, içinde doğan nefret onu yakıp kavurmaya başlamıştı. Dayanamıyordu. Çırpınmaya başladı.

İtbarak, az önceki savaştan bir çok yara almış ve öfkeden deliye dönmüştü. Kesinlikle tekinsizdi. Onu sıkı sıkıya tutan kaslı kollarını sıktı. Belini kavrayan pençelerini acımadan karnına geçirdi.

“Beni zorlama insan yavrusu! Kaybettiğim askerlerimin intikamını senden almama izin verilene kadar yaşayacaksın o kadar. Ondan sonra seni …”

İtbarak’ın sözleri ani bir darbeyle kesildi. Zuhal önce kendini havada buldu. Bir süre sanki süzülür gibi dallar arasında yol aldı. Çarpmanın gücü tükenince sert bir şekilde solmuş yaprakların üstüne düştü. İtbarak ise geçitten uzağa savrulmuştu.

Zorlukla gözlerini açtığında, az önce, boynu kesilen kök ile İtbarağın delice bir savaşa tutuştuğunu gördü. Kök, yeniden doğarken, nesillerin gücünü de yanında getirmiş gibiydi.

“Yerde can çekişiyordun! Ölmüştün sen…” diye düşündü şaşkınlıkla.

Zuhal, Harparikle göz göze geldi. Sırtlanın gözleri, öfke ve nefretten ıslanmıştı. Kararan toprağın sınırında yeni kökler doğuyor, telef olmaya bakmadan karanlığa uzanıp itbarakları tek tek avlıyorlardı. Harparik ona doğru gelen kökten kurtulmak için yanında duran itbarağın dizine şiddetli bir tekme attı. Yaratık olduğu yerde sendeleyince kök, Harparik yerine, yaratığın göğsünü söküp çıkardı. Bunu fırsat bilen sırtlan, geçide atlayıp gözden kayboldu.

İtbarak, kökten gelen darbenin etkisiyle geriye doğru savruldu ve hırsla gürledi. Vakit kaybetmeden, kavisli bıçağını beline soktu. Dört ayağı üzerinde kökün altına koşup, yan taraftaki ağaca zıplayarak inanılmaz bir dönüşle karanlık bölgeye düştü. Koşarken arkasına bile bakmadı. Geriye kalan bir kaç itbarakla beraber geçide girip karanlığa karıştı.

Ağacın gövdesi ise büyük bir gürültüyle arkalarından kapandığında, Orman, haykırışlar, ulumalar ve köklerin havayı yararken çıkardığı seslerden arınarak büyük bir sessizliğe gömüldü. Kaybettiklerinin acısını hissedip hala içten içe yanarken, yaprakların altında hareket eden, sürünen kökler; huzursuz, gergin ve öfke doluydu.

Zuhal büyük kökün bir yelkenli misali toprağı ikiye ayırarak ona doğru ilerlediğini gördü.

Aklında şüpheli düşünceler doğuverdi. Onu itbarak sanıyor olabilir miydi? Gerçekten kökler akılsız odun parçasından başka bir şey değilse ve şuan Harparikle daha güvende olacakken, kendini beyinsiz bir katile sunmuş olabilir miydi?

Kök iyice yaklaştı. Çıktığı muharebeden dolayı nefes nefese kalmış gibiydi. İnce kollardan biri ona nazikçe uzandı. Zuhal’in ağzını kapatan iplere dolanarak onları bir çekişte kopardı. İplerin kopan yerlerinden kan boşaldı. Zuhal büyük bir tiksintiyle haykırdı. Gittikçe gevşeyen bağlardan kurtulmak için umutsuzca çabalıyordu.

Kök, onu, bu zahmetten kurtarmak ister gibi güçlü kollarını uzattı, onu havaya kaldırıp, geri kalan ipleri de kopardı. Kopan parçalar düştükleri yeri kan gölüne çevirip çırpınarak öldüler.

Zuhal, kendini ölesiye bitkin ve yorgun hissediyordu. Lakin bunun bir önemi yoktu. Sonunda o yaratıkların elinden kurtulmuştu. Köklere teşekkür etmeliydi.

Gözlerini büyük bir çabayla açtı. Ona bakan derin gri gözleri gördüğünde ise şaşkınlıkla nefesini tuttu.

Ona bakan yüz; keskin bakışlı iri gözleriyle, çıkık elmacık kemikleriyle ve köşeli çenesine inat siyah saçların çevrelediği yumuşak hatlı alnıyla, sanki, özenle çizilmiş gibiydi. Üstelik, kanayan sayısız yarası olmasına rağmen oldukça sakin görünüyordu. Bu yüz hem soğukkanlı bir katile hem de hüzünlü bakışlara sahip şefkatli birine ait olabilir miydi?

Herşey bir yana bu adamın kolları arasında ne işi vardı?

Zuhal şaşkınlıkla konuştu.

“Sende nereden çıktın?”.

“O soruyu benim sana sormam lazım.” diye cevap verdi sakin ve güçlü bir ses tonuyla. “Birden bire evimde beliriveriyorsun. Nesillerdir uyuyan ormanı bir damla göz yaşı ile uyandırıyorsun. Dileğinin gücüyle Hatıra Ormanının sahibi olan Nesil Muhafızının dikkatini çekiyorsun. Öyle ki, beni, yani Baş Silahtarını seni kurtarmak için görevlendiriyor. İtbaraklardan oluşan bir suikast timinin elinde esir olduğun ve ormanı birbirine katan bir muharebeye sebep olduğun gerçeğini saymıyorum bile!”

