Tozlu rafların arasında, iniltiyle karışık bir ses yankılandı. “Seni seviyorum Mila!” Etrafı kaplayan, yıllanmış saman kağıdından kitaplara baktım. Hepsi geçmiş kokuyordu. Hiçbiri duyduğum cümle kadar, ana ait değildi. Önümdeki rafa yaklaşarak, Kafka’nın iki kitabını araladım. Havada uçuşan toz taneleri, zayıf ışığın arasında dans ediyorlardı. Kimseyi göremeyeceğimi anlayarak, onları yerine bıraktım. Sahaf dükkanının içinde, sakin adımlarla yürümeye başladım. Ayakkabılarımın zayıf topuklarının sesi, tahtası aşınmış zeminde tiz bir çığlığa dönüştü. Siluetim, ışık huzmesinin içindeki toza karışırken bağırdım. “Emre?!”
Adımlarımla yarışan diğer ayak seslerini duyduğumda, ensemde kokusunu hissettim. Bu kez, kulağıma sokularak fısıldadı. “Seni seviyorum sevgilim…”
Parmak uçlarımda dönerek, zayıf kollarımı sevdiğim adamın boynuna doladım. “Emre! Geldin… Ne zaman geldin?”
Diliyle ıslattığı dudakları, kuruyan dudaklarımı örttü. Gözyaşlarımın tuzu, iştahlı öpüşmemize karışırken, bedenlerimiz birbirine dolandı. En güven duyduğum yerde, kollarının arasındaydım. Kendini yavaş yavaş benden çekerken, “Henüz” dedi, “Henüz döndüm ve hemen sana geldim.”
Yüzümü yüzüne sürerken, “Nasıl geçti?” dedim. Duymayı reddederek, yeniden dudaklarıma sokuldu. Dükkânın ahşap kapısı tıngırdamasa, orada, dakikalarca öpüşebilirdik.
“Girin” diye müşterimi çağırırken, yüzüme oturan saçma gülümsemeyi ertelemeye çalışıyordum. Sevgilim kapıya doğru yürürken, “Giremez” dedi, “Çünkü kilitledim. Eğer istersen açabilirim.”
Dağılan saçlarımı düzeltirken “Elbette!” dedim, “Zar zor bulduğum işten olmak istemiyorum.” Cümlemin devamını benimle beraber tamamladı. “Bursumu kaybetmek üzereyim bir de işimden olursam okulu bitiremem ve asla bir psikolog olamam.” Yumruğumu sırtına vururken gülümsedim. “Aç lütfen kapıyı, Enver abi görse hemen kovar beni!”
Gülümseyerek kilidi çevirdi. Bakışları bedenimde gezinirken, dudaklarını ısırdı. Siyah elbisemden sızan omuzlarıma bakıyordu. Genç bir kadın içeri girerken, sevgilim dudaklarını oynatarak, sessizce “Çok güzelsin” dedi.
Gözlerimi ondan ayırarak müşterime baktım. “Hoş geldiniz. Özellikle aradığınız bir kitap var mı?”
Koyu renk saçlarını savurdu, önce Emre’ye sonra bana baktı. “Enver yok mu?”
Tüm bedenimin alev aldığını, baştan ayağa kırmızıya büründüğümü hissedebiliyordum. Sevgilisi ile baş başa kalan bir çalışanı, patronuna ispiyonlamaktan zevk alacak birine benzemiyordu; ancak onu tanıyor olması, en kalın kemiğime kadar beni titretiyordu. Sesimin tonunu kontrol etmeye çabalayarak, yarı saydam mırıldandım. “Yok. Ben yardımcı olayım.”
Emre, kapıyı yeniden kilitleyerek içeri girdi. Bakışlarım, ona doğru kayarken, sinirden bağırmak istiyordum. “Kusura bakmayın” dedi, “Sayım yapıyorduk. Nasıl yardımcı olalım.”
Bakışlarındaki kuşku azalarak yok oldu. “Peki, Mark Twain”in bir kitabını arıyordum. Enver getirebileceğini söylemişti.”
“Tom Sawyer’ın Maceraları mı?” diye cevapladı Emre.
Genç kadın, koyu renk gözlerini devirerek, eski iskemleye oturdu. “Hayır hayır, onu bulmak oldukça kolay olurdu. Ben “Adem ve Havva’nın Güncesi”ni arıyorum. Bilginiz var mı, geldi mi kitap?”
“Aslında onu bulmak da kolay” dedi egosunu şişirerek, “Ama özellikle sahaf kitabı isteyenler için değil tabi.”
Toparladığı her şeyi dağıtacağını hissederek, banko masasına doğru hızla yürüdüm. “Belki buralarda bir not kâğıdı vardır.” Bakışlarımı karışık yazıların arasında gezdirirken yine Emre’nin sesini duydum.
“Hayaletli eve gündüzleri kimse gelmez. Hayaletler bile…”
Esmer kadın, şaşkınlıkla ona baktı. “Ne?”
“Tom Sawyer’ın Maceraları”ndaki alıntılardan biri. Yani… Hepimizin bir şekilde hayaletlere dokunduğumuzu düşünürsek, bence üzerine düşünülmesi gereken bir cümle. Mesela…” İşaret parmağını kaldırarak, sisli dükkânın içinde gezdirdi. “Buradaki her kitap bir hayalet. Hepsinin üzerinde, başka hayatların silik izleri var. Ben bir arkeoloğum, her kazıda başka bir hayalete dokunuyorum. Geçmişte var olanları bugün hayal ediyorum. Zihnimde ete, kemiğe, hayata bürüyorum. Ama ben oradayken, aslında onlar yoklar. Görebildiğim hiçbir yerde yoklar. Onların bugün var olduklarına, bizi inandıran şey ne? İnlerine girmeye korkarken hem de. ”
Emre ensesini örten kumral saçlarını toplarken, kadının, onu hayranlıkla izleyen bakışlarını fark ettim. Bankonun alt kısmına iliştirilen kitabı çıkararak, heyecanla yanlarına gittim. “İşte burada! Üzerinde ‘Leyla Hanım için’ diye bir not var. Sizin sanırım.”
Bakışlarını Emre’den uzaklaştırmadan, başını salladı. “Çok mu beğeniyorsun o kitabı?”
“Daktiloyla yazılan ilk kitap olmasını beğeniyorum. Daktilo seviyorum çünkü. Geçmişi seviyorum.”
Boğazımı öksürüğümle temizleyip, “Sevgilim!” dedim, “Bana bir kâğıt torba getirir misin? Hanımefendinin kitabını teslim edelim.”
Emre”nin yeşil gözleri, özgüvenle doldu. Onu kıskandığımı hisseden yüzünde, gurur geziniyordu. Dişlerimi sıkarak, kızgın gülümsememi giyindim. “Hadi!”
“Peki Mila! Olur sevgilim…”
Müşterimizi yolcu ederken, Emre”ye kapıyı gösterdim. “Sende gitmek ister misin?”
Başını iki yana salladı. “Konuşmak isterim.”
“Hayaletler hakkında mı? Benim ilgi alanım değil ama!..”
Beni rafların arasına çekerek, yeniden dudaklarıma dokundu. “Asistan olabilirmişim biliyor musun Mila! İki adaydan biriyim! Ali ve ben… Yarın sabah yeniden kazıya gidiyoruz. Birkaç hafta burada değilim; ama döndüğümde hayatım kökten değişebilir. Akademisyen olursam, sürekli kazıya gitmem gerekmeyecek. Seni daha çok göreceğim. Daha çok para kazanacağım.”
Kollarımı boynuna dolayıp sımsıkı sarıldım. “Bence başarırsın. Ama peki ya olmazsa… O zaman ne yapacaksın?”
“Bilmem… Belki bir kitap yazarım. Belki bizi yazarım.”
Tenimi onun dokunuşlarına bırakıp, dudaklarımı dudaklarına mühürledim. Birkaç saatlik buluşmada sevgilimden başka bir şey düşünmek istemiyordum. Kokularımız birbirine karışırken, kilitli kapının birkaç kez zorlandığına emindim. Ama umurumda değildi. Önemsediğim tek şey, uçsuz bucaksız kavuşmamızdı…
* * *
Onu son gördüğüm günün üzerinden haftalar geçmişti; ancak asırlara eşdeğerdi. İçimde tütsülenen mutluluğa kulak verip, telefon ekranıma baktım. Henüz aramamıştı. Oysa çoktan dönmüş olmalıydı. Aklımın her odasında, ona ait anıları döndürürken, öğrenci evime gitmek için, okulun kapısına doğru yürümeye başladım. O sırada ardımdan gelen bir ses duydum. “Mila!”
Hızla dönüp, sevgilimin ev arkadaşının yüzüne baktım. “Ali! Döndünüz mü? Emre nerde?”
Kollarını iki yana açarak, bana doğru bir adım attı. “Nedim Hoca”nın yeni asistanı kim oldu biliyor musun sevgili arkadaşım?”
Gözlerimi kısarak, başımı iki yana salladım. “Kim?”
Bir adım daha atarak, başını salladı. “Beni tebrik etmek ister misin?”
Nezaketen beline dokundum. “Tebrikler…” Yutkunmaya zorlanıyordum. “Emre peki? O evde mi?”
“Evde! Sanırım bir çeşit hayal kırıklığı yaşıyor. Depresif bir halde. Git istersen. Anahtar vereyim mi?”
“Zili çalmayı tercih ederim. Teşekkürler.”
Adımlarım birbirini kovalarken, az önce içimde fitillenen mutluluk, yerini derin bir kedere bırakmıştı bile… Emre iyi miydi? Yıllardır oluşturduğu ütopik dünyasını, en yakın arkadaşına teslim ederken ne hissetmişti? Peki ya kaybettiğini duyduğunda ne yapmıştı? Tüm bunları yaşadıysa, neden beni aramamayı tercih etmişti?
Derin bir nefes alarak, okulun dar kapısından dışarı çıktım. Gökyüzü, mor hareler bezenmiş şekilde, az sonra üzerime bırakacağı yağmurun haberini veriyordu. Elim yeniden telefona gitti. Emre’nin numarası çevirip, onun, o çok özlediğim sesini duymayı bekledim. İlk damla tenime düşerken, sevgilimin yarı uykulu sesi, kısık bir şekilde mırıldandı. “Uyanınca arayacağım Mila… Görüşürüz…”
Yağmur şiddetini arttırarak beni sırılsıklam etmeye başladığında, telefonun kararmış ekranına bakıyordum. Onu yeniden diriltmenin, içinde sıkıştığı çemberi kırmanın bir yolu olmalıydı. Son sevişmemizden önce mırıldandığı cümle, kulaklarımı sağır edecek bir anıyla beynime doldu. “Belki bir kitap yazarım… Belki bizi yazarım…”
Sokağın köşesindeki taksi durağına koşarken, dün Enver abiden aldığım haftalığımın yanımda olup olmadığını düşünüyordum. En öndeki taksiye binerek, Bit Pazarı’na gitmesini söyledim. Çantanın fermuarını aralayarak baktım, para yanımdaydı. Belki bu, bir süre yarı aç yaşamam demekti. Ama onun için değerdi.
Taksi Bit Pazarı”na geldiğinde, yağmur dinmiş, yerini güneşin eşsiz parlaklığına bırakmıştı. Belki biraz daha baksam, ufka uzanan bir gökkuşağı bile görebilirdim. Ancak vaktim yoktu. Birazdan, eski eşyalar satan dükkâna girdiğimde, kısa bir zaman yolculuğunun içinde buldum kendimi. Paslanmış kenarları olan, boş bir pikap, birbiri ardına dizilmiş birkaç plak, üzerinde “Metallica” resimleri olan, dikişleri aşınmış birkaç tshirt, iğneleri yeni değiştirilmiş eski zaman rozetleri ve sevgilimi bekleyen, siyah zemini, vitrine sızan güneşte parlayan daktilo… Hepsi büyük bir ahenkle orada duruyordu.
Parmaklarım ister istemez cüzdanımın üzerine gitti. Emin miydim? Adım aralıklarımı ufaltarak yürümeye devam ettim. Pikabın biraz gerisinde oturan, mavi gözlü adamı o zaman fark ettim. Koyu kızıl saçları ve birkaç ton açık, dağınık sakalları ile bana bakıyordu. Köşeli yüzünün neredeyse yarısını kaplayan, siyah kemik gözlükleri vardı. Derisi sert elleri, sarma sigarayı bedenine dolduruyordu. Fildişi kolyesini çekiştirerek düzeltti ve yavaşça doğruldu. Gözlüklerini, yüzünden sıyırırken gülümsedi. Dişlerinin puslu sarısı, yüzümdeki ekşimeyi tetiklemişti. Adımlarımı geri çevirmek için, delice bir istek duydum. Ancak yapamadım. Sanki, zamanda sıkışmış gibi, orada, geçmişin en çağıl anında, asılı kaldım.
“Merhaba…” Kulaklarıma dolan benim sesimdi; ancak ne zaman düşünmüş, ne zaman söylemiştim bilmiyordum. Hayretle, bana yaklaşan adama bakarken, kendi sesim, yine tasarlamadığım bir cümleyi oraya bıraktı. “Daktilo almak istiyorum.”
Dişlerinin arasından, sigaranın gri dumanını bırakırken, vitrindeki daktiloyu gösterdi. “En iyisi bu! Kaçırma derim.”
“Olur…”
İtaatkârlığımın sebebini anlamaya çalışarak gözlerimi kıstım. Aklım Emre”den çoktan uzaklaşmış, bu puslanmış dükkândan çıkmaya odaklanmıştı. Anlamlandıramadığım bir korku, tüm duyu organlarımı etkileyerek, sanki bedenimi, durmadan büyüyen dikenlerin üzerine bırakmıştı.
“Olur?”
“Evet bunu alayım…” Nefesimi genzime doldurarak devam ettim. “Beğendim.”
“Fiyatını sormayacak mısın?”
“Tabi… Tabi…”
“Altı yüz olur sana. Olur mu hala?” Kolyesinin ucunu çekiştirerek, zayıf ipini boynunun kıvrımlarında dolaştırdı. Gözlüklerini yeniden takarak, kaşlarını kaldırdı. “Paketliyor muyum?”
Bu para, neredeyse iki haftalık maaşım demekti. Ama buradan bir an önce çıkmak için başka bir daktilo fiyatı sormamaya karar verdim. “Evet lütfen.”
Siyah daktiloyu alarak, dükkânın ıssız kısmına doğru götürdü. Ben parayı hazırlarken, sarı kese kağıdının içinde geri getirdi. Bana doğru uzatırken, yeniden gülümsedi. “Öğrenci misin?”
Bedenimdeki kasların gerilmeye başladığını hissediyordum. An’dan kaçma isteğimi hissettirmemeye çalışarak başımı salladım.
“Ne okuyorsun peki? Edebiyat mı?”
“Psikoloji.”
“Bu ne için peki?”
Parayı uzatırken, kaşlarımı çattım. “Önemli mi? Alabilir miyim artık?”
Gözlüklerinin çerçeveleri üzerinden bana baktı. Parayı alırken, boş kalan ellerimi, daktiloyla doldurdu. O zaman, yüzünde gezinen yardım çığlığını fark edebildim. Bana söylemeye çalıştığı bir şeylerin olduğu belliydi. Ancak herhangi birine ait, herhangi bir sorunu duymaya istekli değildim. Henüz tam anlamıyla psikolog bile değildim.
Birkaç saniye daha bakmaya devam ettikten sonra, kese kağıdını geri çekti. “Bekle!.. Ayarlarını yapmayı unuttum. Hemen getiriyorum.”
Biraz öncekinden daha büyük hızla ardına döndü. Bense terlemeye başlayan avuçlarımı sıkarak, geriye doğru birkaç adım attım. Kapıya yaklaşıyor olmak, sanki emniyet kemerimi sıkılaştırıyordu. Koridorun ücra köşesinde, yeniden görüldüğünde, bu kez gülmüyordu. Daktiloyu alarak, “Hoş çakalın” dedim. Ona sırtımı dönmek istemiyordum. Adımlarımı geri geri atarken konuşmaya devam ettim. “Bir sorun olursa, gelirim yine.”
“Umarım…” Bakışları kirli zemine kayarken burnundan hızla soluk alıp verdi. “Umarım bir sorun olmaz.”
Dükkândan çıkmayı başardığımda, ardıma bakmadan koşmaya başladım. Kucağımı dolduran demir makinenin ağırlığını bile fark etmiyordum. Yüzünde ölüm gezinen adamdan kaçarken, ensemde nefesini hissediyor, gözlerimi her kırptığımda, dişlerinin çirkin rengini görüyordum. Yeni bir taksi durdurarak, son paramı bırakmak üzere yola çıktım. Sonunda nihayet, Emre’ye gidiyordum.
* * *
Daktiloyu koltukaltıma sıkıştırarak, boşta kalan elimle zili çaldım. Emre’nin uyanmaya niyeti yoktu. Serin havaya rağmen, bedenimdeki sıcak ter, alnımdan boşalıyordu. Öfkeyle yumruğumu kapıya vururken, seslendim. “Açmayacak mısın şu lanet kapıyı?!”
Adımlarının sesi yaklaştıkça, yorgunluğum arttı. Sanki elimdeki makine, zaman geçtikçe katlanarak ağırlaşıyordu. Sevgilim kapıyı aralayarak o çok tanıdık gülümsemeyi giydi. “Mila… Hoş geldin sevgilim…”
Beni içeriye doğru çekerek kapıyı kapattı. Yüzümü avuçlarının arasına alırken, saçlarımı kokladı. “Hiç iyi değilim…”
“Tahmin ediyorum. Ali’yi gördüm.”
“Bırak şu herifi. Bahsetme ondan.”
“Neden böyle söylüyorsun? Onun kazanması gerekiyordu belki de.”
“Nedim Hoca’nın kızıyla sevgili olduğu için değil yani, hak ettiği için diyorsun.”
Başımı iki yana sallayarak, gözlerimi kıstım. “Öyle miymiş? Torpilli mi yani?”
Beni orada bırakıp içeri girdi. Kollarımın arasındaki hediyeyi fark etmemişti bile. Peşi sıra yürürken, söylediklerini duymaya çabalıyordum.
“Herif hocanın ailesine sızmış resmen! Üstelik bundan haberim yok. Bende gece gündüz araştırma yapıyorum!”
Kese kağıdını masaya bırakıp, yanına gittim. Salondaki koltuklardan birine kendini bırakırken, bulutlanmış gözlerini yaş kapladı.
“Nedim Hoca böyle biri değil Emre.” Ellerimi dizine koyarak, yanına oturdum. “Belki gerçekten olması gereken budur. Belki sen daha büyük sıçrayışlar için, bu sefer kaybetmişsindir.”
Akmayan gözyaşlarını içine çekerek, gözlerini tavana çevirdi. Başını yeniden indirdiğinde, masaya bakıyordu.
“O ne?”
Ben cevap vermeye hazırlanırken ayağa kalktı. “İnsanlar asla gösterdikleri kişi değillerdir Mila. Herkes bakirdir perde önünde; ama kulisi sağlam olana pek rastlayamazsın.”
Parmakları, paketin üzerinde gezinirken, yüzündeki hüzün dağıldı. “Bu… Tahmin ettiğim şey mi?”
“Bakire değil; ama bence tam olarak kafandaki gibi bir şey.”
Kâğıdı yırtarak, siyah daktiloyu ortaya çıkardı. Parmakları tuşlara dokunurken, iç çekti. “Nasıl aldın bunu?” Bana doğru yaklaşarak, yere oturdu. Dudaklarıma dokunurken, gülümsüyordu. “Sen benim kendime olan inancımın en büyük sebebisin… Teşekkür ederim.”
Yeniden daktilosunun başına döndü. Elleri, harflerin üzerinde gezindikçe, benim gözlerimin önünde gri bir zemin beliriyor ve kızıl saçlı, mavi gözlü adamı, o fonda ağırlıyordu. Kafamı sağa sola sallayarak, zihnimi sakinleştirmeye çabaladım. Bir daha görmeyeceğim birinden bu kadar ürkmüş olmak… Saçmalamaktı… Sessiz telkinimle, kendimi yatıştırırken, Emre’nin mırıldanışını duydum.
“Sıkıntı var… Basmıyor…”
Kendime gelerek, ona baktım. “Ne?”
“Harflerden biri basmıyor. Nerden aldın, hemen baktırsak mı? Sonra bizden bilmesinler?”
Bedenim ani bir titremeyle sarsıldı. Başımı sağa sola çevirip ayağa kalktım. “Bence gerek yok. Bakalım biraz, çözebiliriz belki.”
“Yani… Kurcalamak daha çok bozulmasına sebep olabilir. Bence gidelim beraber.”
Başımı sallayarak, yeniden itaatkâr halime bürümdüm. Birkaç dakika sonra, sevgilim, ben ve daktilo, kapıdan çıkmış, bir saat önce koşar adım çıktığım dükkâna geri dönüyorduk.
* * *
Bu kez paslı pikap, vitrinin zayıf ışığının altındaki yeri kapmıştı. Emre birkaç adım önümde yürürken, daha önce geldiğimde görmediğim eski bir kamera fark ettim. Pikabın saatler önceki yerinde duruyordu.
O adam, kemik gözlüklerini düzeltti ve dükkânın sisinden sıyrılarak yanımıza geldi. Büyüyen gözbebekleri, beni bu şekilde görmeyi beklemediğini fark ettiriyordu. Bu kez, yüzünde belirgin bir hayal kırıklığı sezebiliyordum. O an, o kısa an, bir şey hissettim. Daha önce anlamlandıramadığım bir şeyi anladım. Daktiloyla beraber geri döndüğünde, Emre’nin bahsettiği tuşu bozmuştu. Ama amacı beni buraya, öylece geri getirmek değildi. O, aslında başka bir şey istiyordu. Ama ne?
Sevgilime kamerayı göstererek, onları baş başa bıraktım. Ben ise, biraz önce korkuyla beni çevreleyen adamın ne yapmaya çalıştığını çözmeye çabalıyordum. Daktiloda, tuştan komut alan kaldıracın altında bir şey dikkatimi çekti. Hediye paketini kaplayan safran kâğıdın aynısı, tam oraya sıkıştırılmıştı. Parmaklarımı ince aralığa sokmaya çalışırken, Emre’nin sesini duydum. “Neden çalışmıyor dersin?”
Adımları bana doğru yaklaşırken, kâğıdı çekip aldım. O an, o adamla göz göze geldik. Ve susarak, ortak bir sırrı beraber saklamaya karar verdik. Bu, beni oldukça fazla rahatsız etmişti. Ama açıkça dile getirmek, Emre’yle ikimize ait zırhı delebilir, bizi onun önünde birer piyona çevirebilirdi. Bu yüzden sustum. Kâğıdı pantolon cebime sokarken, “Artık basıyor” dedim, “Sadece takılmış.”
Sevgilim yeniden denediğinde gülümsedi. “Gerçekten çalışıyor. Varsa yedek toner alalım o zaman biz. Boşuna gelmiş olmayalım.”
Dakikalar sonra oradan çıktığımızda, üzerimde korkunun kılıfı vardı. Ve ben sevgilime ne söylemem gerektiğini kestirmeye çalışıyordum. Ölüm giyinen adamın görüş alanından çıktığımızda durdum. Toneri Emre’ye verip, hızla kâğıdı açtım. Bir e-mail adresi ve şifresi orada duruyordu. Hiç olmaması gereken birini çırılçıplak görmüşçesine irkildim. Emre’nin “Bu nedir?” diyen sesiyle kendime geldim.
“Bilmiyorum. Sence bakalım mı?”
Başını iki yana salladı. “Başkasının mail adresinden bize ne? Bakmayalım tabi ki!..”
“Ama… Bu bakmam için oraya bırakılmış. Görmem gereken bir şeyler olduğu için…”
“Mila! Ne diyorsun, neden bahsediyorsun?!”
“Sana gidelim. Bir bakalım lütfen. Sonra anlatacağım.”
Sevgilim direksiyon başına geçtiğinde, konuşmalarımız yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Yol boyunca, kendi bedenlerimizin içinden dışarı taşmadan, kendi düşüncelerimizle dövüştük. Öğrenci Evi’ne geldiğimizde, Emre, biraz önce sevgiyle kucakladığı daktilosunu, kapı önüne bıraktı. Biz salona doğru ilerlerken, o çoktan unutulmuş şekilde ardımızda kalmıştı.
Laptopun ekranını kaldırarak, derin bir nefes aldı. Ve bakışlarını, bakışlarımla kesiştirmeden boş bir internet sayfası açtı. Bense, sevgilimin oturduğu berjerin biraz gerisinde, cebimde duran kâğıdı çıkardım. Ellerim terlerken, bedenimin geri kalan her yeri üşüyordu. Yaşadığım gelgitleri anlamayı erteleyerek kâğıdı ona uzattım. Ardına bakmadan, safran parçayı avucunun arasına aldı. Ve dakikalardır süren sessizliğini, ani bir şekilde böldü. “Bu başkasının özel hayatı! Bize ne Mila?”
Ben hiçbir şey söylemeyince, omzunun üzerinden yarım bir bakış attı. “Emin misin?”
“Emre… Karşımıza ne çıkacak bilmiyorum; ama görmek istiyorum.”
“Neden?” Bu kez başını tamamen kaldırıp, gözlerini gözlerime sabitledi. “Kime ait bu adres?”
“Sanırım o adama… Daktiloyu aldığımız dükkandaki satıcıya.”
Kâğıdı bana geri uzatıp, hışımla ekranı kapattı. “Sevgilim! Gerçekten bizi ne ilgilendirir o adamın hayatı? Nerde buldun bu kâğıdı?”
“Çalışmayan kaldıracın altında. Bak…” Berjerin kolluğunun üzerine otururken, yüzümü, sinirden titreyen sol omzuna dayadım. “Ben bir psikolog adayıyım. Ve o adamın yüzünde, normal olmayan bir şeyler gördüm.” Ekranı yavaşça kaldırarak, sesimin tonuna daha ciddi bir tını kattım. “Belki bipolar bozukluk vardır, belki şizofrenidir, belki hiçbiri… Ama O’nda beni ürküten bir şey var ve ben, burada, senin yanında, onun gizemli dünyasına dahil olmak istiyorum.”
Parmaklarımı tuşların üzerinde hızla dolaştırarak, e-mail sayfasını açtım. Açılmamış e-maillerle dolu sayfadaki tek adres, yine onunkiydi. “Tüm mesajları kendi yollamış…” İrkilerek, olduğum yerde doğruldum. Daha ileri gitmek istediğimden emin değildim. Boğazımı zorlayan tükürüğümü yutarken, kaşlarımı çattım. “Belki seni dinlemeliyim” diye mırıldandım, “Belki devamı bizi ilgilendirmiyordur.”
Bu kez o, ekrana biraz daha yaklaşarak, başını iki yana salladı. “Son gönderilen mesajın saatine bak. 2 saat öncesi. Muhtemelen sen daktiloyu aldıktan sonra bunu yollamış. Bir şey söylüyor; ama ne?” Gerilen yüzü, yeniden yüzüme döndü. “Asılıyor olmasın sana…”
Kaşlarımı kaldırarak tebessüm ettim. “Emin ol böyle bir şey olsa hissederdim. O’nda başka bir şey var.”
Dokunmatik ekrana işaret parmağı ile hızla vurdu. Mesajın içeriği açıldığında, okuduğumu anlamak için kendimi zorladım. “Ne demek bu?”
Emre, kızıl saçlı, mavi gözlü adamın cümlesini seslendirirken, kafamın içinde O’nun sesi dönüyordu. “Lütfen beni durdur… Eğer durmazsam, çok insanın canı yanacak. Ve evet, sıra insanlarda…”
İkimizde, karşımıza çıkacak diğer mesajların içeriğini az çok anlamıştık. Ben ekrandan uzaklaşırken, sevgilim, dudaklarını, dişlerinin arasına sıkıştırmış, zıngırdayan parmaklarını ekrana götürmeye çabalıyordu. “Görmek istemiyorsun sanırım. Benim görmemi ister misin?”
“Sadece bir tane” dedim, “Birini aç yeter.”
Derin bir nefes alarak, yeniden ekrana dokundu. Bense, görmediğim ekranın diğer tarafından, onun yüzünü izliyordum. Önce şaşkınlık, sonra öfke ve sonrasında korku tüm damarlarına sızdı. Kan dolan yüzü, kıpkırmızı olmuştu. Gözlerinde biriken yaşlar süzülürken, parmaklarını ısırarak kendini sakinleştirmeye çabaladı. Hızla yanına gidip ekranı kapattım. “İyi misin?”
“Hayvanlar…” dedi “İşkence görmüş ve öldürülmüş hayvanlar…”
“Yani… Bu tarz fotoğrafları mı arşivliyor? Bunları bu e-mail adresinde mi topluyor?”
Başını iki yana salladı. “Öldürüyor Mila… Her fotoğraf karesinde o da var ve ekrana gülümsüyor. Avuçlarındaki ölü bedene aldırmadan, sadece gülümsüyor…”
Biraz önce terleyen ellerim buz kesmiş, bedenim uyuşmaya başlamıştı. Laptopu alarak ayağa kalktım. “Gidelim mi?”
Kuşkuyla beni süzdü. “Nereye?”
“Onu ihbar etmeye. Yardım istiyor Emre, durdur diyor. Durdurmanın başka bir yolu var mı?”
Kapıdan dışarı çıkarken, ardımıza baktık. Dresuarın üzerindeki daktilo, yani katilin sessiz elçisi, orada öylece, olacakları bekliyordu.
* * *
İki ay sonra…
Okuldan çıkıp, Sahaf’ın yolunu tutmuştum ki telefonum çaldı. Arayan Emre’ydi. Alelacele cevaplamaya çabalarken, elimdeki dosyaları düşürdüm. Telefonu omzumun ve yüzümün arasına sıkıştırırken, “Efendim…” dedim.
“Mila! Nedim Hoca çift asistanla çalışmaya karar vermiş, bu ne demek biliyor musun?! Akademik kariyerim resmen başladı!!!”
Yavaşça doğrulurken gülümsedim. “Bu şahane bir haber! Kutlayalım!”
Sesinin tonu cılızlaştı. “Akşam bende mi kalsan? Hem sana başladığım romanın birkaç sayfasını okurum.”
Aklım daktiloya takılıp kalırken, boş vermiş gibi devam ettim. “Eeee… Hem arkeolog hem yazar olacaksın o zaman öyle mi?”
“Hem de asistan. Şimdilik tabi. Belki birkaç yıla öğretim görevlisi olurum.”
Otobüs yoluna doğru ilerlemeye başladım. Önce dükkâna, sonra giyinmek için eve, sonra Emre”ye gitmeliydim. “Eminim olursun. Ne alayım gelirken?”
“Ben alırım. Sen gel yeter.”
O günden sonra ilk kez Emre’ye gidecektim. O günden sonra, daktiloyu ilk kez görecektim. Yoldaki tozları havalandırarak yürürken, kızıl sakallı, çirkin sarı dişli adamın, polislerin arasında götürülüşünü hatırladım. Bir de omzunun üzerinden bana doğrulttuğu mavi gözlerinin, teşekkür eden bakışlarını.
Durakta bekleyen otobüse yetişmek için koşarken kafam bir anlığına dağıldı. Koltuklardan birine oturmayı başardığımda, adamın yüzü, zihnime geri geldi. Karşısında korkudan titrerken, “Neden?” diyebilmiştim, “Neden beni seçtin?”
Kafasını sallarken, tüm yüzünü gererek gülmüştü. Ağzındaki tüm koku yüzüme dolarken, tiksinerek burun kıvırmıştım. “Sadece seni değil.” demişti. “Çok kişiden yardım istedim; ancak bir kısmı mesajlara baktı, bir kısmı bakmadı. Beni kendi bedenimdeki hapishaneden çıkaran ise sen oldun. Durdurulmasaydım öldürürdüm. Teşekkür ederim.”
Adamın yüzü aklımdan silinirken, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Otobüs yol almaya başladığında, dosyalarımdan birini aralayıp, ders notlarımı açtım. İyileştirmem, yardım etmem, dokunmam gereken çok insan, belki de kurtarmam gereken çok canlı vardı. Onarılmadıkça büyüyen çocukluk yaralarını sarmak istediğim insanlara, zihnimde sarıldım. Onların elinde kurbana dönüşen, zayıf göründüğü için, kolay bir av kimliğine bürünen her canlıyı, sanki sakladım. Emre’nin güzel yüzünü hatırlayarak tebessüm ederken, bir şeyden tam olarak emindim. Anlatmak isteyen herkes için, o siyah daktilo olacaktım. Sessizce onları dinleyecek, aksamlarımın arasında, onların sözlerini gizleyecektim. Ve gittikleri yol kararmaya başladıysa, çalışmayı durduracak, onları dipten çekecektim.
Tüm bunları düşünürken, çalışma kağıtlarımın arasında, safran kâğıda bir not buldum. Emre’nin el yazısı tanıyınca, içim rahatlayarak okudum. “SON… Her şeyin bir sonu vardır.” MARK TWAIN, TOM SAWYER’IN MACERALARI… Ama unutma, sadece bizim için son yok Mila… Seni seviyorum…”
- Histeri - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Viyolog - 1 Nisan 2020
- Kökler ve Dallar - 1 Şubat 2020
- Aynadaki Yolcular – Son - 1 Aralık 2019
Merhaba,
Hayal kırıklığını, heyecanı, korkuyu ve tutkuyu çok güzel vermişsiniz öykünüzde. Mila’nın daktiloyu alırken yaşadığı gerilimi tüylerim diken diken hissettim
Baştan sona keyifle okudum, elinize sağlık.
Sadece bir iki yerde şu başa bela de/da ayrımını gözden kaçırmışsınız.
Gelecek seçkilerde, yeni öykülerle görüşmek dileğiyle.
Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim
Gözümden kaçmıştır, teşekkürler.
Görüşmek üzere
Merhabalar,
Öykünüzü uzun zaman önce okumuştum, yorumlama şansım olmamıştı. Şimdi tekrar okudum ilk etkisini yitirmemiş güçlü bir öykü buldum. Bir hayli hassas bir konuya temas etmişsiniz tedirginlik hissi hala devam etmekte içimde. Sadece ele alış şekliniz farklıydı. Olağan bir şeyi farklı yorumlamaya itti bir miktar beni. Sapkınlığını alenen paylaşan insanların yüzde kaçı bu tarz bir yakarış için bunu yapıyordur diye düşündüm. Yani hiç bu açıdan bakmamışım, belki gerçekten durdurulmak için yapıyorlardır bilmiyorum. Bu derin kaygılar zihnimde dönmeye devam edip duracak sanıyorum ki.
Yaratmış olduğunuz çifti sevmemek imkansızdı. Abartıya kaçmadan, iletişim ve sevgiye dayanan bir ilişkiyi böyle bir kurgunun arkasına yedirmek zor gelirdi bana sanırım ellerinize sağlık Ki bu da yetmez gibi bu çiftin hayatındaki olaylar da arka plan olarak verilmişti. Alıntılar, kıskançlıklar, koşturmalar, daktilonun bozuk tuşları… Her etmen bizi yaşamın farklı bir kıyısına götürüyor. kıyılarda neyle mücadele edeceğimiz biraz da okura bağlı. Yazar kuyuya taşı atıp kaçıyor, bir öyküden çok fazla duygu ile ayrılmak hoş bir tat bıraktı gerçekten. Kaleminize ve zihninize sağlık!
Sevgili Ezgi, öyle güzel yorumluyorsunuz ki, kendi yazdığım yazıya geri dönüp okuyorum yeniden Çok teşekkür ederim size.
Görüşürüz yeni seçkilerde.