Öykü

Külün Gülleri

“Ateşle doğan, ateşle ölür”

Ayağının küçük parmaklarının çevresinde dolanan solucanlardan iğrenerek de olsa çömeldiği yerde kalmaya devam etti çocuk. Ne de olsa solucanlar insanları yiyemezdi…

“Di mi dede?” diyecekken başını kaldırdığında dedesinin çoktan beş – on metre uzaklaştığını fark etti. Bahçeli, üç katlı yazlık tipi evde dört yıldır dedesiyle yaşıyordu… Annesi ve babası bir kazada ölmüşler

‘Kapıyı açıp bir odaya girdiler…’ demişti dedesi

ve çocuk da burada yaşamaya başlamak zorunda kalmıştı…

Hayat ilk başlarda zordu ama bu zorlukları küçük olduğu için çabuk atlatmıştı, ne de olsa daha dört yaşındaydı ilk geldiğinde!

Etrafı güllerle dolu olan bu evde ne günler geçirmişti, hayal meyal hatırlıyordu… Asıl sorunlar o yıllarda yoktu ama adaptasyon süreci yıpratmıştı hem çocuğu, hem de dedesini…

Ancak “sorun” olarak nitelendirilebilecek şeyler ortaya çıktığında birbirlerine alışma süreçlerini yeni yeni tamamladıkları için ve sağlam bir temele oturttukları için, tüm sorunlara birlikte göğüs germeye başlamışlardı…

Misal; anne – babasının öldüğü kazada nasıl olduysa suçlu da onlar olunca, kasko kapıya dayanmıştı… Ödemesine ödenirdi de; çocuğun dedesi inatçı bir adamdı, haklı olduğunu düşündüğü bir davası vardı ve parayı ödememek de haklı olduğu doğrultuda yaptığı işlerdendi…

Bir süre sonra da icracılar kapıya dayanmışlardı… Kaskonun ödenmeyen parası dağ gibi birikmiş ve üstüne bir de geçen yılların borcu binmişti… Uzun bir müddet boyunca gel – git yapan bürokratlar bir türlü istedikleri miktarı inatçı ihtiyardan tahsis edememişti…

Sonra birden bıçak gibi tüm sorunlar kesilmişti…

Gelen haciz memurları, bürokratlar, araya girmeye çalışan hatırı sayılır “tanıdıklar” birden gelmez olmuştu…

Çocuk bu sıralarda 6 – 7 yaşlarındaydı pek umursamamıştı, sonra sık sık düşünecek vakti olsa da anlamlandıramamıştı. Pek de umrunda olmamıştı doğrusu… Gelmişler ve gitmişlerdi, mühim olan buydu. Artık yoklardı…

*

Birkaç yıl sonra da çocuğun okula başlama derdi olmuştu. Neden “dert” olmuştu bu durum? Adam en yakın şehir merkezine kırk kilometre uzakta tek başına yaşıyordu da o yüzden…

Ancak çözümü de bir süre sonra bulmuşlar ve adamın uzun yıllarının birikimi olan parasının bir kısmını bir araba almak için harcamışlardı… Eski bir kamyonet vardı aslında ama, çok külüstürdü ve her gün iki kere kırk kilometre gidip gelmesi meçhuldü…

“Üzülme evlat, zaten ben de bu ücra yerde sıkılıyordum… Haftada en azından beş gün şehre inmek benim için de iyi olur… Görüşeceğim dostlarım, konuşacağım konularım olur…” demişti adam.

Çocuk da biraz zorla da olsa inandırmıştı buna kendisini: Dostlar mı?

Dedesinin üç yıl boyunca konuştuğu tek yabancı insanlar bir süre sonra gelmeyi kesen takım elbiseli, resmî insanlar olmuştu. Bu yüzden inanması çok zordu buna çocuğun ama madem dedesi öyle diyordu, öyle olacaktı…

Ve gelmeler, gitmeler başladı… Okuldan birkaç arkadaşı olsa dahi hiçbiriyle okul dışında görüşmemişti çocuk… Her sabah okulun saatinin iki saat öncesinde uyanıyorlar, kahvaltı yapıp arabaya atlıyorlardı… Zor bir tempo olmasına karşın iki yıldır üstesinden geliyorlardı… Hafta sonları da dedesi tüm zamanını bahçesine ayırıyordu, çocuk da onu seyrediyor veya ödevlerini yapıyordu… Üç haftada bir pazarları gene şehre iniyorlar, ufak tefek alışverişleri yapıp dönüyorlardı… Ritüelleri olan ancak asla sıkılmadıkları bir hayatları vardı…

Ancak bir sorun vardı ki; çocuk dedesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu… Hiçbir şey!

O okuldayken dedesi nerelere gidiyordu, eskiden ne iş yapmıştı, şimdi hiçbir yerden para almamasına rağmen nasıl oluyordu da yaşamlarını böyle rahat bir şekilde idare ettiriyorlardı, neden bahçede bir tek güller yetiştiriliyordu ve daha binlerce soru vardı çocuğun kafasında…

Ve tabii, kaç yaşındaydı?

Bazen çocuğun dilinin ucuna kadar gelse de sorular, sanki dedesi bir şeyleri anlıyormuş gibi koyu kahverengi – koyu kızıla çalıyordu sanki – gözlerini dikip bakıyordu… Öyle olunca da diyeceklerini unutuyordu çocuk…

Yerdeki solucanlardan birine parmağını uzatıp gittiği yolu kesti, solucan etten duvara çarpınca bir an sendeledi, sonra paralel bir yol tutturdu; devam etti…

Bir daha yolunu kapadı, bu sefer doğrultusunu düzeltip gene yoluna devam etti solucan… Bir daha yapacakken dedesinin seslendiğini duydu… Yanına doğru, bahçede belli aralıklarla konulmuş mermer parçalarını adımlayarak gitti… “Bak” dedi sadece elindeki çapayı uzatarak, çapanın doğrultusunda baktığında ise ufacık bir yumurta gördü çocuk… Tam o sırada parmağında da bir acı hissedip çığlık attı; solucan ısırmıştı! Dedesi de dikkatli bir şekilde solucana bakmaya başlamıştı şimdi…

“Ne ki bu?” diye sordu çocuk, parmağını emerken, sonra düzeltti; “Hangi hayvanın yumurtası?”

‘Bilmem’ dercesine omzunu silkti adam. Yumurtanın düştüğü yerden on metre uzakta bir ağaç vardı ancak bugüne kadar bir kere bile bir kuşun konduğu vaki olmamıştı… Dedesinin de aynı düşüncede olduğunu, ağaca bakıp gözlerini kıstığında anladı çocuk… Kuş yumurtası değilse, neydi bu?

Dedesinin hareketlenmesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı çocuk. Eğilip koca parmaklarıyla ufacık yumurtayı nasıl da dikkatli kavradığına hayret etti… Sanki iki milim daha sıkı tutsa yumurta çatlayacak gibiydi… Avucunu açmasını işaret etti gözleriyle çocuğa, çocuk da avuçlarını açınca yukarıdan bıraktı ufacık yumurtayı… Bir an sekip düşecek gibi olduysa da, iki avcun birleştiği, sanki ufuk çizgisi gibi ulaşılmaz görünen çizgide yukarı aşağı iki – üç gidip gelen yumurta zınk etti durdu.

Bir an dede – torun için zaman durmuş gibiydi… Sanki yumurtadan bir anda bir şey çıkacak gibi beklediler… Her beklenen anda sanki çocuğa yumurta daha ağırlaşıyor gibi geldi…

Zaman durmamış, bilakis hızlanmıştı sanki… Yolun öte ucundan biz toz bulutu kalktı… Harıldayan bir simsiyah jip gürültüsü git gide yavaşlayarak ve motoru daha bir öksürerek evin bahçe duvarının önünde durdu… Camları siyah olduğu için içerisi görünmüyordu, arka kapısı yavaşça açıldı… Aracın tüm haşmetine karşın, süklüm püklüm omuzları çökük, yanlarından basınç uygulanmışçasına çökük yanakları ve önü kelleşmiş saçlarıyla gözlüklü bir adam indi…

*

Sebepsiz bir irkilme içindeydi adeta, ellerinde tuttuğu dosya benzeri bir şeyi sıkı sıkıya göğsüne bastırmıştı… Bu haliyle çocuğun kafasında üst sınıflarındaki artık upuzun çorap giymeme yaşına gelmiş kızların okul çıkışı sevgilileriyle buluştuğu halleri uyandırmıştı… Dedesinin yavaşça doğrulduğunu, yumurtayı incelerken ikisi de eğilmişti, ve elindeki çapayı biraz daha sıkı tutmaya başladığını fark etti çocuk, hayal meyal…

Biraz hızlı bir çıkışla yürüyecekti ki, torununu fark ettikten sonra duraksadı.. “İçeri gir.” dedi soğuk bir tonla… Çocuk tam içeri yönelmişti ki, dosyalı adam biraz telaşa düşüp adımlarını hızlandırdı, çocuğun önünü kesti adeta… Elindeki dosyayla yolunu kesti… “Yoo yoo gitmesine gerek yok…” dedi titrek bir sesle, “.. zaten üç beş şey söyleyip gideceğiz.. Gideceğim…”

Cümlenin sonlarında hepten kısıklaşan sesi yüzünden zor duyulduğunu anlamış olacak ki, öksürüp boğazını temizlemek istedi… Ancak bir türlü bitmiyordu öksürüğü, yüzü kıpkırmızı kesildi… Çocuk korkmaya başlamıştı ki, dedesi gidip elindeki çapayı adamın sırtına üç kere yanlamasına indirdi… Nihayet dosyalı adam duraklayabilmişti…

Biraz mahçup biraz da korkak gözlerle çocuğa ve dedesine doğru bakıyordu şimdi…

“İşin aslı, nasıl diyeceğimi bilmiyorum… Bu davayla da ben sorumlu değildim hatırlarsanız… Sadece evrak sorumlusu olduğum için geliyordum…”

O sırada çocuk bu adamı nereden hatırladığını buldu; yıllar önce kasko için gelen takım elbiseli, kötü suratlı adamlardan birisiydi bu… O ana kadarki ufak da olsa varolan sempatisi sönüvermişti… Daha bir ilgiyle dinlemeye başladı adamın sözlerini…

“.. İşte, o günlerden beri geriye tek ben kaldığım için şirket beni görevlendirdi…”

‘Kaldığım mı?’

Dedesinin yüzünün daha bir asıldığını fark edebiliyordu şimdi…

“Cidden, sizi hiçbir şeyle suçlamıyoruz!”

Artık adamın sesi viyaklamaya dönüşüyordu adeta… Çocuk, adamın neden bu kadar korktuğunu anlamaya çalışıyordu…

E bir de suçlayın bari!

Dedesi, adamla ilk defa konuşmuştu geldiğinden beri ve bu bile adamın rengini daha da soldurmaya yetmişti… İşin ilginci, çocuk da korkmaya başlamıştı şimdi: Ne oluyordu? Ne olmuştu?

“Yok yok cidden… Kasko davasını da geri çekeceğiz ama önce birkaç imza gerekiyor…”

Dedesinin biraz olsun sakinleşip en azından elindeki çapayı gevşettiğini görünce çocuk da rahatladı.

“İzin verirseniz bir oturalım, siz sözleşmeyi son kez bir okuyun öyle karar verin isterseniz?”

Eliyle balkondaki masayı ve sandalyeleri işaret eden dedesinin arkasında gitmeye başladı çocuk… Biraz çekinceli, biraz da meraklıydı… Üçü de sandalyeye oturduğunda aklına elindeki yumurta geldi çocuğun, avucuyla sıkı sıkı kavradığı yumurta…

“Ben bunu içeriye koyayım…” diye yerinden kalktı. Dosyalı adamın kağıtları çevirirken çocuğun gidiyor olmasından duyduğu heyecan iyice ortaya çıkmış, kağıtlar birbirine karışmıştı…

Sıcak bir yere koy, üst katta pencerenin hemen önünde bir minder var… Oraya koy… dedi dedesi ve zaman zaman kızıla çalan kahverengi gözlerini dosyalı adama dikip dinlemeye başladı

Tel kapıyı yavaşça açıp içeri girdi çocuk, tam kapatırken de dışarıdaki arabaya gözü çarptı. Araba demek çok hafif kalıyordu; devasa ötesi bir jipti bu… Sağ tarafının camı azıcık aralıktı yalnız içi de dışı kadar siyahtı ki; hiçbir şey görünmüyordu… İçini çekip elindeki yumurtayı daha dikkatli tutarak yukarı kata çıktı…

Güneş tüm haşmetiyle sağ koridorun sonundaki odanın içindeydi adeta… Odanın içinde sıcaklık dışarıdan fazla bile olabilirdi… Dedesinin sık sık pencerenin kenarındaki sandalyede oturup kitap okuduğunu görmüştü, o sandalyenin üstünde de bir minder vardı. Dedesinin bahsettiği yer burasıydı. Yavaşça yumurtayı minderin üstüne bıraktı… Sonra geri çekilip tekrar baktı… Gülümsedi.

Aşağı inip tel kapıya yanaştığında dedesinin genelde yeleğinin iç cebinde taşıdığı gözlüğünü takıp kağıdı okuduğunu, dosyalı adamın da bir yandan göz ucuyla kendisini getiren jipe, bir yandan da kağıdı okumakta olan dedesine baktığını fark etti… Balkona çıktığında ise dosyalı adamda bir rahatlama hissi sezdi… Neden bu kadar korkuyorlardı ki dedesinden?

En nihayetinde boşluğa elini sallayan dedesi sessizliği de bozdu.

“Hemen…” diye elini ceket cebine attı dosyalı adam. Ve bir siyah kalemi uzattı…

Tekrar imzalayacağı yeri son kez kontrol edip bir çırpıda imzasını attı adam… Dosyalı adama doğru uzattı oturduğu yerde… Dosyasının içine koydu bu A4 ebatlı beyaz kağıdı ve sanki dosya, kağıdı yutuverdi; yok oldu içinde adeta… Ayağa kalkan dosyalı adama eşlik etmedi bu kez… Adam buruk bir gülümsemeyle çocuğun da önünden geçip jipe bindi, gitti…

Jipin kaldırdığı toz toprak dağılıp sesi de git gide uzaklaşarak duyulmaz olunca, dede – torun bakakaldılar… Neden sonra, dede yerinden kalktı; sert ve emin adımlarla çocuğa doğru yanaşıp yanından geçti… İçeri girdi… Çocuk göz ucuyla takip etmeye başladı kapının önünden.

Mutfağı pas geçip bir yanındaki, merdivenlerin başlangıç noktasında duran sürekli kilitli tuttuğu ve depo olarak kullandığı odayı yeleğinin iç cebindeki anahtarıyla açıp içine girdi… Tekrar bir kilit sesi duyuldu…

O odaya hiç girmemişti çocuk… Küçüklüğünde okuduğu masalların etkisinden midir nedir, merak falan da etmiyordu…

Küçüklük yıllarını anımsadı birden. Dedesinin O’na her gece masal okuduğu yılları… Ancak nedense hiç mutlu sonla biten masallar değildi bunlar… Bir keresinde dedesi “Mavi Sakal” diye bir masal anlatmıştı da, iki hafta hiç uyuyamamıştı korkudan! O günlerden beri “girme” denilen bir odaya asla girmedi…

Tekrar bahçeye döndü, her yer gül doluydu… O kadar parlak renkliydi ki bu güller… Dünyanın hiçbir yerinde göremezdiniz böylesini! Öyle bir topraktı ki aynı zamanda, o kadar mı verimli olur bir toprak? Her budanan güle karşılık olarak beş gül daha çıkıyordu! Bir keresinde bir tane gülü habersizce kesip öğretmenine götürmek istemişti ama keserken parmağı kanamış ve ayrıca gülü içerideki masaya koymuş olmasına karşın aynı yerde bulamamıştı… Siyah – gri karışımı bir toz birikintisi vardı sadece…

Olayı dedesine anlattığında beklemediği bir şekilde sert tepkiyle karşılaşmış ve bir daha bahçeden gül toplamayacağına dair söz vermek zorunda kalmıştı…

*

Şimdi bahçeye baktığında o gün kestiği gülün yerini rahatça görebiliyordu… Nedense orada bir daha hiç gül bitmemişti… Zaman zaman dedesini, bahçeye bakıp kendi kendisine konuşurken yakalardı; çoğunlukla neden o minnacık yerde gül bitmediği konusunda sık sık düşünüp fikir üretiyordu… Her duyduğunda istemsizce o gün kesilen parmağını emerdi…

Birkaç gün önce de bir telefon konuşmasını duymuştu istemsizce, telefon görüşmesini yabancı bir dilde yapmasını ise anlamamıştı; hangi dili konuşuyordu ve kiminle?

Bahçeye bakarken gene istemsizce parmağını emdiğini fark ettiğinde bunları düşünüyordu çocuk… Tam o sırada dedesi içeriden çıktı, elinde bir poşet toz vardı.. Çocuk birazcık dikkatli baksa bu tozun yıllar önceki o gülün yerinde bulduğu tozla aynı renkte olduğunu fark ederdi… Ancak o sırada gözü uzaklara dalmıştı: Koskoca arazi boyunca ileride tek duran ağacın dalına konan kargaya… Sanki karga da tam onun gözünün içine bakıyordu!

Sanki yüzyıl gibi gelen bir süre içinde “bakıştılar”, neden sonra aradaki sessizliği karganın “Gak”laması bozdu… Uzun ve derin bir sesti bu… Sonra karga yavaş hareketlerle tünediği dalda sağa kaydı… Aradan geçen birkaç dakikadan sonra nereden uçup da geldiği anlaşılamayan bir karga daha tüneyivermişti ağaca… İkisi de hiç ses çıkarmadan çocuğa doğru bakıyordu şimdi…

Çocuk birden ürperivermişti. Daldığı bu hislerden birden titreyerek kendine geldi… İki karga hala dalda duruyordu ancak fazla bakmamaya çalıştı ağaca doğru… Dedesinin eğildiği yerden doğrulduğunu fark etti; yıllardır boş olan minnacık yere eğilmişti…

Elindeki boş poşeti katlayıp üstündeki yeleğin iç cebine sokuşturuverdi… Gelip balkondaki masanın diğer ucundaki sandalyeye oturdu… Elleriyle saçını karıştırıp güneşin batışını sessizce izlemeye başladı. Artık günün son ışıkları vuruyordu yaşlı adamın yüzüne. Çocuk dedesini sanki ilk defa görüyormuşcasına ayrıntılı bir şekilde incelemeye başlamıştı… Yılların geçip gitmesiyle adamdan götürdüğü tek şey gençliği değildi elbet; yüzünde deformasyonlar ve çopurlar oluşmuştu… Kırışıklıklar da cabası… Yine de çirkin sayılmazdı yaşlı adam… Hele ki gençliğindeki halini gözünün önüne getirmeye çalıştıkça çocuk, dedesinin cidden yakışıklı bir adam olduğu hissine kapılıyordu…

“Dede…” diye az da olsa bir çekinceyle söze girdi çocuk. “.. sen gençken çok mu yakışıklıydın?”

Sanki güneşi keşfediyormuş gibi dikkatli bir şekilde ufuk çizgisine bakan adamın kırmızıya çalan gözbebekleri bir an titredi, sonra çocuğa döndü… Bilgelik ve dinginliğin yanında bir şeyler daha vardı bu gözbebeklerinde; ama ne?

Çorak bir toprakmışcasına kuru ve cansız görünen yüzü yavaşça gerildi, adamın yüzüne ufak bir tebessüm yerleşti.

“Sanıyorum evet, evlat…” dedikten sonra duraksadı, elini yeleğinin içine doğru attı, bir paket sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekip havaya doğru üfürdü… Çocuk dumanı takip ederken bir an gözü ağaca takıldı; kargalar dört tane olmuştu! İrkildi istemsizce…

“Hele askerdeyken, izne çıktığımda hep yeni bir kızın numarasını alıp dönerdim…” dedikten sonra göz kırptı: “.. Tabii ben istemezdim, kendileri gelip verirdi numaralarını!” diye ekleyip boğuk bir kahkaha attı, çocuk da kendiliğinden gülümsemeye başlamıştı…

“Askerlik mi, nerede yaptın dede?” diye sordu merakla.

Gülümsemesi bir an donuklaştı sonra kayboluverdi adeta. Bu kadar hızlı bir dönüşüm beklemiyordu hiç! Sigarasından daha derin bir nefes alıp hızlı bir şekilde burnundan savurdu dumanını…

“Kore’de evlat, lanet olası Kore’de…” dedikten sonra tekrar ufuk çizgisine döndü bakışları, artık otomatiğe bağlamış gibi içiyordu sigarasını… Çocuk da susması gerektiğini hissetti; yanlış bir soru sormuştu…

Sanki düşüncesini okumuş gibi kesin konuştu dedesi; “Hayır evlat, senin sorun değil benim yaşadıklarım yanlış şeylerdi… Hadi, akşam yemeği için bana yardım etsene?” dedikten sonra sigarasının son nefesini çekip masadaki küllüğe bastırarak ayağa kalktı…

Güneşin son ışıkları da çocuk ve dedesinin ufak dünyasını o günlük son kez aydınlatırken, çocuk içeri girdiği sırada dala konan yeni karga ile dalda tünemiş karga nüfusu dokuzu bulmuştu…

Tabakları çıkardıktan sonra salatayı hazırlamaya başladı çocuk. Dedesiyle yaptıkları iş bölümü gereği, salata ve sofra düzeni onun işiydi… Salatayı hazırladıktan sonra tabakları da alıp balkona çıktı…

Yavaştan akşamın çökmeye başladığı anlaşılıyordu artık havanın renginden… Gölgeler daha koyu hale geliyor, sürekli parlayan güller matlaşıyordu… Birden bir fısıltı duydu çocuk, daha doğrusu havayı yaran bir “şey”in çıkardığı sesi…

Kafasını hafifçe kaldırdığında ise bir karartının başının üstünden pike yapıp yukarı yöneldiğini gördü ve cama çarpma sesini duydu… Yere düşünce yanına doğru koştu, eğilip bakınca bunun bir karga olduğunu gördü… Anî bir refleksle ağaca doğru baktığındaysa ilk dalın dolduğunu, artık gelen kargaların ikinci dala tünemeye başladığını gördü… O sırada bir tanesi daha üstteki daldan havalandı, birkaç saniye adeta havada asılı kaldıktan sonra göğü yaran bir çığlık atıp hızlı bir şekilde eve doğru uçmaya başladı!

Çocuk ne ağzını açabiliyor ne de hareket edebiliyordu… Karga gene onun vücudunun çok yakınından geçip yukarı doğru pike yaptı, gene aynı cama çarpma sesi duyuldu ve az önceki karganın yanında bir tane daha vardı şimdi…

Bu sesleri duyan dedesi de balkona fırladı, önce olduğu yerde kalakalan çocuğu, sonra yerdeki iki kargayı ve en son da karşıdaki ağaçta hareketsizce tüneyen kargaları gördü… Bir an duraksadı, sonra bir hışımla koşup yerde duran kargaların birini bir eline, diğerini diğer eline alıp sırayla ağaca doğru fırlattı… Kargalar yarı yolda yere çakılmıştı ancak bu bile ağaçtakilerin durumunda bir değişim yaratmamıştı… Sonra aniden çocuğa dönüp içeri geçmesini işaret ett. “Bu akşamlık içeride yiyelim…” diye homurdandı.

Onlar tam içeri geçmişken bir “çat” sesi daha duyuldu…

Çocuk başını dışarı çıkartıp bakmaya çalışırken dedesi onu içeri itince mecburen girmek zorunda kaldı eve…

*

Yemek yemeye başladılar ancak her on dakikada bir, yeni bir “çat” sesiyle irkiliyordu ikisi de… Hiç konuşmadan sessizce yemek yedikleri için de çıkan her ses adeta kulaklarının içinde yankı yapıyordu…

En nihayetinde vücuden olmasa bile zihnen yoruldukları ve gerildikleri yemek faslı sona ermişti… Son bir “çat” sesinden sonra dedesi yerinden kalkıp balkona çıkarken arkasından bakakaldı çocuk.

Uzun bir süre boyunca sessizlik oldu, sessizliği tek bozan şey uzaktan gelen kısa çapta patırtılardı… Bunların da balkondaki ölü kuşların dedesi tarafından yola fırlatılmasıyla ortaya çıktığını düşündü çocuk. Bir “çat” sesi daha duyduğunda artık bunaldığını fark etti, üst kata çıkıp yumurtaya bakmak istedi… Bunun ne kadar yanlış bir karar olduğunu ise sonradan anlayacaktı.

Merdivenleri ağır ağır çıkarken dedesini düşünmeye başladı ve belki de ilk defa merdivenlerin başlangıcındaki o odayı merak ettiğini fark etti… Üst kata çıktığında aklındaki düşünceleri kovaladı, sanki eliyle sinek kovmuşcasına yok olmuşlardı bir anda ancak hep bir köşede durup varlıklarını hissettiriyorlardı adeta…

Oda daha bir karanlıklaşmıştı ve ışığa uzanırken karanlıklar içinde tek bir kırmızı noktanın parladığını gördü, gözlerini kısıp baktığında bu noktanın pencerenin önündeki sandalyeye koyduğu yumurtanın üstünde olduğunu fark etti. Telaşla ışığı açtı ancak yumurtada bir şey yoktu. Tekrar ışığı kapatınca noktayı bir an göremedi, sonradan noktanın tekrar belirdiğini fark etti… Gözlerini hareket ettirmeden bakmaya başladığındaysa bir süre sonra noktanın hareket ettiğini fark etti korkuyla… Işığı açıp yumurtaya doğru yaklaştı…

Bir değişiklik yoktu… İyice dalıp gitmişken, birden bir gürültüyle sarsıldı; başında bir acı duyumsadı, şiddetli bir çığlık attı ve yere düştüğünü fark etti. Hayal meyal bir şeyin yüzüne yüzüne vurduğunu fark etti… Bu bir kargaydı!

Saatlerdir vurdukları camı kırmayı başarmışlardı; çocuk hem kendini koruyor hem de nasıl kurtulacağını düşünüyordu… Eliyle havayı dövmeye başladı, bir an sonsuz gibi gelen bir acı hissetti. Sonra dünya kırmızıya boyandı sanki…

Acıyla bağırmaya başladı, şiddetli ayak sesleri duyunca da dedesinin geldiğini anladı… İki kuvvetli el kendisini tuttu, ayağa kaldırdı. Elinde bir serinlik hissediyordu, hayal meyal bir yere yürütüldüğünü fark etti. Yüzüne çarpan soğuk su burnuna kaçınca öksürdü, kendisine gelmeye başladı. Yüzüne su çarpmak için elini kaldırdığında ise serçe parmağı ile bileğinin arasındaki kocaman bir yarık görünce gözleri kararır gibi oldu, zar zor lavaboya tutunup nefes almaya çalıştı.

Yüzüne saldıran kargaya vururken eli denk gelmişti muhtemelen… O şiddetle elini yüzüne götürüp her yerini kana bulamış olmalıydı…

Açık olan suya doğru elini uzatıp bekledi, her su damlasında daha fazla acı duyuyor ancak her seferinde de bir rahatlama hissediyordu… Aynaya doğru baktığındaysa sağ kaşının üstünde bir yara gördü, kan yavaştan kurumaya başlamıştı ama izi kalabilirdi yaranın… Bu biraz moralini bozsa da, avucuna doldurduğu suyu yüzüne çarpıp tüm kanları temizlemeye başladı…

Bir süre sonra artık kendine gelmeye başladığını hissettiğinde odaya doğru yürümeye başladı. Dedesinin yumurtayı eline alıp incelediğini fark etti. Odanın zeminde bir noktada yoğunlaşan kanı görünce bir an duraksadı.

Sandalyenin sağında, arkasında, bir karartı gördü. Oraya doğru yaklaştıkça bunun az önce mücadele ettiği karga olduğunu fark etmesi çok sürmedi… Yanına gidip eğildi, incelemeye başladı. Kafasının sağ tarafı parçalanmaya yakın bir hal almış, gagası içeri doğru göçmüştü. Eline bir kez daha bakma ihtiyacı duydu. Kan kurumuş, açık yara kapanmıştı ancak sızlıyordu hala doğal olarak…

Kargaya dokunmak için elini uzattı, dedesi son anda fark edip “dur” diye işaret ettiyse de geç kalmıştı, kanaması yeni durmuş elinin işaret parmağıyla karganın lüzumundan fazla ters duran kanadına dokundu… Gözünün önünde çakan bir şimşeği gördü, elinin sızlaması artık bariz bir şekilde yanmaya dönüşmüştü, sızıntı halinde tekrar akmaya başlayan kanı hissetti hayal meyal ve yerdeki karganın üstünden dumanlar tütmeye başladığını gördüğündeyse son duyumsadığı şeyin tarifi olmayacak çirkinlikte olan bir koku olduğunu düşünerek geriye doğru savruldu istemsizce…

*

Gözlerini yavaşça araladığında ayakta duran dedesinin elinde telefondan bir numara çevirdiğini gördü, hemen gözünü kapattı. Sert bir sesle, anlamadığı bir dille lafa giren dedesi bir süre sonra susup karşıyı dinlemeye başladı. Zaman zaman konuşma yavaşlıyor, sonra tekrar hızlanıyordu… En sonunda uzun bir suskunluk düştü dedesinin payına. Birkaç cümle daha söyleyip kapattı telefonu. Ekrana bakıp telefonun kapandığına emin olunca ters çevirip pili çıkarttı, cebine attı iki parçayı da. Birden döndü, çocuk hemen gözünü kapattı. Ayak seslerini duydu, git gide yavaşladılar ve sonunda durdular… Yanı başında durduğunu tahmin etti; bir süre sonra da alnında bir soğukluk hissetti. Eliyle ateşini ölçüyor olmalıydı… Neden sonra aniden çekti elini ve ayak sesleri git gide uzaklaşmaya başladı. Önce düğmenin basılmasıyla çıkan sesi duydu ardından kapalı gözleriyle bile anlayabileceği üzre ışık kaybolmuştu… Ayak sesleri de duyulmaz olunca gözlerini açtı, yataktan fırladı.

Bir an sendeledi, bir müddet baygın yatmış olmalıydı… Ne olduğunu hatırlamaya çalıştığında hayal meyal de olsa ölü kargaya dokunduğunu ve dokunur dokunmaz bir anda külleştiği ve havaya koku yaydığını anımsadı… Kokuyu hatırlayamadı, kendini zorladığında ise elinin sızladığını hatırladı ve kaldırıp baktığındaysa bir an midesi bulansa da kendini kaybetmedi… Elinden sızan kan kurumuş ve neredeyse tüm bileğini kaplamıştı.

Merdivenlere doğru yürüdü ve duraksadı, aşağıdaki sesleri dinlemeye çalıştı. Merdivenlerin bitimindeki odadan bir takım sesler geliyordu ancak bunları çözebilmek mümkün değildi. Bir müddet dinledikten sonra tekrar odaya döndü. Yerdeki kan izleri silinmişti ancak camdaki kırık aynen duruyordu.

Pencereye yaklaşıp dışarı doğru korkarak baktığındaysa ağaçta bir tane karganın kaldığını gördüğünde biraz rahatladı ancak dikkatli baktığındaysa bunun ilk konmuş olan karga olduğu hissine kapılıp daha fazla korktu. Tekrar göz göze gelir gibi oldular korkudan geri çekilip tekrar odaya döndü ve nefesi kesildi; tam arkasında ona bakan bir çift kırmızı göz karanlık odada parlıyordu!

Nefessiz kalıp gözlerinin karardığını hissediyordu ki, bunun dedesi olduğunu fark edip tekrar normal haline döndü… Bir çift elin yanaklarını kavrayıp kendisine doğru çektiğini hissetti. Sanki zaman durmuş gibiydi. Fısıltıdan da öte bir ses tonu yükseldi çorak topraklara benzeyen suratta ince bir çizgi halindeki dudaklardan: “Nasıl hissediyorsun?”

“İy.. iyiyim” diyebildi sadece.

Birkaç saniye daha bakıştılar, sonra yanaklarındaki soğukluk hissinin kaybolduğunu fark etti çocuk. Karanlık oda biraz daha karardı, sonra diğer oda tekrar belirgin hale gelmişti. Dedesinin sırtını dönüp gittiğini çok sonra anlayabilmişti. Tekrar derin bir nefes aldığında adeta dünya tekrar renklenmişti… Koşup odanın ışığını açtı.

Pencere kenarına doğru tekrar gittiğindeyse, yumurtanın olmadığını fark etti. Sağa ve sola baktıktan sonra, toza dönüşen kargayı hatırlayıp çekinerek de olsa sandalyenin altına baktı ancak yumurtadan eser yoktu!

Camdan dışarı baktığında ise dedesinin eski kamyoneti garajdan çıkardığını görüp şaşırdı. Dedesi kamyoneti evin önündeki yola sokup yönünü çevirdikten sonra inince bir an ağaca baktı ve çocuğa ağaçtaki karga ile bakışıyorlarmış gibi geldi. Dedesi bağırmaya başladı, kesik kesik; kelime kelime bağırıyordu ve çocuk kulak kabarttığında bunun dünyada duyabileceği herhangi bir dil olup olamayacağı konusunda tereddüte düştü. Karganın da kafasını hareket ettirip adamı baştan aşağı süzdüğü izlenimine kapıldı çocuk ve gözlerini kısıp kargaya bakmaya çalıştığında aniden karganın kendisine bakmaya başladığını görünce iliklerine kadar ürperdi… Bir süre sonra dedesi de karganın bakışını takip edip onu gördü. Bir an bakıştılar, sonra kargadan bir figan koptu çocuk daha bir korkup perdeyi çekti… Kırık camdan üfüren havayı hissedebiliyordu perdenin altından, her an daha bir yavaş her an daha bir rahatlatıcı… Uykusunun geldiğini düşündü sonra geri geri sendeledi ve odadan dışarı kendini çok zorlayarak da olsa çıkabildi… Hava sanki o odada daha bir yoğundu, görülmez bir ağırlık vardı adeta…

*

Merdivenlerin başına geldiğinde aşağı inip inmeme konusunda tereddüt etti, sonra en azından açık havaya çıkmasının ona faydalı olabileceğini düşünüp aşağıya doğru kararlı adımlar atmaya başladı.