Zuhal, ne diyeceğini bilemeden gri gözlere bakmayı sürdürdü. Bir kaç cümle kurma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı.

“Sen az önceki o şey misin… Kök müsün…” cümlesi havada asılı kaldı. Birisi ona kesinlikle bir açıklama borçluydu. “Ama, itbarak senin boynunu kesti! Ölmüş olmalıydın… Böyle bir şey nasıl olabilir!” diyerek, üzerine siyah deri bir zırh geçirmiş iri omuzlu savaşçıya vurmaya başladı.

“Nasıl olabilir diyorum sana! Nasıl… Nasıl…”

Kendini, kalın ve kaslı kollardan kurtararak yere attı. Gözü dönmüşçesine, kendisinin iki katı uzunluktaki iyi eğitimli silahtara saldırdı. Bacaklarına vurup omuzunu yumrukluyor, nefes nefese kalıp gözlerinin önündeki dünyanın kalın bir sis perdesi arkasında eriyip gitmesine aldırmadan, içindeki öfkeyle haykırıyordu.

Savaşçı, Zuhal’i omuzlarından tutup onu havaya kaldırdı, başını göğsüne yaslayıp bir elini beline dolayarak ona sıkı sıkı sarıldı. Diğer elini Zuhal’in saçları arasına geçirmişti. Başını eğip fısıldadı.

“O geçit Kara Güneş’in gözelerine açılıyordu ve ne yazık ki karalığın özüne maruz kaldın. Nesil Muhafızı seni kurtarmam için haber gönderdiğinde çok uzaklardaydım. Buraya ulaşana kadar askerlerimi uzaktan yönetmem gerekti. O gördüğün kök ise tecrübeli askerlerimden biriydi. Gücünü benden aldığı sürece ona ne kadar zarar verildiğinin bir önemi yok. O yüzden korkma. Ve Zuhal, ne kadar hızla yanına gelmiş olsam da seni korumam gerektiği kadar koruyamadım. Geldiğimde çoktan geçitin gölgesine girmiştin. Bu yüzden, karanlık hastalığına yakalanmanı engelleyemedim. Çok üzgünüm. Bundan sonra seni asla yalnız bırakmayacağım. Adımın Doğu olduğu kadar eminim bundan. Şimdi, Zühre’nin Yıldızı, içindeki karanlığın çıkmasına izin ver. Yalnız değilsin.”

Zuhal, Savaşçı’nın odunumsu, baharatlı ve insanı uyuşturan kokusu derin derin içine çekti. Hiçbir şey düşünemez hale gelmişti. Gözlerinden iri siyah damlalar akarken o güçlü kolların arasında kendinden geçip bayıldı.

Dipsiz

Aklı, fikri ve kalbi dokuz katlı Düzen’e yayılmış hikayeleri bulup çıkarmak ve onların koruyuculuğunu yapmak olan bir Dipsiz’im. Plazada çalışan bir beyaz yaka, öğrencilerine ilham fısıldayan bir resim öğretmeni ya da kendi işinin peşinde bir küçük esnaf olabilirim. Hangi kimliği giyersem giyeyim değişmeyecek olan şey bir gün Yüzüklerin Efendisi’ni okuduğum ve hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmadığıdır. Üniversitede ya da yüksek lisansta öğrendiklerimin hepsini unuttuğumun, çeşitli işlerde çalıştığımın, yabancı dil bildiğimin hiç bir önemi olmadığını bu platformda tek istediğim; 2000 yıla yayılmış mitolojik mirasımızın çok boyutlu ve katmanlı yapısı ile hikayeler anlatmaktır.

Hatıra Ormanı – Kamos’la Tanışma” için 6 Yorum Var

  1. Adeta esaslı bir romanın içindeki bir kesit gibi. Kusursuz denebilecek bir anlatımınız var. Oldukça akıcı, dingin ve okuyucuyu yakalayan cinsten… Elinize sağlık.

    1. Sevgili Onur, cömert yorumunuz için çok teşekkür ederim. Eğer sizi bir anlığına dahi olsa hikayenin içine almayı başarabildiysem benden mutlusu yok.

      Sevgiler
      Dipsiz

  2. Muazzam üstü… Gerçekten; betimlemeleriyle, üslubuyla, adeta kalite kokan bir öykü. Baştan sona karakterin geçmişini, yaşadıklarını güzelce yedirmişsin hikayene.
    Özellikle bize ait motiflerin olması da gayet güzeldi.
    Bir-iki yerde basit, gözden kaçmış noktalama işaretleri de nazarlık olsa gerek.
    Ellerine, kalemine sağlık. Yeni hikayelerde görüşmek üzere…

    1. Selamlar Mustafa,
      Okuduğun, yorum yaptığın ve beni daha cesaretlendirdiğin için çok teşekkürler. Nazarlıklarımı da gördüm 🙂
      Başka hikayelerde görüşmek üzere.
      Sevgiler
      Dipsiz

Dipsiz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *