“Ve umutsuzluk budur. Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır.”
Søren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Güneş koyu tonunda. Yakında yok olacak demek. Gitmesini bekliyorum. Evim sıkışık. Dünyanın bir yerinde insanlar ayaklarını demir ayakkabılarda sıkıştırıyor. Büyümesinler diye. Benim evim de demir ayakkabı. Büyümeme izin vermiyor. Oysa zaten hiçbir şeyin içine büyüyecektim. Dileğim buydu. El ayak çekildikten sonra, yani şu farenin sesi kesildikten sonra, yıllardır dostum olan bir fısıltının kulağıma fısıldadıkları için yola çıkmalıyım. Gizli bahçede, uzun ağaçların altında küçücük görünen, yani hiçbir şey olan kuşkuların arasında dans etmeliyim. Oysa hiçbir şey gibi evdeyim. Eski ev, eski sihrini kaybetti.
Kötülüklerin en kötüsüne sahibim. Mutsuzluk bütünüyle benim. Uyandığım saat, uyuyacağım saati beklemenin başlangıcı. Her başlangıç yeni bir fırsat değil.
Güneş battı. Yolunu kaybetmiş fare parkedeki fare yapışkanına yakalandı. Viyaklayarak kurumasını bekleyeceğim.
Bir ayağı diğer üçünden kısa sandalyemle yapışkan tuzağımın tam karşısında oturuyorum. Tam olarak seçemiyorum. Kurtulmaya mı çalışıyor? Günlerdir evde fare. İnternette, duş alan fareyi izledikten sonra evdeki fare, medeniyetten uzak görünüyor gözüme. Tüyleri kalıplaşmış kirden. Sesine hiç su değmemiş. Çatallı. Gözlerinde, burnunda akıntılar var. Hem tuhaf biraz. Çirkin de. Benzemiyor pek fareye. Alışılmadık bir yuvarlaklığı var. Hoş, kim alışabilir fareye, üstelik şehir yerinde? Yapışkanın ortasına seveceğini düşündüğüm şeyler koydum. Peynir rivayetini dinlemedim. Kemirilecek bazı yeşil şeyler. Yapışkana bastığı anda bağırtısını duyar gibi oldum. Hay senin parkene, tonlamasıydı. Yıkayın şuraları, diyordu tuzağı anlamadan. Bir kolunu kurtarmaya çalışırken yapışkanın üstüne yuvarlandı kesin. Sağ, ön elini kaldırdıkça yapışkan uzuyordur. Vücudunun yanıyla yapışmıştır yere.
Ölmesi ne kadar sürer? Tuzak kutusunun arkasını okumuştum. Onu yapışkandan kurtarıp evden uzaklaştırabileceğim yazıyordu. Böyle yaparak kuşkuya yer bırakmamış olurdum. Ben fareler kuşkuya düşsün istiyordum. Arada kalsınlar. Farelerle dolu bir evde, masanın ya da tezgâhın üzerinde yiyecek bırakamamanın verdiği mutsuzluğu derinlerinde hissetmelilerdi. Ama onların doğası bu, diye söze girecekler için, hiçbir şeyden bahsetmek gerek. Nasıl ki hiçbir şey son derece sakin, dingin, öyleyse yok olsun her şey. Arada kalsınlar. Viyaklamalarla enerji harcayıp nihai sona daha hızlı koşmak mı, tuzağın sahibini fark edip vicdan tırmalayıcı gözlerle yardım ummak mı?
Saatler geçti. Halsiz. Tüyleri inceldi. Bakışları düştü. Kuşkusuz görünüyor. Kollarını, bedeninin yapışan tarafını çekiştirmeyi bırakır artık. Umutsuz. Emin. Gündüzleri güneşin en çok ısıttığı yerde duruyor. Üç güne kalmaz kupkuru olur. İşte o zaman gideceğim.
Kurudu. Kurumasını izlemedim. Sandalyeden de kalkmadım. Sadece ters çevirdim. Umurumda değildi kurumaya nereden başlayacağı. Kurusundu yalnızca. Ev büyüdü sanki. Sırt üstü yatmış, sağ, ön kolu bir yeri işaret ediyormuş gibi bir yöne doğru gerilmişti belki. Ağzı aralık. Gözleri açık ama karanlık.
Düpedüz ölüm bu. Umutlu görünüyordur. Koşarken de umutluydu. Ölmüşken de umutlu. Aradayken değildi. Ara umutsuzdu. Hiçbir şeydi. Kuşkuluydu. Loştu, ne aydınlık ne de karanlık. Ilıktı, sıcak ya da soğuk değil. Kısık sesliydi, sessiz ya da gürültülü değil. Biraz zorlasan seçilirdi, belirsiz ya da net değil. En çok iki kişilikti, yapayalnız ya da kalabalık değil. Kuşku nadirdi, imkânsız ya da mümkün değil. Aralar kuşkulu.
Öyleyse yola çıkmalıyım. Kulağımdaki fare sesi sona erdi. Gelecek günleri gösterdi. Özgürlüğün keskin belirliliğinden olduğun yere çivilenmeye geçişin nasıl bir yıkıma yol açacağını günlerce bekledim. Aynaya baktım kurumasını beklerken. Büyümeyen, küçülmeyen bir yerdeydi. Hareket edemiyordu ama önündeki yolları görüyordu. Kuşkuya yer bırakmayacak kadar kendinden emindi yapışkana basmadan önce. Sonra, kendi hiçbir şeyliğini fark etti. Farkındalık ölümcüldü.
Kuşkularıma gidiyorum. Yoldan eminim. Nereden sapacağımdan, nerede duracağımdan, ne zaman devam edeceğimden eminim. Adımlarımı gören, yolları ben buldum sanacak.
Varıyorum. Müzik seçilir oluyor yaklaştıkça. İnce gövdeli, gür yapraklı ağaçların arasında güneş haylaz bir çocuk gibi koşturuyor. Aralardan sızıyor. Tırmanıyor. Düşüyor. Kanatıyor kendini. Gülüp kalkıyor, gözlerime sızıyor tizliği. Canım acıyor. Yağmurdan korktuğumu biliyor. Telaşıma gülüyor şimdi. İçleniyorum. Düşeceğim.
Ne olmasını beklemiştim?
Geniş bahçeli evlerin arasından geçerek kuytularda kalan bir kalabalığa gidiyorum. Aklım sanki kaşınıyor. Bir şey anlatmaya çalışıyor. Dilinin ucunda. Terslik var. Hissettiriyor. Evi düşünüyorum, istemsiz. Ne oldu orada? Bir yandan yürüyorum, yetişmem gereken bir dans festivali var. Bir ayağı kısa sandalyemin görüş açısındaki yapışkanı gösteriyor aklım. Evet, diyorum, ben de oradaydım. Evi hatırlatıyor şimdi. Gördüm, diyorum. Başka bir şey söylemeye çalışıyor. Festivalin sesleri git gide yükseliyor. Ellerim kendiliğinden dansa başladı. Sokak da geniş, sessiz. Tek tük insanlar. Danstan haberleri yok. Hiç, hiçbir şey olmaları gerekmemiş ki. Üstelik kuşkularla buluşmamış daha önce. İhtiyaç duymamış. Ayaklarım da dansa katılıyor. Kusursuz bir eşlikçiyim.
“Fare değildi, görmedin mi?” diyor sonunda. Gevelediği buymuş. Fare değildi! Yapışkana yapışan, yerçekimine yenik düşmüş küçük toptu. Yapışkana yapışan, yerçekimine yenik düşmüş küçük top muydu? İşte, kuşku. Ama bir dakika… Kuşku şu an evimin salonundaysa, evimin salonundaki yapışkanın üzerindeki fare değilse… Yani ben kuşkularla dans etmeye giderken, yolun sonunda fark ediyorum ki kuşkular hep evdeymiş. Ama fareler değilmiş. Ben de evde değilmişim. Öyleyse, müzik? Müzik dışarda. Duyuyorum. Aklım da duyuyor. Kuşku evde olduğu için aklım net. Ellerimle ayaklarım kimin müziğine eşlik ediyor? Aklım da bir alem. Yıllardır bir fısıltıyı dost ediniyor kendine. Dinliyor usulca. Hiç kuşkulanmıyor. Sonra tutuyor, fare geldi diye sevinip yola düşüyor.
Müzikten vazgeçmiyorum. Hayalimdeki festivale, evdeki kuşkuya olduğumdan daha yakınım. Tiz, hareketli, cıvıl cıvıl sesler geliyor. Eğleniyorlar, belli. Hiçbir şey görünmüyor. Yaklaşıyorum. Ağaçlar sıklaşıyor. Kararıyor her yer. Müzik öyle yüksek ki, kulaklarımı kapatıyorum. Gözlerim de kapanıyor. Yine de yürüyorum. Adımlarımdan biri sıkı toprakla buluşmuyor. Yumuşak, şişkin bir şeyi eziyor. Sonra bir diğerini. Müzik kesiliyor yavaşça. Yumuşak, şişkin şeyden onlarcası danslarını bırakıyorlar. Hiçbiri yapışkanın üzerinde olmayan, kurumayan, viyaklamayan onlarca farenin dans festivali, birkaç arkadaşlarının büyük bir kuşku tarafından ezilmesi sonucu sona eriyor. Sessizliğe gömülüyorlar. Dört bir yana dağılıyorlar. Arkadaşlarını da götürüyorlar.
Eve dönüyorum. Bırak büyümeyi, gittikçe küçülmeye gidiyorum. Döndüğümde yapışkanda hiçbir şey bulamıyorum. Farenin kurumuş olması gereken yerde kuşku dans ediyor, hiçbir şey gibi.
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
Kısa ve öz bir öykü. Öyküde, aslında psikolojik bir tahlil sergileniyor ve arafta kalma durumu bilinç, farkındalık ve duygudurumu karışıklığı üzerinden ilk cümleden son cümleye kadar homojen bir şekilde dağılıyor. Bu çalışmayı özgün kılan da temayı değerlendirme biçimidir bence. Emeğinize sağlık.
Merhaba,
Bahsettiğiniz psikolojik tahlil sergilemesi için bilinçli bir uğraşım olmadı. Beğenmenize sevindim, teşekkür ederim.