Aşağı indikçe farklı bir ışık görmeye başlamıştı, bunun da gözlerinin bir oyunu olup olmadığını düşünmeye başladı; son 12 saatte yaşadığı şeyleri hayatı boyunca yaşamamıştı… Yavaş yavaş zamanında dedesinden gizli izlediği gece kuşağı filmlerinde birdenbire çıldıran adamlara dönüşüyordu. Sonra bu filmlerden çok korktuğunu anlayınca mantıklı davranıp izlemeyi bırakmıştı. Zaman zaman ise kendi kafasından bir şeyler kurduğu olurdu, özellikle çok sıkıldığı derslerde… Elinde bir kalem varsa ya çizerdi, ya da birkaç satır yazı yazardı…

Yazdıkları genelde birkaç yıl önce sürekli izlediği siyah beyaz olup genelde çok saçma ancak bir o kadar da korkunç olan filmlere benzerdi… Sağdan soldan durmadan çıkan yarasalar, insanlara sebepsiz yere saldıran hayvanlar, bir kurtun ısırmasıyla kurtadama dönüşen bir adamın sürekli devam eden hikayesi, hayatları süresince sürekli yolları bir şekilde kesişmiş olan ancak bir türlü tanışamamış bir kadın ve bir adamın cadılar bayramı gibi kostümlü bir partide tanışmaları ancak adamın karanlık bir yüzünün olması gibi konulara dair kısa paragraflar yazan ve bunları ders çıkışlarında sürekli unutan biriydi…

Çizdiklerini ise çoğunlukla saklardı. Resim çizmeyi çok severdi; bazen hafta sonları balkonda oturup resim çizerdi… Dalgınlıkla akşamları balkonda unuttuğu kağıtlar gece rüzgardan uçar ve kim bilir nereye giderdi… Birkaç kez bahçeden toplamıştı bazı kağıtlarını… Genelde figürler çizmeyi severdi: Kediler, köpekler, birbirlerine saldıran insanlar, kavga eden fareler, kargalar…

Kargalar…

Birden başı döner gibi oldu çocuğun; basamaktan aşağı attığı ayağı boşlukta asılı kaldı…

Tekrar gerçek dünyaya dönmüş gibiydi, şimdi ışığa biraz daha yaklaştığını fark etti. Meraklı bir şekilde adımlarını sıklaştırdı. Işığın ise o hiç görmediği odanın açık kalan kapısından dışarı süzülen ışık olduğunu fark etmesiyle nutku tutuldu adeta. Adımlarını yavaşlatıp dışarıdan gelebilecek ayak seslerini dinlemeye koyuldu. Ne gelen vardı, ne giden. Birkaç saniye hızlanıp sonra tekrar dedesinin gelebileceğinden korkarak yavaşladı ancak istemeye istemeye de olsa odanın kapısına varmıştı. Kapı çok da aralık değildi ancak sanki sırf çocuk geçebilsin diye aralık bırakılmış gibiydi. Kafasını kaşırken fark ettirmeden başını çevirip balkona açılan oturma odasına baktı. Kimse yoktu.

Dedesinin hala dışarıda, nedense garajdan aylar sonra çıkardığı kamyonetin yanında, olduğunu ümit ederek başını odaya doğru uzatıp istemsizce nefesini tuttu…

Odadan dışarı süzülen koyu mavi ışığın odanın içinde beklediğinden daha yoğun olması nedeniyle bir an gözleri kamaştı ve hiçbir şey göremedi. Neden sonra, yavaş yavaş görüntü netleşmeye başlayınca odanın tahmin ettiğinden daha büyük olduğunu fark etti. Dört duvardan bir tanesi boydan boya kitaplarla bezeli bir kitaplık-duvar halindeydi. Odanın geri kalan kısmı bir laboratuvar gibi döşenmişti adeta. Boydan boya camekanlı bir dolap vardı diğer koşede, arada kalan iki duvar boştu ancak gözlerini kısıp baktığında yer yer yapıştırılmış kağıtları fark etmişti. Odanın tam ortasında kenarlarda geçebilecek boşluklar olmak üzre boydan boya bir masa; masanın üzerinde ise bir takım kağıtlar, uzun tüpler ve bir bilgisayar vardı…

Masanın en sağında ise fazla büyük olmamakla birlikte, şeffaf çeperleri olan bir kutu vardı. İçindeyse yumurta duruyordu ancak kızıllığı daha bir belirgin hale gelmiş ve iyice artmıştı…

Bu eşyalar ne zamandır bu odadaydı? Tam olarak ne yapıyordu dedesi burada?

Aklında bin tane soru vardı, olan soruların üstüne bir bin tane daha soru binmişti şimdi… Tüm bu düşüncelerinden sıyrılmasına neden olan şey ise balkon kapısının kapandığında çıkan ses olmuştu. Arkasına bakma lüksü olmadığını fark edip ses çıkarmayacaklarını ümit ederek ayaklarını ahşap merdivene attı, adımları nasıl ve ne kadar hızlı attığını anlayamadan üst kata varmıştı; kulak kabartıp fark edilip edilmediğini anlamak istedi ancak aşağıdan hiç ses gelmiyordu. Asırlar gibi gelen birkaç dakika sonunda bir kapının, muhtemelen anlayamadığı eşyalarla dolu olan gizli odanın kapısının, kapatıldığını duydu. Anahtarın kilitte dönmesiyle çıkardığı ses ise bunun onaylandığı anlamına geliyordu.

Sonra bir süreliğine ayak seslerinin uzaklaştığını duydu, iyice kulak kabarttığındaysa balkon kapısının açıldığı ve kapandığı duyuldu… Çok daha uzun bir süre beklemektense odanın camından bakmak daha mantıklı geldi, tam geri döndüğünde bir an karanlıkta iki kırmızı göz göreceği hissine kapılıp birkaç saniye nefessiz kalsa da bu kez kimse veya herhangi bir şey yoktu.

Tekrar normal ritimde nefes alıp vermeye başladığını hissettiğinde adımlarını atıp odaya girdi. Kırık camdan odaya giren rüzgarın savurduğu perde bir an farklı halüsinasyonlara neden olabilirdi, eğer perdeyi zaten çocuk çekmiş olmasaydı… Ki birkaç saniye duraksadı, sonra gözü karanlığa alışınca perdenin savrulduğunu anladı. Tekrar adımlarını hızlandırıp cama koştu, kendini belli etmeden dışarı bakmaya başladı. Kamyonetin arka kapağı açıktı ve balkonun dış kapısının yanına koyduğu bazı torbaları ve çuvalları kamyonete yüklüyordu dedesi. Hiç istemeden de olsa ağaca doğru baktı, karga hala ağaçtaydı ancak bu sefer tamamen kamyonete ve kamyonete sürekli bir şeyler yükleyen adama odaklanmıştı.

*

Bir süre sonra artık kapının önündeki yüklenecek “şey”ler bitmiş ve kamyonetin arka kapağı kapatılmıştı…

Yaşlı adam gerinip doğruldu ve kamyonetten biraz uzaklaşıp uzaktan bakmaya başladı. Sonra karganın da yavaştan gerinip kanatlarını iki yana açtığını ve daldaki yerini sağlamlaştırdığını fark edip şaşırdı çocuk.

Adam da kargaya bakıp artık ümitsizce olduğu her halinden belli olan bir kovma girişimi daha yaptı, karga oralı bile olmayınca omzunu silkip geri, eve doğru, döndü. Tam döndüğünde çocuk yüzünü camdan çekti… Görülmemiş olmayı umarak yatağa attı kendini. Aradan geçen birkaç dakika sonunda merdivenlerin başında ayak sesleri duydu. Gözlerini yumdu…

Ayak sesleri git gide yaklaştıkça daha bir strese girip terlemeye başladı, bunun fark edilmeyeceğini umarak gözlerini daha sıkı yumdu… Odanın içindeki havanın daha fazla yoğunlaştığını hissetmeye başlamıştı ki, ayak seslerinden dedesinin yanına kadar gelip durduğunu anladı.

Aniden soğuk bir eli alnında hissetmeye başladı: Ateşini ölçüyordu. Bir süre sonra elin alnından çekildiğini anladı fakat soğukluk hissi bir müddet daha sürdü… Yatağın yanındaki komodinin bir çekmecesinin açıldığını duydu ve gelen hışırtılardan o çekmeceden birkaç tane kağıt alındığını anladı. Sonra da tükenmez kalemin basılma sesi duyuldu. Bir süre kalemin kağıt üzerindeki dansından çıkan ayak sesleri odayı kapladı. Ancak odaya hasıl olan bir yoğunluk hissinden midir, nedir, her şey yavaşlamış gibi geliyordu çocuğa… Bir süre sonra kalemin tekrar çıt etmesi, kapanması, ve komodinin çekmecesinin kapanması duyuldu. Ardından tekrar ayak sesleri odayı kapladı ve uzaklaştı… Duyulmaz hale geldiklerinde çocuk gözlerini açıp yataktan fırladı. Komodinin üstündeki kağıda baktı:

Uyanır da beni bulamazsan telaşlanma, şehirde acil bir işim çıktı sabaha kadar dönmüş olurum. Acıkırsan dolapta bir şeyler var.

Gözlerini kısıp düşünmeye başladı, demek ki şehre iniyordu… Ama neden? Hemen cama koştu, kamyonetin sürücü kısmı hala boştu. Demek ki ya gizli odadaydı, ya da birkaç işi daha kalmıştı ve onları hallediyordu… Ne olursa olsun bir şey düşünüyorsa hemen uygulamaya koymalıydı ve ilk aklına geleni yapıp odadaki küçük balkona çıktı… Aşağıya baktı, o kadar da yüksek değildi fakat aşağıdaki balkonun bahçeyle kesiştiği yerdeki demirlere gelmesi halinde ne kadar çok hasar alabileceğini tahmin bile etmek istemiyordu… Ancak varlığıyla yokluğu bir olan, bahçenin en dibinde ve balkondan birkaç metre uzakta da bir dalı olan ağacı gözüne kestirebilirdi…

Uzun süre düşünecek hali yoktu, hemen balkonun alçakta bulunan parmaklıklarının üstüne çıktı. Bir an dengesini yitirecek gibi olduysa da, iki ayağı üstünde dengede kalmayı başardı. Gözlerini kapayarak ağaca doğru atladı…

Ucu ucuna da olsa ağacın dalını tutabilmişti. Kendisini ağacın gövdesine doğru attı, tutunabildiğini anlayınca gözünü açtı. Kendini aşağı doğru yavaşca ve kontrolünü bırakmadan itti… Bahçeye inebilmişti!

Tam adımını bahçeye atmıştı ki, ağacın en diplerine doğru artan kıymıklar yara içindeki elinde kanı dinen bir yarayı tekrar açmış olmalıydı ki bir yanma hissetmeye başlamıştı elinde.

O acıya rağmen yıkanıp da kurusun diye balkonun kenarına konmuş ayakkabılarını görüp alarak giydi…

Elini umursayacak hali ve de vakti yoktu, fırlayıverdi… Bahçenin içinden geçerken bazen güllere çarpıyor ve eli daha fazla yanıyordu, çok fazla kanamadığını ümit ederek bahçeden azıcık yukarıda duran bahçe duvarından zıpladı… Kamyonete birkaç adımı kalmıştı ki, balkon kapısının açıldığını duydu. Yapabileceği ilk şeyi yapıp kendisini kamyonetin altına attı…

*

Başı balkondan tarafa değil de, dışarıya doğruydu. Boynunu döndürebilecek bir mesafe ise maalesef yoktu… Dışarıdaki ağaca biraz daha yaklaşmıştı doğal olarak ve gözünü kaldırabileceği en yüksek mesafeye kadar kaldırdı… Tamamen göremese de, ağaca tezat bir siyahlıkta bir şeyin dalda durduğunu fark etmesi çok sürmedi…

Kamyonetin kapısının açılıp kapandığını duyunca kendine geldi; ne yapacaktı?

Gözlerini kapatıp kontağın çevrildiği ve kamyonetin uzaklaştığı anı bekledi… Kamyonet biraz uzaklaşınca yerde yatan torununu gören yaşlı adam ne yapacaktı acaba?

Ancak beklediği kontak sesi bir türlü gelmiyordu.

Kamyonetin kapısı tekrar açıldı ancak bu kez kapanmadı. Dedesinin hızlı adımlarla bahçenin yanındaki yoldan geçip evin içine girdiğini gördüğünde kendini kamyonetin sağından dışarı attı, ayağa kalkıp hemen arka tarafa çıkmaya çalıştı… Ancak tutamaçlar belki yüz yıl önce kırılmıştı, bir türlü üst tarafa çıkamadı…

Tam ayağını tekerleğin üstüne koyup kendini itecekti ki, evin kapısının açıldığını duyup kafasını iyice geri çekti. Dedesinin koşar adım kamyonete yaklaştığını duyunca bir an görüldüğünü sandı ancak kamyonetin kapısı kapanıp da kontak çevrilince görülmediğini anladı. Acil bir şeyler yapması gerektiğini anlamış ve tam kollarından kuvvet alıp kendisini kamyonetin arkasına itecekti ki, ayağını koyduğu arka tekerlek dönmeye başladı.

Bir an sonsuz gibi gelen bir acı duydu; ayağı tekerleğin tozluğu ve dönen tekerlek arasında sıkışmıştı… Ve tekerleğin devri her geçen saniyede daha da artıyordu… Ayağına asılıp bir kuvvetle çekti ve ayağının boşlukta kaldığını anlayınca rahatladı. Ancak havanın okşadığı parmakları, ona ayakkabısının ayağını terkettiğini anlatıyordu…

Kendini son bir kuvvetle çektiğine kamyonetin arkasına geçebildiğine ilk başta inanamadı… Ancak bir sürü torba ve birkaç çuvalın arasında olduğunu görünce bir müddet tuttuğu nefesini koyverdi…

Kamyonet evin ötesindeki virajı dönüp uzaklaşırken, ağaçtaki karga da geceyi yaran bir ses çıkararak havalandı…

*

Uzanıp gökyüzüne bakmaya başladı çocuk, yol uzundu ve dolayısıyla olabildiğince sessiz ve sabırlı olmalıydı… Hem, elini dayadığı zemin çelikten yapılmış ve bu nedenle soğuktu… Hala kanayıp kanamadığını anlamadığı eli soğuğa alıştıkça biraz daha rahatlıyor ve acısı azalıyordu…

Gökyüzündeki yıldızların ne kadar çok olduğuna bakıp dalmışken zamanın ötesinden geliyormuşçasına bir çığlık duyup irkildi. Başını hafifçe kaldırdığında yanından geçen itfaiyeyi gördü. Tekrar başını kamyonetin zeminine yaslayıp yukarı doğru bakmaya devam etti.

Yavaş yavaş üstüne bir mahmurluk çöküyordu. O kadar çok yorulmuştu ki, bu saate(?) kadar uyumamış olması çok ilginçti…

Diye düşünürken gözlerinin kapanmaya başladığını hissetti. Karşı koymaya çalışsa da koyamadı ve bir süre sonra gözleri kapanıverdi…

Şehirde hayat yirmi dört saat sürerdi…

Sabahları çocuklar, işine giden adamlar ve kadınlar, işe gidiyorum diye evden çıkıp metresine kaçanlar, metresinden çıkıp işe gidenler, işten dönüp metresine kaçamak yapanlar, en nihayetinde akşam evine dönenler… Trafik akıp dururdu.

Barlar genelde öğlen üçten sonra açılmaya başlardı. Müdavimler çoktu. Açılış saatinden kapanış saatine kadar içen ve nereden geldiği belli olmayan parasıyla ödeme yapıp bir sonraki açılış saatine kadar barları terk edenler, akşam şöyle bir uğrayıp gece için aksiyon arayanlar, sosyal içiciler, arkadaş ortamıyla bara gelenler… Hemen hemen her türlü insanı görebilirdiniz. Şehrin genel bir portresiydi adeta herhangi bir bar…

Akşam herkes evine döndüğünde, ve akşamcılar dışarı çıktığında barlar daha bir dolup taşardı. Fahişeler sokakta sıkıldıklarında bara girer ve birkaç dakika sonra göğüslerinin arasına sıkıştırılan parayla tuvaletin yolunu tutarlardı. Çoğunlukla ellerinden tuttukları erkeklerle, nadiren kadınlarla… Bara giremeyecek kadar alt tabakada olanlar ise ışıkların yoğun olduğu bölgelerde polisler ortaya çıkana kadar dolanırlardı… Eğer şanslılarsa akşamı polise “rüşvet” vererek devam ettirir ancak şanssızlarsa o akşamı kodeste bitirirlerdi… Artık sokağın ustası olanlar kimin rüşvete meyilli olduğunu kimin olmadığını bildikleri için ona göre davranırlardı ancak bu şehirde “usta” olabilmek de çok zordu… İyice görmüş geçirmiş olanlar bir müddet sonra kapak atabilecek bir para babası bulup şehri terk ederdi… Tabii bunu da adamı kendilerine aşık ederek yapamazlardı… Sokağın iki kanunu vardı: Rüşvet ve şantaj. Gerisi ütopya…

Sabaha doğru ise, yavaş yavaş geceyi kapatan güneşin ısıtmaktan uzak ışıkları her köşe başında beliren kağıt toplayıcıları ve saat altıdan sonra çöpleri toplamak için sokak sokak arabayla gezen çöpçüleri aydınlatırdı…

Sonrası ise gene aynı döngü…

Yaşlı adam, bilgelik ve gizem dolu bakışlarıyla caddeyi yürümeden arşınlıyordu. Kamyoneti iyice yavaşlatmış, en köşedeki karanlıkların içine bile dikkatli bir şekilde bakıyordu ilerlerken…

Birkaç cadde geçtikten sonra kırmızı ışığa denk gelip durdu. Çevresine daha bir dikkatli bakmaya başladı; ne aradığı bilen fakat nerede karşılaşacağını bilmeme çaresizliğiyle dolu bakışlardı bunlar. Bir fahişe yavaş ve ona göre hayli asil sayılabilecek adımlarla beyaz kamyonete yanaşıp yüksek sesini alçaltma nezaketine katlanmadan teklifini sundu ancak kibar bir ret cevabı alınca o eski asaletinden eser kalmamıştı. Önce elindeki çantayla kapıya vurdu, hızını alamayınca tekme savurmaya başladı… Adam sinirlenip gaza bastı, ışık tam sarıya dönerken geçiverdi…

Sonra bir dönemeç daha döndü ve en nihayetinde aradığı izi buldu, yavaşça frene basıp sağa çekti. Ve aşağı indi… Kendinden emin adımlarla yolun kenarına yürüyüp daha önceden konuştuğu üzre yazılmış olan bir şifreli duvar yazısının yanında, sırtını duvara yaslayıp beklemeye başladı…

Bir süre sonra köşe başında, saatin kaç olduğuna aldırmadan taktığı güneş gözlüğü ve model şapkasıyla biri göründü. Beklediği üzre yaşlı adamın yanına gelince durdu ve sırtını aynı şekilde duvara yasladı.

“Neden O gelmedi?” diye söze giren yaşlı adama omuz silkip cevap verdi sonradan gelen genç “İşine gelirse…”

Dudak büktü, ancak yapacak bir şey yoktu, kuralları kimin koyduğunu yıllar önce kabullenmişti yaşlı adam.

“Sen nesi oluyorsun?” diye sordu sabırsızca. “Bir şey fark eder mi?” diye aynı umursamazlıkla cevap verdi beriki.

Soruları kimin soracağı da belli olmuştu, çok geçmeden ağzındaki sakızı tükürüp lafa girdi genç adam.

Sorun ne?

Birkaç dakika çevreye bakındıktan sonra cevap verdi yaşlı adam:

Tam olarak bilmiyorum… Sanki bana verdikleriniz eskidekiler gibi etkili değil… Ne yaptıysam bahçe eski canlılığına dönemedi… Üstelik bana bahsettiği bazı yan etkiler oluşmaya başladı…

Sonradan gelen genç adam güneş gözlüğünü çıkardı, gözleri şaşkınlıktan büyümüştü.

Yan etki mi? Ne gibi?

Bilirsin işte, bir takım hayvanlar, anlamsız şeyler falan…

“Bilirsin işte” mi, nereden bileyim?!

Bir müddet daha sustular.

Çok mu ciddi? diye lafa girdi gözlüğünü elinde dolandırıp duran genç adam

Başını sallayıp gözlerini makul bir büyüklüğe getirip onayladı yaşlı adam: “Çok ciddi, evlat…”

Sence sorun ne? diye sordu gözlüğünü üzerindeki parıltılı ceketin iç cebine koyarken genç adam

Sorunu bilsem sorar mıyım? diye kestirip attı yaşlı adam

Başını salladı genç, yenilgiyi kabul etmişti… Aralarında birkaç dakikadır süren psikolojik savaş hem bir şey ifade etmemiş hem de güçleri denk çıkmıştı…

Seni o zaman patrona götüreyim, biz bu kadar ciddi olabileceğini düşünmemiştik… dedikten sonra sormadan beyaz kamyonete biniverdi

Yaşlı adam da yavaş adımlarla binip kontağı çevirdi, ilk seferinde çalışmayan kamyonet ikinci seferde sarsılarak da olsa çalışıverdi… Yolda konuşmadan gidiyorlardı, biraz geçtikten sonra “Sağa…” diye uyardı genç adam. Bir süre sonra da bu kez “Sola…” dedi. En sonunda da “Dur bakalım ihtiyar…” dedi ve yol bitmişti… Kamyonetten indiler.

Yıkık dökük bir apartmana girdiler… Giriş katında cart pembe ve yer yer kaçmış uzun çorabıyla, abartıya kaçan kırmızı saçı ve hiçbir şey giymemiş gibi duran üstüneki tişörtüyle bir fahişe hemen önlerine çıktı. Ağzındaki sakızdan daha yüksek ses çıksa da bir şeyler söyledi ancak genç adam “Daha sonra Serena…” diye homurdandı, “Aman be…” dedikten sonra tekrar duvar kenarına döndü kadın…

Apartmanın giriş katının sağında aşağı inen merdivenler vardı ve oradan indiler… Sanki git gide daha da virane bir hal alıyordu ortam ki, merdivenlerin sonundaki dairenin ziline bastı genç adam.

Birkaç dakika sonra kapı açıldı, içeri girdiler. Yaşlı adam tek bir söz söylemeden sadece önündekini takip ediyordu… Zaman zaman önünden geçtiği odalara bakıyor, dumandan bir şey göremiyordu… Büyük bir parti olmalıydı evde… Öyle ki, uzun yıllardır sigara içtiği halde eve girince burnuna çarpan sigara kokusu burnunu sızlatmıştı…

En sonunda bir koridoru daha geçtikten sonra karşılarına çıkan kapalı odanın kapısını çalıp beklemeye başladılar. Kapının açılması, bir öncekinden daha uzun sürmüştü… En sonunda açıldığındaysa yaşlı adamın beklediğinin aksine, evin kalan kısmından arınmış gibi tertemiz bir hava ve derli toplu bir odayla karşılaşmışlardı. Genç adam önden girip bir masanın yanına geçti, beyaz saçlı, top sakallı bir adamın kulağına bir şeyler söyledikten sonra odadan çıkıp yaşlı adamın yanından da geçip gitti…

Önce tereddütte kalsa da, bir süre sonra odaya girdi yaşlı adam ve etrafı süzmeye başladı. Gelebilecek tehlikelere hazır olmalıydı… Odada hizmetçi olduğu kıyafetinden belli olan bir kız ve beyaz saçlı, masanın arkasından bakan ve gözlüklerini alnına dayamış bir adam vardı. Yazdığı kağıtları yana itti ve yaşlı adama masanın önünde duran iki koltuktan birini işaret etti… Tereddütle de olsa gidip oturdu adam.

Sonra hizmetçiye dışarı çıkmasını işaret etti, kız arkasını dönüp giderken elbisesinin ve eteğinin arka tarafının olmadığını görüp şaşırdı yaşlı adam… Kapının kapanmasıyla tekrar odanın sahibine döndü.

Biraz sorun var sanırım, hı? diye dostane bir ses tonuyla konuşmaya girdi masanın arkasındaki adam

Bir hayli… diye hem onaylayıp hem ekleme yapmış oldu yaşlı adam

Siz, bu işe nasıl bulaştınız? diye sorarken alnında da iz yapmış olan gözlüğünü çıkarıp masaya koydu ve şakaklarını ovuşturmaya başladı.

Askerliğimi Kore’de yapmıştım… Orada tanıştığım bir köy doktoru, alternatif bilimle ilgileniyordu… Bana bazı araçlar verdi…

Hımmm… diye düşündüğünü ve konuşmaya devam etmesi gerektiğini belirtti adam.

Tabii o araçları gümrükten geçirmek çok zordu, bir şekilde eee geçirttirdik diyelim… Buraya gelince önce şehirde uyum sorunu yaşadım. Askerde yaşadıklarım beni çok hırpalamıştı… Şehir dışında bir arazi satın alıp ev yaptırdım… O zamana kadar aletleri unutmuştum… Sonra araziden kazık yemiş olduğumu ve toprağın bana vaad edildiği gibi bereketli değil bilakis kupkuru olduğunu öğrendim. dedikten sonra “Fark ettim…” diye düzeltti.

Siz de, kendi toprağınızı kendiniz üretmeye başladınız o zaman? diye sordu adam.

Evet, öyle de denebilir. Aletin bir kısmı gümrükte kaldığı için benim yaptıklarım tam olarak toprak değil, kül gibiydi… Yine de sıklaştırıp bir takım kimyasallar katınca, topraktan bir farkı olmuyordu… Ben de evin içinde bir odayı laboratuvar haline getirmiş ve zaman zaman eee birkaç “kaza” sonucu elime geçen cesetleri öğütüp kül haline getiriyordum… Her şey yolundaydı…

Bugüne kadar? diye sordu adam.

