Öykü

Sencer Tigin Destanı 3

Kronolojik Okuma Sırası:

  1. Sencer Tigin Destanı Bölüm 1
  2. Sencer Tigin Destanı Bölüm 2: Ayı Postuna Büründüm Ayı Diye Göründüm
  3. Bu hikâye
  4. Tarih-i Eşkıyatı Sevdiğin Hasan Vak’asıdır
  5. Sultan Mustafa Hân’ın Hayat Ameleliği Meselesi
  6. Sultan Osman Hân’ın Düşüşü

Sabahın ilk güneş ışıkları dünyayı aydınlatırken etrafta yalnızca şafak vaktinde duyumsanabilecek tazelikte bir hava kol geziyordu. Nefes aldıkça burunları yakacak türden bir tazeliğe sahip olan bu hava loş bir ışıkla aydınlanan ormana da giriyordu. Orada ağaçların arasında dolaşıyor, yaprakların üzerinden geçiyor ve bulabildiği her boşluğu doldurmaya özen gösteriyordu. İşte bu ormanda bir kadın bedeniyle bir erkek bedeni üst üste yatıyorlardı. Hava bu iki bedenin arasından geçemedi çünkü öyle bir aralık yoktu ama çevresinden dolaşarak ormandaki gezintisine devam etti. Altta yatmakta olan adamın üstünde sadece bir ayı postu vardı. Onun dışında çıplaktı. Narin bedeni adamın üstünde cansız gibi duran, içi boş bir çul gibi serilmiş olan kadının uzun ve karmaşık saçları adamın göğsü boyunca yayılmıştı, kadın da çıplaktı. Dün gece ayinden önce üzerinde olan yırtık pırtık ve eskimiş kıyafetlerle hiç değilse vücudunu örterken şimdi o pörsümüş giysilerden bile mahrumdu. Ağacın etrafında üç defa dönüp dururken ayı böğürtüleri çıkararak bir boz ayıya dönüşen Sencer kadınla gece birlikte olup ikisi de orada sızmıştı. Ayının döllerinin toprağı sulayıp derinlere indiğinden emin olan kadın da Sencer’in üstünde uyuyakalmıştı. Soğuktan ürpererek uyanan ilk kişi kam oldu. Kadın gözlerini kemikli işaret parmağının ayasıyla ovuştururken Sencer’e baktı. Ayini tamamladıklarında tekrar insan formuna gelmişti ama gece olan bitenin doğruluğunu kanıtlayan sırtındaki ayı postuydu. Kendi ince ve kıvrımlı bedeni, adamın üzerinde dururken çıplak olduğunu fark etti. Adamın ayı formundayken üzerini parçaladığını hayal meyal hatırladı. Çıplaklık onun için bir sorun değildi ama bu hâlde etrafta dolaşırken, üstelik böyle bir havada, hasta olmak işten bile değildi. Dönerken ayı postunu üzerine geçirebileceğini düşündü. Adam da uyanıp ayaklanana kadar yapabileceği fazla bir şey olmadığını düşünerek istifini bozmadan yatar vaziyette kalmayı sürdürdü.

Neyse ki kadının bekleyişi uzun sürmedi, altındaki beden hafiften hareketlenince kafasını kaldırıp adamın yüzüne baktığında uyku mahmurluğuyla mahzunlaşmış bir çift ela gözle karşılaştı. Gözler ifadesiz bir şekilde donuklaşmıştı. Tabii ki Sencer’in kendisinde de bir kafa karışıklığı vardı. Daha önce defalarca ormanda yatmıştı ama yanında bir kadın varken değil.

“Günaydın.” dedi kadın yavaşça. Gülümsedi, dişleri ortaya çıktı. Neredeyse tamamen düzgünlerdi. Türkistan insanının bozkırın çetin şartlarıyla boğuşurken güzelliğin mükemmelleştirilmesine ayıracak zamanı olmuyordu. Yine de kam bir istisna olarak çok güzeldi.

“Esen olsun, günaydın.” diye karşılık verdi kadına. Aklı yerine gelip ayıkınca dün neler olup bittiğini hatırlayarak yanakları kızardı. Daha önce hiçbir kadınla birlikte olmamıştı. “Dün ibadetten sonra bizi ormanda mı bırakmışlar?”

“Öyle.” dedi kadın Sencer’in üstünde doğrulup, göğsünden kalkarak. Çimenlerin üzerinde oturup adama da doğrulmasını eliyle işaret etti. O da itiraz etmeden kendisinden istenileni yaptı. “Tanrıya yakarırken kimse ibadeti bölmemeli. Ne zaman bittiğinden de asla emin olamazlar. Bu yüzden gece boyu buraya kimse gelmedi. Postu bana verir misin?”

Elini postu almak için uzatınca adam yavaşça sırtından alıp onun beyaz ellerine bıraktı. Kam işinin ehliydi, ayı postunu aldığı gibi yerden de bir taş alıp gözüne kestirdiği yerlerinden kesip önden ve arkadan mahrem yerlerini örtecek bir şekle getirdi. Daha önce ayı postunun böyle bir kullanımını görmeyen Sencer gözlerini kadına dikip sessizce bekledi. Ayakta duran kadın üzerine giydiği postu çekiştirip düzeltiyordu. Maharetli elleri ve kamlık bilgisine rağmen ancak bir yere kadar giysi yapabilmişti. Baldırlarının bir iki parmak kadar altını ancak kapatabilmişti. Yine de hiç yoktan iyiydi, amaç hasta olmamaktı. Bürünmek değil.

“E, Sencer sen niye buralardasın?”

Sencer şaşırmıştı, bir an gerçek adını gece söyleyip söylemediğini düşündü ama böyle bir salaklık etmediğine gönül rahatlığıyla emin olunca yüzünü ifadesizleştirdi. Bütün bu olanlar birkaç saniye içinde olup bitmişti ama kam kısa süren o şaşırma ifadesini yakalamıştı. Kadın gözlerinin önüne gelen dağınık siyah saçlarından bir tutamı geriye atıp kulağının arkasına sıkıştırırken yere, Sencer’in yanına oturdu.

“Korkma.” dedi huşu dolu ve şefkatli bir sesle. “Sana zarar vermem ya da kimden kaçıyorsan tanımam etmem. Seni nasıl tanıdığımı düşünüyorsun, biliyorum. Ben bir kamım.” Sencer anlamış gibi bir “ha” çektiyse de kadın kahkaha attı. Tanıştıklarından beridir, dün gece boyu, ifadesiz bir suratla konuşup dinleyen kamın bu ani ve gürbüz kahkahasıyla Sencer irkildiyse de kadın ona aldırmadan devam etti.

“Ya da seni bir sene kadar önce, domuz yılı için düzenlenen şenliklerde Usun’da görmüş olabilirim. Yakarışlarımda beni izliyordun. Her zaman her gördüğüme dikkat etmem ama bir kağana, yanında oturan karısıyla çocuklarına dikkat kesilirim.”

Sencer, kadının kendisini gerçekten de tanıdığını anlamıştı.

“Doğru, ben bir tiginim. Ama kimsenin bunu bilmesine gerek yok. En azından ben söyleyene kadar.”

“Neden?” Ellerini başının arkasında kavuşturan kadın geriye doğru devrildi. Sencer de beceriksizce onu taklit etti.

“Çünkü kaçmam gerekiyor. Kendi ailemden. Babam daha yaşarken ikinci karısından olan oğlunu veliaht ilan etti. Yani bu saatten sonra kağan olamam.”

“Onu Tanrı bilir.”

“Gözlerimin önünde baş eğip, yüreklerine vurdular ve sadakat sözü verdiler.Yarın bir gün kağan öldüğünde tahtı bana bırakmazlar, meşru varis o. Ben ise ancak yabgu olabilirim, bu da beni üvey kardeşimin annesinin kılıcından bir yere kadar koruyabilir.

Söz verenler sözlerinden dönseler bile babamın ikinci karısı ezici çoğunluğu elbet ele geçirecektir. Sonuçta küçük kardeşim meşru bir veliaht olduğundan bu onu daha güçlü kılacaktır. Zaten kardeşim daha çocuk, benim asıl çekincem anası.”

Bu kadar uzun konuştuktan sonra susup sessizleşti. Bir süre sadece etraflarındaki vahşi doğanın seslerini ve rüzgârın uğultusunu duydular. Birden araya Sencer’in karın guruldaması girince kam gülümsedi.

“Sırrın ben de kalacak.” Atik ve ani bir hareketle ayağa kalkarak hâlâ yerde yatmakta olan adama doğru elini uzattı. Sencer, kadının taşıyabileceğinden çok daha ağırdı ama elini tutunca çekip ayağa kaldırması çok kolay oldu. “Ama şu an asıl düşünmemiz gereken midemiz. Tabii bir de role devam etmek. Suskun ve ağırbaşlı bir tavır takın, döllerimizin toprağı suladığını ve Erlik Han’a vardığını söylerim. Tapınmamız bitti.”

“Zaten öyle olmadı mı?” diye sordu Sencer kızararak. Yanakları al al olmuş, utangaçlığının etkisiyle sesi kısık çıkmıştı.

“Evet, öyle oldu.” dedi kadın, gözlerini kısarak.

Böylece ikisi de sessizleşerek ormanın içinde kısa bir yürüyüşe başladılar. Geldikleri yol Sencer’in aklında kalmamıştı ama kadın ormanı avcunun içi gibi biliyordu. Her yerine girmiş, gezmiş ve her ağacın yanından geçmişti. Yaprakları eliyle itiyor, sivri uçlu dalların durduğu yerleri tanıyordu. Birkaç dakika içinde ormandan çıkmışlar ve Kara Türkistanlıların obasına gelmişlerdi. Obada hayat çoktan başlamıştı. Çocuklar kenarda beride oyunlar oynuyordu. Bilgi verip hakları olan ödemeyi alabilmek için kağanın çadırına doğru gitmeliydiler. Çok bir şey istemiyordu sadece bir geyikle yola düştüğünde kendisini taşıyabilecek bir binek atı. Ama bu kez yeni arkadaşı için fazladan bir binek atı daha isteyebilirdi. Tabii bir de kılık kıyafet. Adam çıplak kalmıştı. Dün tapınmaya şahit olmasalar adamı bu hâlde gezindiği için obanın ortasında kılıçlarıyla paramparça edebilirlerdi.

“Ne?” dedi neredeyse çığlık gibi çıkan bir sesle, Kara Türkistan obasının kağanı Demir Han. “İki binek atıyla bir geyik mi? Her zaman sana bir binek bir geyik verirdik. Şimdi ne oldu?”

Oba boyunca kağanın otağına gelene kadar herkesin gözü üzerindeydi. Kadın ayı postuyla giyimliyken adam tamamen çıplaktı. Sencer çok da umursamadı ama herkesin ona bakmasını fazlasıyla rahatsız edici bulmuştu. Neler olduğunu herkes biliyordu bir de, bu daha da rahatsızlığının dozunu arttırdı. Neyse ki kam yolu biliyordu da olabildiğince az insana görünerek kağanın otağına varmış ve bilgi verebilmişlerdi. İçeri girdiklerinde de kağanı sabırsızlıkla onları beklerken bulmuşlardı. İkisi de otağın eşiğinde görününce sevinçle hâli sorup öğrenmişti.

Konu önünde sonunda dönüp dolaşıp istediklerine gelmişti. Adet gereği kam bir ödeme istemezdi ama oba hediye olarak bir ihtiyacı olup olmadığını kam’a sormakla sorumluydu. Bu ihtiyaçlar genellikle kılık kıyafet, eti yenebilecek hayvan ya da binek olarak kullanılabilecek aygır ya da kısraktır. Fazla bir şey istenmez ancak kağan şu an iki binek atın fazla olduğunu düşünerek ayağa fırlamıştı.

“Fazladan dediğim binek bana değil yanımdakinedir. Bıraksan obada kadın görmemiş bir oğlan da işimi görürdü ama sen ekten bir deli kam çağırmışsın. Yemek namına geyik istemez ama binek lâzımdır.”

Kadının başıyla işaret ettiği deli kam’a çevrildi gözler. Uzun bir bakışmadan sonra kağan bıyıklarını burarak ikisine de göz attı. Sonra gözleri tamamen kadına yöneldi.

“Peki, bunu neden kendisi söylemiyor?” Adam pis pis sırıttı. Sencer boğazını temizler gibi yaparak garip gurup sesler çıkarttı.

“Öhöm, eh, evet, bana da iş görür bir binek hayvanı yeterli. Tengri’den kut almış, koskoca Kara Türkistan kağanına fazla gelmez herhalde değil mi?”

Koskoca Kara Türkistan Kağanı lafını duyan kağan derin bir nefes alıp şişinerek Sencer’e baktı.

“Peki, peki. İki binekle bir geyiğe anlaştık. Geyik kesilip yenen tarafları verilene kadar misafirimsiniz. Sabah bir şey yemedinizse buyurun sofraya. Ama önce gidip kıyafet alın. Soframa böyle oturamazsınız.”

-2-

Tuman Kağan günlerdir oğlunu arıyor ama bulamıyordu. Dört ayrı yana gözcüler çıkardığı hâlde kaç gün oldu da bir haber getiren daha olmamıştı. Yaban ellerinde vahşi hayvanlarca öldürüldüğünden şüphe ediliyor, Tuman Kağan kaybolan oğlunun otağında yatıp kalkıyor, iyi ya da kötü haberlerini orada bekliyordu. Sencer’in peşine düşen tek gözcüler Tuman Kağan’ınkiler değildi, Şip-ing’de gözcüler çıkarıp adamın peşine düşmüştü ama sanki yer yarılıp da içine girmişçesine tek bir izine dahi rastlanmamış, nereye gittiğine dair bir haber alınamamıştı. Sırf bu kayıp yüzünden Tuman Kağan İran üzerine yapacağı seferi iptal ettiğinden Şip-ing’in kağanı ve tiginini aynı seferde öldürme planı bozulmuştu ama şimdi yeni bir planı vardı. Usun ilinin kuytu sokaklarından birinin köşesinde, gözlerden ırak şekilde duran evinde saklanarak bu planı geliştirmekle meşguldü. Temelde planı basitti; madem Sencer kaçmış ya da kaçırılmıştı o zaman fırsattan istifade kağanı bu gece zehirleyip ondan kurtulabilirlerdi. Sencer zaten ortada olmadığından bu ani ölüm karşısında Urguz tahta çıkar ve kimse hiçbir şeyden şüphelenmezdi. Oğlanın varisliği zaten meşruydu, şimdi itiraz edecek bir tigin daha olmadığından işler daha kolaydı.

“Peki ya, Sencer peşi sıra bir orduyla çıka gelirse? O zaman ne yapacağız?” dedi Fiz Katun. Günlerdir kendinden ve karısından geçmiş hâlde sadece oğlunun otağında oturup kalan kocasını atlatması zor olmamıştı. Varlığından da yokluğundan da haberi bile yoktu. Yine de bu durum hoşuna gitmiyordu, Tuman ilk karısından doğma oğluna bu kadar düşkünken belki de ilan ettiği veliahtlıktan da cayabilirdi. Belki de Sencer’in planı da buydu, Tuman cayınca ortaya çıkacaktı. Tuman caymasın diye onu hemen öldürüp, Urguz’u kağan ilan etseler Sencer orduyla gelebilirdi. Çok fazla risk vardı ve hepsi birbirinden kötüydü.

“Onu da o zaman düşüneceğiz güzelim. Hele bir Urguz tahta geçsin, zaten Çin imparatoru arkamızda olacak. O zaman Sencer istediği kadar ordu toplasın, galip gelen biz olacağız!” Kadının ince beline kollarını dolayıp hoyratça kendine çekti ve dudaklarına kaba bir öpücük kondurdu. “Yeraltındaki efendimizi unuttun mu? Onun da ordusu bizimle olacak, böylece Sencer’in ordusunu dağıtıp yeraltındaki efendimize sunacağız!”

“Evet, ona gelince…”Kadın yavaşça belini saran kollardan kurtulup bir adım geri gitti. Bir saç tutamı gözlerinin önüne düşmüştü. “Sen ona güveniyor musun?”

“Neden güvenmeyelim ki? Bir anlaşma yaptık.”

“Öyle ama anlaşmalara uyabilecek birine benzemiyordu. O uğursuz varlığın adını bile anmak istemiyorum, ever bizi arkamızdan vuracak olursa hem Türkleri hem de Çin’i dağıtabilir.”

“Merak etme, bu işe zaten ona güvenerek girdik. O istediğini alacak, biz de istediğimizi yani Usun’un idaresini alacağız. Bir sonraki bahara kadar bu obadaki herkes imparatorun malı olacak. Başsız kalınca dağıtmak kolay. Sen de benim olacaksın.”

“Öyle olacağım.” Kadın yüzünü saklamak istercesine Şip-ing’in göğsüne gömdü. Bir süre o şekilde sessiz kalarak anın tadını çıkarmaya çalıştılar. “O zaman bu gece onu öldürmeliyiz. Otağına her gece yemesi için tuzlanmış geyik eti gönderiyorum ama dokunulmadan geri geliyor. Belki de bu sefer bizzat kendim ilgilenmeliyim.” Şip-ing’in yüzünün düştüğünü görünce sevimli görünmeye çalışarak adamın belini ince kollarıyla kavradı. “Bunların hepsi görev için. Yakında hepsi bitecek, o zaman dediğin gibi yine sadece sen ve ben olacağız.”

“Umarım.” diyebildi Şip-ing sadece çünkü görev düşündüklerinden çok daha uzun sürmüştü. Sencer’in obayı terk etmesi de planlarında yoktu, bu yüzden işleri daha da uzamıştı. Adam 3 aydır ortada yokken her an bir orduyla gelip Tuman’ı darmaduman edip, kendisi yerine geçer ve bütün planı bozabilirdi.

“Şimdi gitmeliyim.” Fiz Katun, Şip-ing’in kollarından kurtulup ayağa kalktı. Divana koyduğu börkü alıp başına geçirdi. Uzun ve parıltılı elbisesini düzeltip, eteğine şekil verdi. “Gece işi bitirdiğimde sana bir ulak göndereceğim. Geçen seferde gönderdiğim kız, sana haberi o getirecek. Yanına az sayıda bir adam alıp otağına sız.”

“Madem sen zehirleyeceksin neden ayrıdan ben geliyorum?”

“Zehirlenerek öldüğü anlaşılırsa Türkler yemek yapan herkese işkence eder. Planımız ifşa olabilir ya da kimse konuşmasa bile hepimiz idam ediliriz. Ama biz onu zehirledikten sonra siz otağın çevresinde bekleyen nöbetçileri öldürüp, kağanı da bıçaklarınızla delik deşik ederseniz herkes bunun bir suikast ve sızma olduğunu düşünerek imparatorumuzdan bilecektir. Bizden kimse şüphelenmezse burada kalmaya ve Usun’u ele geçirmeye devam edebiliriz.”

Şip-ing’in bu kadarını beklemediği açık kalan ağzından anlaşılıyordu. Kadın işveyle gülüp uzanarak adamın yanağından bir makas aldı.

“Her şeyi düşünmek zorundayız.” Sonra da gülümsemeye devam ederek arkasını dönüp ön kapıdan çıkarak gitti. Kapının önünde kendisinin gece işi bitirdiğinde Şip-ing’e yollayacağı genç kız duruyordu. Sahibesi evden çıkıp, aceleci adımlarla oradan uzaklaşınca o da arkasından yetişmek için tempolu yürümeye çalıştı.

Üçüncü Bölüm

Bozkırın ortasında iki kişi at üstünde gidiyordu. İki kişiden kadın olanın atının üstüne bağlanmış çıkınında geyik eti vardı. Kadın birkaç saat önce giydiği ayı postundan kurtulmuştu. Başına bir börk geçirip, ayağına da pantolon tipi bir ipekli geçirmişti. Kara Türkistan ipeği seviyordu. Atlar yavaş yavaş ilerliyor, çevrelerinde bir tehlike olmadığından dörtnala koşulmuyordu. Diğer atın üstündeki adamsa yorgundu, imkânı olsa atın üstünde uyuyup kalacaktı. O da sabah ki çıplaklığından kurtulup bir gömlek ve pantolon tipi ipekli almıştı. İlginç bir şekilde her şeyi ipektendi, diğer obalarda bunlardan bulamazdınız. Kafasına geçirdiği kara börk, üstünde ipekten olmayan tek şeydi. Kara Türkistan’dan yeni çıktıklarından bozkırda esen kuvvetli rüzgârlardan henüz kurtulamamışlardı. Börklerinin dışarıda bıraktığı saç tutamları durmadan vuran esintiyle sallanıyordu. Sencer kendi adına mutluydu, garip bir tesadüfle birlikte bir yoldaş kazanmıştı. Karnı da toktu, üstü başı da giyimliydi. Şu an başka bir şey istemezdi. Deli Kam rolü onun için biçilmiş kaftandı, bu yüzden bu rolü sonuna kadar götürmeyi kafasına koymuştu.

“Nereye kadar benimlesin Sencer?” dedi kadın, atı diğerinden öndeydi. Bu yüzden yarım şekilde arkasına dönüp omzunun üzerinden adama bakması gerekiyordu.

“Bilmiyorum, nereye kadar gidersen?”

“Yapışacaksın yani bana. Peki ama tapınçlarda bana yardımcı olursun, ona göre?”

“Olur.”

Yolun kalanında konuşmadan at sürmeye devam ettiler. Zaten üzerlerinde garip bir yorgunluk da vardı. O yüzden ikisinden kimse bu sessizliği bölmeye yanaşmıyordu. Sessizliği bölen ise bir kuşun seri şekildeki kanat çırpışlarından sonra süzülürken çıkardığı gaklama sesi oldu. Önden gitmekte olan kadın atını geriye doğru çevirip kuşun geldiği yöne baktı. Bu bilgeliğin sembolü kabul edilen bir kuzgundu, bir iki kere kanat çırptıktan sonra rahat bir şekilde aşağıya doğru süzülen kuş gelip Sencer’in sol omzuna konmuştu. Etrafını umursamaz bir tavırla sağ kanadını adamın yüzüne değecek kadar açıp gagasıyla didikledi.

“Senin mi?” dedi kadın başıyla işaret ederek. İlgiyle kuşu süzüyordu ama kuş çevresiyle ilgisizdi. Sencer gülümsedi.

“Öyle ama uzun zamandır etrafta yoktu. En son dün gece görmüştüm onu.” Bir an için dün geceyi hatırlayınca utanıp gözlerini kadının yüzünden alıp kuşa çevirdi. “Adı Yabgu. Ben bir tiginim, o da benim yabgum. Bizimle gelmesinin senin için bir sakıncası yok değil mi? Kuşlardan korkar mısın?”

Kadın büyük bir ciddiyetle gözlerini kuzguna dikip bir dakika boyunca ona baktıktan sonra gözlerini adama çevirip gülümsedi.

“Tabii ki hayır. Gelebilir.” Bakışlarını önüne dikip atını gittiği yöne döndürdü. Sencer de omzundaki kuzgunla onu takip etmeye devam etti. Sessizlik yeniden başlamıştı, bir ara Sencer atını hızlandırıp onunla aynı hizada sürdü ama çok geçmeden kadın tekrar onu beş altı adım kadar geride bırakarak öne geçti. Kara Türkistan obasından ayrılalı saatler olmuştu, daha akşamın serinliği çökmemişti ama yakındı. Kuzeye gidiyor gibi görünüyorlardı ama kadının ağzını bıçak açmıyordu ki Sencer nereye gittiklerini sorabilsin. Çevrede de herhangi bir oba ya da yerleşim yeri yoktu. Onları geç, ateşi yanan bir yer bile yoktu. Dümdüz kıraç topraklar boyunca uzayıp giden yolun neresi olduğu bilinmez bir yerinde kadın atını durdurunca Sencer de ona uyup kendi atını durdurdu. Bir yere geldiklerini zannederek araştırmacı gözlerle etrafını inceledi ama bir yere de gelmemişlerdi.

“Ne oldu? Neden durdun?”

“Atlardan inelim.” dedi kadın, yüzünü ona dönmeden. Ne olduğunu anlamayan Sencer kendisine verilen emre harfiyen uydu ancak kendisini rahatsız eden bir şeyler vardı bu işte. Temkini elden bırakmak istemeyerek tedirgin bir bekleyişe girdi. “Sanırım burada ateş yakmayı düşündün. İyi seçim, burası herkesten uzak gibi duruyor.”

Kadın hâlâ ona bakmadan eyerin üstünde oturuyordu. Atını sakinleştirmeye çalışır gibiydi. Sonra tek bir hareketle attan indi.

“Baksana, şimdi fark ettim de adını hiç sormadım.”

Kadın yere eğilip avcuna biraz toprak doldurdu. Arkasını döndüğünde Sencer kadının gözlerinin bembeyaz olduğunu gördü. Daha dikkatli bakmak için ona doğru yürümek istediyse de birisi onu oraya çivilemiş gibi kalakaldı. Hareket etmek istiyor ama yürüyemiyordu. Gözlerini kadınınkilerden ayıramıyordu. Onlarda sanki bir tek noktaya çivilenmiş gibiydi. Kadın yavaş adımlarla yaklaşırken sanki onun üstünden Sencer’e doğru bir şehvet akıyordu. Yürüyüşünde, bakışında, aniden beyaz bir renge bürünmüş saçlarının arasında dolaşan solgun parmaklarında hep bir şehvet var gibiydi. Fakat bu şehvet daha çok bir dehşete aitti, onu ikiye biçeceğine dair olan düşüncesine ait bir arzuydu. Sürekli gülümsemesinde rahatsız edici bir yan vardı. Tam önünde durduğunda sağ elinin parmaklarını Sencer’in göğsüne koyup yavaşça, oyunbaz bir şekilde yukarı doğru kaldırarak boynuna kadar getirdi. Boynundan da çenesinin altına geldikten sonra oval çizerek yumuşak tenini okşadı. Kilitlenip kalmış adamın kulağına doğru uzanıp dudaklarını saçlarının arasından uzattı.

“Abram Moos Kara Taacı!”

Geri çekilip karşısındakinin yüzündeki ifadeyi görmek isteyen kadın hiç acele etmeden ağır bir şekilde eski yerine döndü. Sencer’in yüzü ifadesizdi, elbette ki bu ad onun için bir anlama gelmiyordu ve kim olduğunu bilmiyordu ama söylenişindeki tını, harflerin bir çift dudaktan çıkıp kulağa gelişi ve heceler onun ruhunu üşümesine neden olmuştu. Yine de yüzünde buna dair bir ifade yoktu çünkü Sencer o an duyduğu ve ruh üşümesi diye tanımladığı bu duyguyu yüzünde nasıl ifade edebileceğini şaşırmıştı.

“Şimdi uyu, atama giden yolu bilmeni istemiyorum. Vardığımızda uyanacak ve atama biat edeceksin.”

Sağ elinin işaret parmağıyla başparmağını birleştirip yuvarlak bir şekil çıkardı ortaya ve adamın alnının önüne getirip var gücüyle, göz kararı seçtiği orta yerine vurdu. Başparmağının onu serbest bırakmasıyla adamın tenine vuran işaret parmağı Sencer’in alnının ortasından başlayarak kafatasının en arkalarına doğru yayılan bir titreşim göndermiş gibiydi. Vuruşun daha ilk saniyesinde adam derin bir uykunun kollarına düşüp olduğu yere yığıldı. Kuzgun adam düşmeden bir saniye önce kanatlarını açıp havada kaldıktan sonra süzülerek kadının sol omzuna kondu. Solgun parmaklar uzanıp kuzgunun gövdesindeki sık tüyleri okşarken yerde yatmakta olan adama bakıp gülümsedi.

“İyi iş çıkardın Buura-Dohsun!”

Emrecan Doğan

13 Ağustos 1996’da İstanbul’da doğdum. Halen Medeniyet Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum. Daha önce Kayıp Rıhtım forumunda ve Aylık Öykü Seçkisi içerisinde yer aldım. Gölge E-Dergi, Bilimkurgu Kulübü, Genç Yazı ve Pejmürde Dergisi bünyesinde gerçekleştirilen Ortak Hikâye projesi gibi elektronik platformlarda ve basılı olarak da Adı Yok dergisinin 75. sayısında yazılarım yayımlandı. Yaklaşık olarak 12 yaşımdan beri yazıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Kuzgunun ihaneti üzdü…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for EmrecanDogan Avatar for Duygu_Korkmaz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *