“Neden baba?
Anlatsana, neden susuyorsun?
Neden sesin eskisi kadar kuvvetli çıkamıyor artık? Belki de zamanında çokça yükselttiğin içindir, ne dersin?
Konuşsana baba…
Neden böyle boş boş bakıyorsun suratıma?
Hadi üflesene mumları, dilesene dileklerini.
Bir kere de olsa benim için bir şey dilesene baba.
Mutlu olmamı mesela…”
Gözyaşları içinde terk etmiştim odayı. Konuştuğum 67. yaşına basan babamdı. Kendisi 2 yıldır Alzheimer hastası ve ben dâhil hiç kimseyi hatırlamıyor. Hatta son 2 aydır doğru düzgün konuşamıyor da. Bu aralar sadece, duvarda çocukken çizdiğim tabloyu göstererek “gitti” diyebiliyor. “Gitti,”
Bakıcıya, babama haplarını içirmeyi unutmamasını tembihleyerek evden ayrılıyorum sonra. Birkaç sokağı geçiyor ve her zamanki yerimde bekliyorum. Beklerken de yine her zamanki şeyleri aklımdan geçiriyorum: Neden yaşadığımı? Ölmemem için herhangi bir sebep olup olmadığını? Neden bu sıkıcı işe her gün gitmek zorunda olduğumu? Neden ben de çocukluk hayallerime devam edemediğimi?
Sabahın 06.30’unda, güneşin henüz teşrif etmediği bu sabahta, yine etraftaki karanlık içimi de karartmış olacak, durmadan karanlık şeyler geçiriyorum aklımdan. Derken servisin far ışıkları ile aydınlanıyorum ve dağılıyor karanlıklar içimden de büyük bir hızla.
İşe geldiğimde, evden getirdiğim ekmek arası öğünümü içeri yerleştirip; üniforma, telsiz, cop ve silahımı da alıp yerime gidiyorum. İlk önce her gün benim gibi gelmeyi ihmal etmeyen emekçi arkadaşlarımı içeri alıyorum. Sonra da yüzlerini bir daha hiç hatırlamayacağım kişileri.
Ne işi mi yapıyorum? 3 yıldan beri farklı alışveriş merkezlerinde güvenlik görevlisi olarak çalışıyorum. Ama babam beni hâlâ polis sanıyor. Nedeni için biraz geçmişe gitmemiz lazım.
Çok uzun bir süre babam her gün içip, canı sıkıldıkça da bizi dövüyordu. Annem ise her gün, sigortasız çalıştığı evlerde, huzurlu evlerin gözle görülmeyen kirlerini temizliyordu. Annemden aldığım limitli harçlıklarla okumaya çalışan ben vardım bu hikâyede, bir de paranın çoğunu beynini uyuşturan şeylere harcayan babam. Annem yoktu…
Aile denklemimizde, yutan elemandı babam. Huzurumuzu, mutluluğumuzu, hayallerimizi ve daha ötesi bugünümüzü ve yarınımızı yutuyordu. Annemi yutuyordu. Ona hiçbir şey bırakmıyordu. Zaten o da çok yaşamadı. Bir gün yine nedensiz yediği dayaklar sonrasında ev temizliğine gittiğinde, pencereleri silerken ayağı kaydı ve düştü. Kendi dikkatsizliği dediler sonra ama acaba yediği dayaklar sonrasında dikkatini kendinde tutabilmeyi başarmak gerçekten kolay mıydı? Buna intihar mı demeliydik yoksa cinayet mi? Ama ben soruyu çok sormamayı tercih ettim. Bulacağım hiçbir cevap beni mutlu etmeyecekti zira…
Annemi kaybettiğimde 16 yaşındaydım. Onun cenazesinde, tabutunun üzerine toprak dökerken, onunla beraber hayatımın da önemli bir parçasının gittiğini biliyordum.
Annem okumamı çok istemişti. Bu yüzden babama boyun eğdi ve çalışmaya devam etti. Belki de ben, evden kaçış umuduydum onun. Hiç söylemedi ama belki de zamanı gelince gidecektik bu evden. Babamın yuttuğu hayallerimizi tekrar yazacaktık… Ama olmadı.
O ölmeden 2 ay önce kazandığım Fen Lisesi için, çok öncesinde bana sözü vardı. Okulun ilk günü, çıkışta beni alıp birlikte o herkesin gittiği İstiklal Caddesi’ne gidecek ve profiterolümüzü yiyecektik. Hatta daha sonra da Galata’ya çıkacaktık. Hayallerimizi uçuracaktık belki de tekrardan Hazarfen misali.
Ama uçuramadık ve uçmadan da yere çakılıp kaldık.
Hâlbuki ne kadar da istiyordum o zamanlar hayallerimin gerçek olmasını. Ne kadar da istiyordum uçmayı, yıldızlara dokunmayı. Ortaokuldan beri uzayla ilgileniyordum ve her defasında anneme:
“Birlikte gideceğiz buralardan söz, seni uzaya kaçıracağım. Babam bizi hiç bulamayacak. Uzaylı arkadaşlar edineceğim ilk, sonra onların uçan daireleri ile bir akşam kaçacağız buralardan.”
Annem yara almış yorgun suratı ile başımı göğsüne yaslayıp öpüyor ve “Gideceğiz oğlum, gideceğiz.” diyordu.
Bir gün resim dersinde, tam da bu anı resimlemiştim. Bir uçan daire balkonumuzun oraya doğru yanaşmış ve biz annemle birlikte bir uzaylının elinden tutarak içeri geçiyorduk resimde.Bu resmi ucuz bir duvar çerçevesi ile hediye etmiştim anneme.Resme baktığında gözlerinin nemlendiğini ve yine beni aynı sıcaklığı ile sarmalayıp öptüğünü dün gibi hatırlıyorum annemin. Ama garibim, babam bunu alıp kafamızda parçalamasın diye de kendi sandığında saklamıştı. Ben de çok sonradan bulabildim resmi ve olması gereken yere de gecikmeli de olsa astım: Salonun tam oradaki duvara.
Tabii annem ölünce, çalıştığı ev sahibinin sigortasız işçi çalıştırdığını kimseye şikâyet etmeyelim diye verdiği sus payı haricinde hiçbir gelir kaynağımız yoktu. Babamsa o parayı birkaç ay içinde bitirdi. Ben de bir yandan okuyor bir yandan da yarı zamanlı işlerde çalışarak eve para getiriyordum. Babam geceleri ceplerimden paralarımı aşırıp, içkiye yatırım yapıyordu. Az uyuyup çok çalışıyor, kazandığımın çoğunu kendim için harcayamıyordum.
Hiç unutmam, bir gün fizik öğretmenimiz derste uzay kampından bahsetmişti. O kadar heyecanlanmıştım ki. Öğretmenimizin ağzından çıkan her cümle, heyecanımı körüklemişti adeta. 20 kişilik kontenjan olduğundan bahsetmişti. Kampın ücretleri yüksekti ama 1 kişiye burs sağlanacaktı. “Uzayda yaşam var mıdır” konulu projeyi, en iyi şekilde hazırlayan kişi bursun sahibi olacaktı. O gün bu kampın hayali ile yatağa başımı koydum. Ne kampın ücretini karşılayacak param vardı ne de parayı bulabilecek kimsem. Bu yüzden bu projede 1. olmalı ve bursu kazanmalıydım. Öyle de oldu. Gece işten geldikten sonra, ne kadar yorgun olsam da uyumayıp, proje için kütüphaneden getirdiğim kaynakları inceliyor, gözlerim kendi kendine kapanana kadar çalışıyordum. Çalışmalarımın neticesinde bursu aldığımı öğrendiğimde, gözyaşlarım birden boşalmıştı. Öğretmenim ve arkadaşlarım neden ağladığımı hiç anlamadılarsa da, o gün annemin beni izlediğini ve yine beni göğsüne sarıp öptüğünü hissetmiştim.
Ama o kampa gidemedim ben. Babam izin kâğıdımı imzalamadı. İmzalamadığı gibi de yırtıp yüzüme fırlattı. Boş işlerle uğraşacağıma eve para getirmeliymişim. Bunu hayatını boşluğa adamış bir adamın söylemesi kadar saçma ne olabilirdi?
Çok geçmedi zaten, sonra okuldan ayrıldım. Babam içkinin yanı sıra kumara da bulaşmıştı. Hem evimiz gitti hem de içindeki çoğu eşyamız. Okula gitmek büyük bir lüks olmuştu benim için, bu yüzden ağlaya ağlaya bıraktım çok sevdiğim okulumu, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı… Ağlaya ağlaya terk ettim hayallerimi. Gözyaşlarımla birlikte akıp gitti düşlediğim hayatım ve çenemden süzülüp, yere düşüp yok oldu.
Çok fazla işte çalıştım okuldan ayrıldıktan sonra. Barlarda da çalıştım, sokakta simit de sattım. En sonunda bir gün çaresizce ne yapsam diye düşünürken güvenlik görevlisi ilanını gördüm ve ona başvurdum. Asgari ücretle, asgari bir hayata imza attım. Babama da polis olduğumu ve eğer kumara ve içkiye devam ederse onu içeri alacağımı silahımı da göstererek anlattım. İlk defa o gün benden korktu. Yalnızlıklara alışkın olduğunu düşündüğüm babamın meğerse hapishanede yalnız bir hayat sürme korkusu varmış. 1 hafta içinde evdeki tüm içki şişeleri kayboldu. Her geldiğimde, satın aldığım bir alkolmetre cihazı ile içip içmediğini kontrol ediyordum. İlk seferlerinde hâlâ içtiğini anladığımda, kolundan tutup karakola götürme numarası yapıyordum. O da yeminler ederek, daha içmeyeceğini söylüyordu. 2-3 kere bu yaşandıktan sonra, kontrollerim başarılı sonuç vermeye başladı. Artık içmiyordu. Elinden sadece sigarası düşmüyordu. Ben de onu da elinden alırsam, yine içkiye başlar diye ağzını tütünle oyalamasına bir şey demiyordum.
İşte her gün servis beklerken ben,bu yaşadıklarımı ve yaşananların bıraktığı yaraları seyre dalıyorum. Babamın her sabah yüzünü gördüğümde, geçmişten bir kesit de onunla beraber beliriyor içimde ve yatana kadar da kaybolmuyor.
Diğer yandan, çalışırken her gün yüzlerine bile bakmadan yanımdan geçen ya da cihaz öttüğü için üzerlerini aradığım kişilerin hayatı çarpıyor sağıma soluma. Hepsi bir koşuşturma içindeler. Tüketmek için girip çıkıyorlar alışveriş merkezine. Aslında her birinde ayrı birer hikâye var. Çoğu şık kıyafetlerinin ve makyajlı yüzlerinin arkasında kimsenin bilmediği bir hayatı taşıyor. Bu büyük koşturmada bırakın beni, kendilerini bile görebiliyorlar mı emin değilim. Ama öte yandan bazıları geçerken “kolay gelsin” diyor. “Günaydın ya da iyi akşamlar,” diyenler de var. Bazıları yüzüme bakıp gülümseyerek, “Hayırlı işler,” bile diyor. O anlar yaşadığımı hissediyorum. Makineden farklı bir insan olduğumu anlıyorum. Görünmez ve işe yaramaz hissederken çoğu zaman, göründüğümü anlıyorum. Bir “günaydın” gerçekten de günümü aydın edebiliyor, biliyor musunuz?
Bazen de X-ray cihazının başında otururken, çantalarının içini inceler gibi inceliyorum cihazdan geçen insanların ruhlarını. “Dııt,” diye bir ses çıkıyor geçerken bazılarının. “Bayım, büyük bir mutsuzluk kitlesi var içinizde, buradan böyle geçemezsiniz. Burası sadece mutlu olmayı becerebilenlerin yeri.” diyorum içimden. Gerçekte ise adam yüzüğünü çıkarmadığını unutup, hızlıca yüzüğünü çıkarıp, sorunsuzca geçiyor cihazdan. İşte o zaman anlıyorum. Demek ki evliliğindenmiş mutsuzluğu ve belki bunu o bile henüz bilmiyor.
Dün benim yaşlarımda, beyaz tenli çok güzel bir kadın geçti cihazdan. Geçtikten sonra çantasını alırken hapşırdı. “İyi yaşayın,” dedim ve dedikten sonra kendime de şaşırdım. Çünkü şu ana kadar böyle bir diyalog başlatan bir çabam hiç olmamıştı. Ama birlikte olabileceğimiz o kısa sürede bir fırsat yakalamışken, tereddüt etmeden çıkmak istedi harflerim ağzımdan. Kadın mendilini çantasında ararken sesimi duyup, açık kahverengi gözlerini bana çevirdi. Ve sonrasında “hep beraber” dedi ve gitti. O gün hep bunu düşündüm biliyor musunuz? Gerçekten de “hep beraber, iyi yaşamamızı” mı istemişti yoksa bu bir klişe miydi? Sonra birinin benimle birlikte iyi yaşamasının imkânsızlığında karar kıldım ve bir klişeye bağlanıp kendimi daha fazla mutsuz etmemek için konuyu içimde kapattım. Anladım ki insanlar bu aralar, bazı kelimeleri gerçek anlamlarını bilmeden, içini boşaltarak kullanıyorlar…
Bugün sabahtan beri sayılı kelime tükettim. Öte yandan dün gibi bugün de yine kalabalık ve yine yalnızım tüm bu kalabalıkların içinde. Öğle arası geldiğinde, alıyorum ekmek arasını ve her zamanki yerime gidiyorum, alışveriş merkezinin 4 kat aşağısına. Temizlik eşyalarının stoklandığı oda burası. Bu saatlerde kimse gelmiyor. Ben de kafamı dinliyorum. Yalnızlığımın içinde kalabalıklaşıyorum. Sabah servisin farları ile dağılan karanlıklarımı tekrar çağırıyorum. Neden hâlâ yaşadığımı sorgulamaya devam ediyorum.
Çocukken tutunduğum tüm hayallerim beni terk etmişken, zamanla olur diye arzuladığım hiçbir şey olmamışken, 30 yaşında genç ve ama çokça da yorulmuş bir adamın bu dünyada kalması için ne sebebi olabilir ki diye düşünüyorum. Sonra aklıma geliyor. Babam… O var. Ona bakmam lazım. Sonra kötü düşünceler sıkıştırmaya devam ediyor beni ve neden diyor, neden ona bakmak zorundasın? Tüm hayatını çalan birine, neden hayat sunmak zorundasın?
Cevabım çok yok aslında. “Çünkü o benim babam” diyebiliyorum yalnızca. Onunla birlikte mutlu olduğumu hatırladığım tek bir anım var sanırım. O da 5-6 yaşlarında birlikte parka gittiğimiz gün. O zaman da içiyor muydu hatırlamıyorum ama hatırladığım tahterevallide annemle ben, babama karşı oturuyor ve onu havaya kaldırmaya çalışıyorduk. Ama her defasında tabii kazanan o oluyordu. Aslında o zamandan beri annemle bir cephe olmuşuz biz, adını sonradan öğreneceğimiz bu savaşta. Ama kazanan hep babam olmuştu. Her zaman o…
Tek bir anımız olmasına rağmen onun yanında olmam gerektiğini düşünüyorum. Ya da onun benim yanımda olmasına ihtiyaç duyduğumdan mıdır böyle düşünmem? Yalnız kalmaktan korktuğumdan mıdır onu bırakamamam. Bu sorulara hâlâ bir cevap bulabilmiş değilim.
Her ne kadar benim güvenlik görevlisi olmam ile alkolü bıraksa da, yaşının ilerlemesi ve yıllarca kullandığı alkolün vücuduna ve zihnine olan etkisi ile çökmüştü babam. Bugün 67. Yaşına basmıştı ama bunu sadece ben ve bakıcı biliyorduk. Zira kendisi bırakın doğum gününü, ben dâhil kimseyi hatırlamıyordu.
Çok enteresan ama ben de o her şeyi unuttuktan sonra daha çok bağlandım ona. Yıllarca şiddetine maruz kalan ruhum, hiçbir şeyi hatırlamayan zararsız görünümüne kucak açtı. Yıllarca hissedemediğim babalığını, bu zamanlarda doldurmak istedim. Belki böylece içimde kalan boşluk dolar ve belki bir şeyler değişebilir dedim. Belki de aradığım cevap buydu, hâlâ yanında olmam bu yüzdendi…
Oluyor mu bilmiyorum ama bir şekilde yaşıyoruz işte. Ben işteyken, sigortasını yaptırdığım bir bakıcı bakıyor ona. Ayrıca bakıcı,yemek ve temizlik de yapıyor. Zaten maaşım da ancak bunlara yetiyor. Bazen kredi kartı ile ayı kapatmaya çalışıyor, borcu borçla ödüyorum. Bazense de öğlen yemeğim için verilen fişlerle, aylık market alışverişini yapmaya çalışıyor, AVM’de krizden dükkânlarını kapatan mağazaların elden çıkardığı kıyafetleri satın alıyorum. Bir şekilde yaşıyoruz yani. Beni karanlık düşüncelere iten para değil ki zaten. İçimde bir türlü boşluğu dolmayan hücrelerim, kabuk bağlamamış geçmiş yaralarım…
Bunları düşünürken saatin geldiğini fark ediyorum. Eşyalarımı bırakıp, servise doğru yol alıyorum. Bir günün daha yüzlerce insanı görüp, tanışamadan ve konuşamadan geçtiğini farkediyorum. Alışveriş merkezinden çıktığımda hava yine karanlık. Güneş görmeden geçen bir gün daha diyorum içimden. Servis şoförünün ışıkları yüzüme yansıtıp korna çalmasıyla irkilip, yine düşüncelerimden ayrılıp arabaya geçiyorum. Her zamanki gibi uyuyorum gideceğim yere kadar ve sonra, yine yanımdaki beni dürtüp “Ahmet, geldin.” diyor. Uyku mahmurluğu ile teşekkür edip iniyorum.
Eve geldiğimde, güzel bir tarhana kokusu beni karşılıyor. Bu koku çocukluğuma götürüyor beni. Annemin tarhanasını hatırlıyorum. Sonra da çocukluk hayallerimi: Aya gidecektim ben, sonra da Mars’a. Sonra yeni gezegenler, yıldızlar keşfedecektim. Uzaylıların gizemini çözecektim. Uçan dairelerinde beni ziyarete gelecek uzaylı dostlarım olacaktı benim.
Neden çocukluk hayallerimden bu kadar uzağım ki? İşte belki de dolduramadığım o boşluklarım, gerçekleşmemiş hayallerimdir diye düşünüyorum.
Üzerimi değiştirip, içeri geçtiğimde bakıcıyı yolcu ediyorum. Sonra sofraya geçip elime kaşığı alıp, içinde bolca çocukluğum olan tarhanayı kaşık kaşık içiriyorum babama. Sonra konuşmaya başlıyorum onunla:
“Biliyor musun, ben küçükken uzaya gitmek istiyordum. Sanırım bu tutkumun sebebi sendin baba. Çünkü o zamanlar ancak annemle beraber kaçıp uzaya gidersek, senden kurtulabileceğimi düşünüyordum. Duvarda asılı resmi görüyor musun? Bu benim hayalimdi baba. Bir gün annemle kaçış hayalimizdi. Senden kaçışımızın…”
Konuşurken o da yüzüme baksın istiyordum, bu yüzden suratını ellerimle tutup:
“Gözlerime bak!” dedim sesimi yükselterek. Sonra gözlerimin yaşını silip, bir peçete ile sümkürdükten sonra devam ettim:
“Sen bizim hayatımızı çaldın baba. Şu an hiçbir şeyi hatırlamıyorsun ama sen bizim tüm mutluluklarımızı, umutlarımızı yuttun baba. Annem de planımızı bozup, benden önce gitti uçan daireye binip. Bir ben kaldım baba. Her gece yatmadan penceremi kontrol ediyorum, acaba uçan daire pencereme yanaşıp beni de almaya gelecek mi bu gece diye? Beni annemin yanına götürüp, umutlarım ve mutluluklarımla beni kavuşturacak mı diye? Ama gelmiyor baba, o lanet olası uçan daire gelmiyor ve ben her gün kahrolası bu hayatı tekrar yaşıyorum. Her gün yüzlerce insanı görüyor ve hiçbiri ile konuşamıyorum. Her gün güneş dahi görmeden geçen zamanda içimdeki karanlığı besliyorum. Belki sen unutunca, ben de yaptıklarını unuturum, tekrar başlarız diyordum ama olmuyor baba. Olmuyor. Ben hiçbir şeyi unutmamışım. Bu tarhana kadar sımsıcakmış aslında tüm yaşananlar…”
Tüm bu söylediklerimden sonra o tabloyu eliyle gösterip, “gitti, gitti” dedi babam. O an anladım ki, aslında tablonun gizemini çözen sadece annem ve ben değilmişiz.
Sonra masadan ayrılıp odama geçip kanıra kanıra ağladım. Sadece ağlamıyordum, sanki şu ana kadar tüm biriktirdiklerim de içimden dışarı boşalıyordu. Durduramıyordum kendimi, ağladıkça daha çok ağlayasım geliyordu. O kadar uzun sürmüş olacak ki bu ağlama seansı, hasta babam bile anlamış bir şeyler olduğunu. Odamın kapısından bana bakarken yakaladım onu. Sonra içeri aldım ve ona sımsıkı sarıldım. İlk defa sarılıyorduk. Öyle sıkmışım ki onu, öksürdüğünde fark ettim ve sonra sarılmayı bıraktım. Onu sofraya getirip yemeğini yedirmeye devam ettim. Ağzını zorla açıyordu. Onun da canı sıkılmış gibiydi. Birkaç lokma yedirdikten sonra daha da zorlamak istemedim. Onu odasına götürüp, yatırdım. Sonra ben de yemeğimi yedim ve odama geçtim. Perdeleri kaldırıp gecenin karanlığını izlemeye başladım. Ne çok yıldız vardı bugün. Acaba annem hangi yıldızdan izliyordu beni? Peki ne zaman almaya geleceklerdi beni de kendilerinin yanına?
Yastığa başımı koyduğumda; gözlerim yıldızlarda kalbim ise hiç gerçekleşmemiş umutlarımda takılı kalmıştı ve böylece de uyuya kalmıştım.
Sabah bir çığlıkla uyandım. Saate baktığımda 6’ydı yani bakıcının geliş saatiydi. Sonra fark ettim ki bu ses de bakıcımdan geliyordu. Yorganı üzerimden atıp içeriye doğru koştum. Telaşlı bakıcı bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Sonra asıl görmem gereken şeyi gördüm koltuğun üzerinde Babam, duvarda asılı duran resim çerçevesi kucağında kendinden geçmiş bir şekilde duruyordu. Bakıcı telaşla:
“Ahmet Bey, deminden beri dürtüyorum ama hiç cevap vermiyor. Sonra nefesine baktım. Galiba…”
Cümlesine devam etmesine izin vermeden hemen babamın yanına geçip, başını ellerime alıp:
“Baba, hadi uyan. Yine neden susuyorsun baba, hadi kalk” dedim. Sonra bileğini tuttum ve nabzının atmadığını fark ettim ve elimden kaydı bileği öylece.
Babam ölmüştü. Kucağında annemle kaçış planımızın resmedildiği çerçeve vardı. Anlaşılan dün yine benim fark edemediğim uçan daire evimize yanaşmış ve babamı da alıp götürmüştü. Ve geriye yine yeniden bir ben kalmıştım…
Cenazesi sessizdi babamın. Mahalleden birkaç kişi vardı. Bir de artık işsiz kaldığı için mi yoksa babam öldüğü için mi üzüldüğü bilinmez bakıcımız. Tabutuna ilk toprağı ben döktüm. Kürek kürek boşaltırken toprağı tabuta, ben de kürek kürek kayboluyor gibiydim.
Hayata hâlâ devam etmek için geçerli yanıtlarım var mıydı artık? Sanki hepsi atlayıp uçan daire ile birlikte gitmişlerdi. Beni dünyada tutacak tüm nedenlerim gitmişti.
Bir ben kalmıştım.
Kaçış planında bir türlü kaçamayan ve kendinde kalan bir ben.
Uçmak için kendi kanatlarının farkında olmayan ve sürekli bir uçan daireyi bekleyerek ancak böylece uçabileceğini zanneden, hayatını da böylece tüketen bir ben…
- Adı Malum - 1 Nisan 2020
- İkinci Kez Doğmak Mümkün mü? - 1 Mart 2020
- 0. Kat - 1 Şubat 2020
- Kaçış Planı - 1 Ocak 2020
Çok çok teşekkür ediyorum. Kelimelerim bir sonraki hikaye için şimdiden sabırsızlar, yazmaya devam edeceğiz bu motivasyonla
Merhaba.
Günlük bir dil ve akıcı kullanım…
Bağlaç kullanımlarınızda “ama” ile başlayan cümleler gördüm.
Öykünüzün bir yerinde " Onun cenazesinde, tabutunun üzerine toprak dökerken," diye bir bölüm var. Cenazeler tabuttan çıkarıldıktan sonra kefenli haliyle gömülürler bazı istisnalar dışında. Bu konuyu araştırdım ve istisnaların toprağın yapısı ile ilgili olduğunu öğrendim. Bazı ülkelerde de tabut ile gömülmesi kuralmış. Bilginize.
Onun haricinde, Galata’dan hayallerin uçurulması güzel bir anlatım olmuş. Yüzük - x-ray cihazı bölümü hoş fakat yüzükler x-ray cihazına yakalanıyor mu bundan emin değilim Burada bir mecaz da yapmış olabilirsiniz tabi.
Öykünün ana karakterinin durumu üzücü. “İyi yaşa” dediği ve karşılık aldığı avm çalışanı ya da müşterisi ile hikayenin sonunda diyaloğa başlamaları bu üzgün havayı ortadan kaldırabilirdi belki. Tabi bu benim iyimserliğimden kaynaklı bir son olurdu. Yazar sizsiniz
Paylaşımınız için teşekkür ederim. Güzel bir öykü kaleme almışsınız. Özendiğiniz her halinden belli öykünün.
Tekrar görüşmek dileğiye.
Sevgiler…
Çok teşekkür ediyorum. Bir alışveriş merkezinin giriş kuyruğunda beklerken, uzaktan göz göze geldiğimiz bir güvenlik görevlisinin bana emanet ettiği bu hikayeyi beğenmene çok sevindim. Yazarken ben de Ahmet’in hikayesinden çok şey öğrendim. Diğer öykülerde buluşmak dileğiyle…
Sevgiler.
Yakın zamanda başka bir Ahmetle tanışacaksınız diyeyim o zaman Piramitte görüşmek üzere.