Evet… dedi derin bir nefes alıp.

Bana ne olduğunu anlatın… dedi durumun ciddiyetini yeni kavrayarak.

Daha derin bir nefes alıp söze girdi yaşlı adam ve bir iki gündür yaşadıklarını, kızı ve damadının öldüğü günden başlayarak bağlaya bağlaya anlatmaya başladı.

*

Çocuk birden gözünü açtı. Bulunduğu ortam çok basık gelmişti bir an… Bunun sebebini anlaması çok sürmedi; ayağının olduğu taraftaki torbalar alev almıştı! Çığlık atmak için ağzını açtı, nereden nasıl bu kadar çok geldiğini anlamadığı dumanlar ağzına doldu… Bir süre sonra dumanların kendi ağzından çıktığını anladığındaysa, gördüğü son şey gökyüzündeki kutup yıldızı olmuştu…

*

Bahçeye kan girdi mi? diye sordu top sakalını kaşırken adam.

Bildiğim kadarıyla hayır… diye cevapladı yaşlı adam.

Bildiğiniz kadarıyla? Bir torununuz vardı sanırım, onun bahçeye girmediğinden emin misiniz? diye sordu kararlı bir ses tonu ve keskin bakışlarla.

Birkaç dakika suskunluk oldu, sonra yaşlı adam elini alnına vurdu…

Bir keresinde bahçeden gül koparmıştı… O zaman olabilir! dedi, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfettiğinde sahip olabileceği bir coşkunlukta ses tonuyla.

Dışarıdan gelen sirenler dikkatlerini dağıtmıştı.

Bugün de ne çok siren sesi var… diye homurdandı yaşlı adam, diğer sireni nereden duyduğunu hatırlamaya çalışarak .

Evet, az önce haberlerde geçtiler şehir dışında çok büyük bir yangın varmış…

Birden diğer sireni nerede duyduğunu hatırladığında içine bir korku düştü yaşlı adamın…

Şehrin dışında mı? diye sordu.

İki taraf da susup kalmıştı şimdi… İkisi de aynı ihtimali düşünüyor ancak dile getiremiyordu…

“Ben bir evi arayayım…” diye oturduğu koltuktan kalktı yaşlı adam ancak cep telefonunu evde giydiği yeleğin cebinde unuttuğunu hatırladı. Masada duran iki cep telefonundan birini uzattı odanın sahibi.

Aradığı numaraya ulaşılamıyordu… Her geçen saniye korkusu daha da artıyordu…

Top sakallı adam masasının çekmecesinden bir şeyler çıkarıp yere serpti. Elini cebine atıp ufak bir İsveç çakısı çıkardıktan sonra sağ elini hafifçe çizdi ve akan kanı yere doğru silkti… Ufak bir ateş çıkıvermişti anında…

Bu tozun asıl özelliğini biliyorsun değil mi? diye sordu yaşlı adama.

Hala yerde yanan ufak ateşe bakıyordu yaşlı adam. “Biraz bahsetmişlerdi…” dedi.

Kanla beslenir, kandan oluşur. Bunu sen de az çok biliyorsun. Ürettiğine göre? diye soru manasına gelmeyen ama onaylama ihtiyacı duyduğu bir soru yöneltti.

Yaşlı adam kafasını salladı, itfaiye sirenleri beyninin içinde yankılanıyordu adeta.

Yeterli doygunluktaki kana karşı parlar. Parlaması ufak çaptadır ancak eğer geniş bir alanda bulunuyorsa; patlar… diye sözü bağladı top sakallı adam, koltuğuna otururken ayağıyla ufak aleve basıp söndürdü.

Odaya daha dikkatli bakmaya başlamıştı, bir yandan beyninin içini ovuşturan siren sesleriyle baş etmeye çalışıyordu. Daha önceleri sürekli alışveriş yaptığı Koreli adam neredeydi? Yerde demin sönmüş olan tozun hafiften yaydığı koku başını döndürmeye başlamıştı… Masanın kenarına tutundu. Soluk alış verişi biraz olsun normale döndükten sonra masanın öte ucundaki top sakallı adama gözünü dikti. Sirenlerin neden beyninin içinde yankılandığını anlamıştı: Tam dışarıdan geliyordu!

Koşar adımlarla odadan çıktı, genzini kaplayan sigara dumanı gözlerini de yakarken evden çıkıp apartmanın giriş katına girdi. İlk fark ettiği, “Serena” diye seslenilen kadınla onu buraya getirmiş olan genç adamın çıkardığı seslerdi… Karanlıklara karışmış olmalıydılar, duvar dibindeydiler ancak her şey görülüyordu… Apartman içinde hava gün gibi aydındı… Birden dışarıda yükselen alevleri gördü yaşlı adam. Aydınlığın sebebi bunlar olmalıydı… Yavaş ve korkak adımlarla dışarı çıktığındaysa, yanan şeyin kendi kamyoneti olduğunu gördü… Anlam veremedi…

Alevler söndükçe, bir ceset bulunduğu haberi gelecek ve adam hayatı boyunca yangının nasıl çıktığını anlamayacaktı… Dahası, torununun orada ne işi olduğunu asla bilemeyecekti…

İtfaiye şefinin “Bugün hem dışarıda hem içeride ikinci yangın bu… O eve de yazık oldu…” diye homurdandığını duyamayacaktı… Sabaha karşı evine gittiğindeyse, evinin ve tabii bahçesinin yerinde hiçbir şey bulamayacak, koca arazi boyunca kapkara kesilmiş otlar ve içi pörsümüş iki ağaç duracaktı…

Tabii bir de, eskiden ev olan yerde kalan yıkıntılar içinde parlayan bir beyaz yumurta…

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Külün Gülleri” için 8 Yorum Var

  1. Oldukça beğendim. Tüm öykü boyunca yaşlı adama sinirlenirken buldum kendimi. Ne çocuğun elini sardı nede onu en önemli zamanlarda yanına aldı, önemli konularda onu uyarmalıydı. Hep yanlız bıraktı. Gerçekten torununu sevdiğini izlenimi uyanmadı bende.Kendi öykümde bir ankaya aşık olan karga ile ilgili bir kısım söz konusu olduğu için hikayendeki kargalar ve yumurta bende geniş bir gülümseme yarattı. Öykün için teşekkürler. Umarım ilerideki aylarda da katılırsın.

  2. Teşekkürler 🙂

    Ben de böyle güzel ortamlara elimden gelen katkıları yapmayı çok isterim, uygun konular ve iyi bir ilham perisi denk gelirse neden olmasın 🙂

  3. Gerçekten de güzel ve keyifli bir hikayeydi. Sıkılmadan ve büyük bir keyifle okudum. Bitirdiğimde ise kafamın içerisinde birçok soru işareti kaldı. Yumurta nereden geldi? Yaşlı adamın gözleri neden kırmızı kırmızı parlıyordu? Bunlar beni düşünmeye sevk etti ve hikayeden aldığım tat biraz daha fazlalaştı. Kalemine sağlık. Dilerim önümüzdeki aylarda da hikayelerini okuma fırsatı buluruz.

  4. Teşekkür ederim, bakarsın gelecek ayki öykülerde bu konulara açıklık getiririz 🙂

    Bu arada, “Kayıp Rıhtım”ın adresini senin blogundan öğrenmiştim benim bir teşekkür borcum daha var sana…

  5. Öykü seçkisine katmış olduğun ilk hikayen oluyor. Bu bakımdan aramıza hoş geldin diyorum. Şimdi geleyim asıl konuya, yani hikayeye;

    İlk başta, zevk alarak okuduğum, sonu kötü bitse de beni asıl etkileyen bölümün sonu olduğunu belirteyim. Sadece son kısımda çocuğun durumuna gerçekten üzüldüm ve çocuk adına hayal kırıklığına uğradım diyebilirim.

    Tamamen çocuk odaklı giden hikayenin bir anda dedesine kayması ve çocuğun daha ne olduğunu anlamadan ölmesi, yumurtanın ve kargaların hikayeye ne gibi bir etkisi olduğu -tam olarak ne anlatılmak istendiği- biraz belirgin değil gibiydi. Bu hikayenin öncesi veya sonrası olduğunu merak ediyorum. Hani daha da geliştirilecek mi yoksa herşey burada mı nihayete eriyor merak ettim.

    Külü kullanış biçiminde çok beğendim. Güller farklı bir tat katmış. Heyecanla okunacak uzun soluklu öykülerden olmuş. Ellerine ve kalemine sağlık.

mit için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *