Öykü

Kabin

Devrimler ve savaşlar insanları olduğundan olgun gösterir derdi yakın bir dostum. Çünkü devrim ve savaş dünyanın acımasızlığını insanın yüzüne en iyi biçimde vuran şeylerdir. Canı acıyan insan öğrenir tecrübe etmeyi ve o tecrübelerdir ki insana öğreten asıl gerçekleri. Son düşüncelerim buydu hayata dair. Sonra kendimi kapalı, karanlık bir odada buldum bir anda. Sessizlik o kadar yoğundu ki nefesimin sesi bir gürültüydü adeta. Işık, karanlık odayı üsten doldurdu. Her yer aniden aydınlanıverdi birkaç saniye içinde. Şaşkınca çevreme baktım, yansımalarımdan oluşan bir kabindeydim. Sağım, solum, üstüm, altım… Her tarafım aynalarla çevrelenmişti. Kabinde sonsuz sayıda benle yalnızdım. Yansımalarımdan birine yaklaştım ve kendimi incelemeye başladım.

Aynadaki aksim bana oldukça benziyordu, gözleri dışında. Eskiden sahip olduğum gözler gitmiş, yerine akı kaybolmuş simsiyah gözler gelmişti. Gözlerim normal şartlarda beni ürkütürdü ama bugün onları oldukça sıradan bir şeymiş gibi karşıladım ve sorgulamadım, tıpkı bu kabinde nasıl geldiğimi sorgulamadığım gibi.

Gözlerime odaklanmış, kendimi izlerken aynanın üzerinde beliren numaralar dikkatimi çekti. Beyaz ışık saçan numaralardan birine dokundum ve aynalı kabin hareket etmeye başladı. Ne yaptığımın farkında değildim ama içimden bir ses doğru olanı yaptığımı söylüyordu. Aynalı kabin titredi, hızlandı ve durdu. Kabinin durmasıyla beraber tam önümdeki ayna bin bir parçaya ayrılıp yere döküldü. Kırık ayna parçaları tekrar birleşti ve kalınca bir tahta kapıya dönüştü. Merak içinde tahta kapıya yöneldim.

Kapıyı açtığımda bulutlu göğün yeryüzüne gönderdiği gri ışık, bir anlığına gözlerimi kamaştırdı. Işığa alışmam zaman aldı. Gözlerimi rahatça hareket ettirebileceğime kanaat getirdiğimde çevreme baktım. Tamamen taşlık bir araziye çıkmıştım. Gri taşların oluşturduğu uçsuz bucaksız bir sahil ve sahili kadar mat bir deniz… İleriye doğru birkaç adım atıp ardımdaki yapıya baktım. Kapısından çıktığım yer bir deniz feneriydi. Kırmızı, beyaz şeritli göğsüyle sahilde öylece duruyordu. O da en az taşlar ve deniz kadar sıkıntı içindeydi. Yanımda duran adamı fark ettim birden bire. Daha demin yalnız olduğumdan emindim ama aniden belirivermişti yanımda. Gözlerimi fenerden çevirip yanımdaki adama diktim. Beyaz bir takım giymişti ve boynundan aşağı kırmızı bir kravat sarkıyordu. Aklımdaki soruyu biliyormuş gibi sabırsız gözlerle beni izliyordu. Aslında şu ana kadar gördüklerimi sorgulamak istememiştim ama beyaz takımlı adamda ilginç bir şey vardı. Onla konuşmak istiyordum sadece.

“Burası neresi, sen kimsin?” Adam yüzünü benden bir anlığına bile ayırmadan konuştu.

“Yedinin en altındasın, ben ise sana eşlik edecek kişiyim.” Konuştukça merakım daha da arttı.

“Peki, şimdi ne olacak?” Beyazlı adamın yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti.

“Bilmem bu sana bağlı, ya sıfıra ineceksin ya da ikiye çıkacaksın.” Adamın dedikleri anlaşılmazdı ama yüzündeki tebessüm o kadar sıcaktı ki ben de ona gülümsedim. Bir anlığına yere, gri taşlara baktım ve kafamı kaldırdığımda o yoktu. Bir süre çevreme bakındıktan sonra fenerin kapısına döndüm ve içeri girdim. Tahta kapıyı ardımdan kapattıktan sonra kapı yavaşça mükemmel bir aynaya dönüştü. Mükemmel aynanın üzerinde yine o tuşlar belirmişti. İki ve sıfır, birini seçmek zorundaydım ve ben de ikiye bastım. Kabin tekrar titredi, hızlandı ve durdu. Bu sefer önümdeki ayna erimiş gümüş misali önümden akıp gitti. Karşımda lacivert örtülü, ahşap, yuvarlak bir masa duruyordu. Masanın çevresini sarmış dört pencere, içeriyi soğuk bir ışığa boğuyordu. İçeri doğru ilerleyip masanın yanında duran iskemlelerden birine oturdum. Masanın ortasına konulmuş vazoyu oturduktan sonra fark ettim. Beyaz vazonun içindeki lacivert ve krem iki gül farklı yönlere bakıyordu. Güllerden birini almak için uzandım ve Onun karşımdaki iskemlede oturduğunu fark ettim. Güllerin rengine göre giyinmişti; lacivert bir takım, krem kravat.

“Yedinin ikisine hoş geldin.” Yüzünde yine o sıcak gülümseme vardı. Tebessümü içtenlikle karşılayıp yarım kalan sorularıma devam ettim.

“Nereye gidiyorum ben, neredeyim?”

“Ne sondasın ne de başlangıçta. Sen kendi içindesin.” Sorularıma aldığım cevaplar yeni soruları peşinden getiriyordu. İkinci sorumu sormak için ağzımı açtığım sırada, eski pencerelerden biri çarparak açıldı. Dışardaki müthiş rüzgârı o zaman fark ettim. Önümdeki adam iskemleden kalktı ve açılan pencereye yöneldi. Onunla konuşmak için ben de pencerenin önüne doğru ilerlerdim ama dışarda gördüğüm şey sorularımdan daha ilgi çekiciydi.

Birkaç dakika önce kapısından çıktığım fener şimdi karşımda duruyordu. Bize o kadar uzaktı ki serçe parmağımın boyunu geçmiyordu. Kırmızı beyaz gövdesini, yorgun vücudunu hissediyordum fenerin; pencereden içeri esen müthiş rüzgârı tenimde hissettiğim gibi. Rüzgâr, yağmur kokusunu da beraberinde getirmişti. Gözlerimi kapattım ve güzel anın tadını çıkardım. Gözlerimi açtığımda ise O yerinde yoktu, belki de yağmur kokusunu sevmiyordur kim bilir.

Masanın çevresinden dolanıp geldiğim yönde ilerledim ve parlak kabine geri döndüm. Erimiş gümüş kendini toparlayıp kapandı. Tuşlar yine bana iki seçenek sundu; sıfır mı üç mü?

Üçe basıp yoluma devam ettim. İlerleme durunca önümdeki ayna yeşil mat bir hal aldı. Sonradan beliren altın sarısı tokmak kapıyı açmam için bana yetti. Bir yerin tuvaletinde olmalıydım. Beyaz fayanslar duvarları kaplamıştı. Tuvaletten çıktım ve çevreyi inceledim. Çölün ortasındaki bir petrol istasyonundaydım. Öğle güneşi tepedeydi ve koyu yeşil, bodur ağaçların gölgeleri diplerine düşüyordu. Asfalt yolun karşısında gördüm Onu. Koyu yeşil takımı ve parlak sarı bir kravatını… Yolu geçip onun yanına vardım. Ellerini cebine koymuş, öylece ufku seyrediyordu. Bu sefer soruyu o sordu.

“Hayatından memnun musun?” Ufku seyrederken yüzündeki tebessüm kaybolmuştu.

“Herkesin ulaşmaya çalıştığı hedefler vardır. Hayatımdan memnun değilim ama ulaşmaya çalıştığım bir hedefimin olması beni direnmeye zorluyor.”

“Neye direnmeye?”

“Yalanlara ve yanlışlara.” Adam gözlerini ufuktan aldı ve bana çevirdi. Yüzünde ciddi bir ifade vardı.

“İleriyi görüyor musun, denizi?” Gözlerimi kısıp sıcağın bulanıklaştırdığı ufka baktım. İlerdeki kara gökle denizi ayırmam zamanımı aldı. Denizi fark ettiğim anda O çoktan gitmişti bile. Bana bir konuda ipucu mu vermeye çalışmıştı, bilemiyorum.

Aynalı kabine tekrar girmeden önce çevreye bakındım ama ilginç hiçbir şey bulamadım. Fayanslı tuvaleti geçip kabine girdiğimde beni yine iki adet numara karşıladı sıfır ve dört. Benim tercihim dört oldu.

Kabin yine rutin hareketlerini yaptı ve durdu. Ayna yine ahşap bir kapıya dönüşmüştü. Kapıyı sabırsızca açıp kendimi dışarı saldım. Sonsuzluğa kadar uzanan buğday tarlasının içindeydim. Ardımda ise pervanesi yavaşça dönmekte olan bir yel değirmeni vardı. Kapalı gök, gelen yağmurun habercisiydi. Gözlerimi kısıp çevreme baktım ama onu göremedim. Onu aramaktan vazgeçip geri döndüğüm sırada aniden karşıma çıktı. Kahverengi bir takım ve bulut grisi kravat takmıştı. Soru sormak yerine bu sefer onla konuştum.

“Yorgunum. Dünyadaki yaşananlara karşı tüm azmimle çalışmama rağmen bir taşı bile yerinden oynatamamak beni yıpratıyor. Bu çabalarım aslında o kadar küçük ki karşı durduğumuz şeyler için, ideolojilerimiz uğruna verdiğimiz onca savaş boşuna…” Söyleyeceklerimin devamını biliyormuşçasına konuştu.

“ve sen kendi başına bir şeyleri başarabilmek istiyorsun. İplerinden kurtulan ve kendi iradesiyle hareket eden bir kukla gibi… İnsanlarla bir kukla misali oynayan kişilerin olmadığı bir yer istiyorsun.” Şaşkınlık içinde, karşımda duran adama baktım. Aklımdan geçenleri harfi harfine bilmesi beni oldukça etkilemişti.

“Evet, ben öyle bir yer istiyorum. Ben kendimi en saf halimle bulabileceğim, temiz bir yer istiyorum.” Sözlerim bitiği gibi adamın yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti.

“Seni oraya götürebilirim.”

“Peki ya ailem, arkadaşlarım, tanıdıklarım…”

“Neden olmasın elbet onlar da gelecekler. Ama son kez asansöre binmemiz gerekecek.” İkna olmuştum. O önden değirmene doğru ilerlerken onu takip etmekle yetindim. Değirmenin kapısını açtı ve kabine girip beni bekledi. Ben de kabindeki yerimi alınca kapı kapandı ve aynaya eski yerine geldi. Adam elini, dönüşen aynaya doğru uzatınca tüm numaralar sıralı bir şekilde belirdi. Adam son numaraya, yediye bastı. Asansör yavaşça harekete geçti. Kabin hızlandıkça kalbinin hızlandığını hissettim. Sanki beni oluşturan tüm zerreler gevşiyordu. Asansörün içini parlak ışık doldururken tüm bedenim huzur ve refah içindeydi. Çünkü bana ait olan yere gittiğimi biliyordum…

* * *

“Hastayı kaybettik, ölüm saati 03.45” Doktor yüzünü kapatan maskeyi çenesinin altına çekti. Eldivenleri, terli ellerinden çıkarırken oldukça yorgundu. Bugün girdiği on üçüncü ameliyattı ve on kişiyi kurtaramamanın verdiği sıkkınlık doktorun canına tak etmişti. Duvarların üzerine geldiğini hissedince hızlı adımlarla ameliyathaneyi terk etti. Geniş koridoru ilerleyip dışarı çıktı. Yağmurlu gecenin soğuttuğu havayı içine çekerken kendini daha iyi hissediyordu. Sigarasını bulmak için ceplerini yokladı. İstediğini bulamayınca şehrin ufkundan kendine göz kırpan ışıkları izledi.

İnsanlar, diye düşündü doktor. İnsanlar daha iyi yaşayabilmek için bir araya gelir, sonra da düşünceleri uğruna birbirleriyle çatışırdılar. Ameliyathanedeki kişi bu çatışmanın kurbanıydı. Bu oyunda piyon olan insanlar resmin tümünü göremezdi. Bu savaşı piyonun ideolojisi değil piyona sahip olan kişi kazanırdı. Piyon sadece onu oynatan kişiye hizmet ederdi ister öldün ister yaşasın…

Düşünceler doktorun beyninde keşmekeşe dönüşmeden önce derin bir nefes aldı. Yeterince rahatladığını hissedince de tekrar hastaneye döndü.

Sefa Tursun

Kabin” için 6 Yorum Var

  1. Çok güzel bir öykü. Anlatılmak istenen konuyu çok iyi veren bir kurgusu ve dili var. Özellikle de giriş ve sonuç kısımları çok çok başarılı. Elinize sağlık.

  2. Fazlasıyla güzel bir anlatı ile başarılı ve oldukça zahmet isteyen bir öykü ortaya çıkarmışsınız. Karakterler arasındaki büyük diyaloglar hikâyeye heybet katmış. Güzeldi, isterdim ki sırayla tüm katları çıkalım. Bir de kahramanımızın sıfıra karşı ısrarla kayıtsız kalması nedir ki acaba. Keşke sıfıra karşı bulunan çekimserliğine dair de bir şeyler yazmış olsaydınız, en azından olmasını isterdim. Final kısmı da ayrı bir hoştu.

    Güzel öykünüz için tebrik ederim.

    1. Yorumunuz için teşekkür ederim.

      Tüm katları yazacak kadar vaktim olmadı maalesef. Karakterin sıfıra karşı isteksizliğinin birçok nedeni var aslında.
      Belki fazla kan kaybettiği için basamadı sıfıra, olması gereken buydu, ya da merakı dördüncü kata kadar çıkardı onu ve geri dönmemeye karar verdi bir daha… Sıfıra neden inmediğini siz seçin, sonuçta sıfıra gelmek için cazip ne var ki, savaşlar mı? adaletsizlikler mi? para için dökülen onca kan mı?

      Değerli eleştiriniz için ayrıca teşekkür eder, iyi günler dilerim.

hacı imrağ için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *