Öykü

Deli Astronot

Tırnak makasının her seferinde sesi biraz daha artıyordu. Bir ara bu durumu tırnaklarımın uzunluklarına bağladım. Çünkü tuhaf bir şekilde (ve benim isteğim dışında) baş parmağımdan serçe parmağıma kadar tırnaklarımın boyu giderek uzuyordu. Sanırım kendi kafamda “Uzun tırnak daha çok ses çıkarır. ” diye bir mantık vardı. Herhalde bu yüzden böyle düşünmüştüm.

Ama sonra etrafımdaki insanların tırnaklarımın boyuyla doğru orantılı olarak sessizleştiğini fark ettim. Yani sesin artmasının nedeni aslında giderek büyüyen sessizlikti. Neden böyle olduğunu anlamak için kafamı kaldırdım. Ama bir de baktım ki herkes bana bakıyor. Hem de öldürecekmiş gibi. O an o kadar çok korktum ki yanlışlıkla etimi kestim. Canım çok yandı. Tekrardan insanların yüzlerine baktım. Hepsi etimin kesildiğinin farkındaydı. Ama benim umurumda değildi. Onlara bakmaya devam ettim. Ta ki annemle göz göze gelinceye kadar. Kadın bildiğin gözleriyle bana bıçak atmaya hazırlanıyordu. Onun o hali “Ben askerlikte komandoluk yaptım. Akıllı ol!” der gibiydi.

Ben de tırnak makasını bıraktım. Ama annem bakmaya devam ediyordu. İşte o an annemin üzerime doğru koşup beni bıçaklayacağını düşündüm. Ama sonra varlığına hem şüphe hem de şükür ettiğim sevgili Tanrım beni ağlatmaya başladı. Hem de birden bire. İlk başta gözlerim doldu. (Ama gözlerimin dolduğunu on saniye sonra fark ettim. Bu yüzden Tanrı’nın işiydi. Yoksa bir insan ağladığını nasıl fark etmezdi?) Sonra  yanaklarım kızardı. (Ağlayınca hep yanaklarım kızarırdı. Görmezdim. Ama hissederdim.) Annemin suratına baktım. Rahatlamıştı ve “ Benim kızımda üzüldü. O akrabalarını çok sever” anlamında insanların gözlerine bakıyordu.

İlk göz yaşım yanağımdan akıyordu ki bir kadın yanıma gelip:

“Ağlama. Ölümdür bu hepimizin başına gelir. ” dedi. Sanki hastalıkmış da tedavisi varmış gibi.

Sonra kadın saçlarımı okşamaya başladı ve akmakta olan göz yaşlarımı sildi. Bunu yapınca biraz şaşırdım. Çünkü kadını tanımıyordum ve sanırım o da beni tanımıyordu. Bir insan tanımadığı bir insana neden böyle bir şey yapardı ki? Ayrıca adını bile bilmediğim bir adam öldü diye ben niye ağlayayım?

Kafamı kaldırdım, ayağa kalktım ve kadının yanından kaçtım. Annem tuvalete gideceğimi düşündüğü için bana bir şey demedi. (Yani benim bir rutinimdi. Cenazelerde hep tuvalete gitmiş gibi yapardım. Ama gitmezdim tabi. Her seferinde aynı şeyi yaptığım için annem artık bana sormazdı.)

Cenaze törenlerinden nefret ederdim. Anneme gelmek istemediği söylemiştim. Sonuçta yaşarken yüzüne bile bir kez görmediğim bir insandı. Ama annem “Onlar senin akraban. Ne olursa olsun gelmen lazım. ” diye bana bağırmaya başladı. Onun bağırması ne olursa olsun onun isteğinin gerçekleşeceği anlamına geliyordu. Bu yüzden daha fazla uzatmak istemedim ve onunla o cenaze evine gittim. Sonra tesadüfi bir şekilde montumun cebinde tırnak makası buldum ve dediğim gibi tırnaklarımla oyalandım.

Bu cenazenin nedeni olan adam gayet alışıldık bir şekilde ölmüştü. Trafik kazası. Bence otuz yıl yaşayan bir insana ancak intihar yakışırdı. Bu çok basit bir ölümdü. Bir de adamın suçu da yokmuş. Ona çarpan arabanın sürücüsü alkollüymüş. En azından suçlu olsaydı biraz daha eğlenceli olurdu. Ne güzel kafayı bulup öyle ölmüş olurdu. Hem çektiği acıyı da hissetmezdi. Bu sefer gerçekten yazık olmuş. Bir de bankacıymış. Sıkıcı hayatın gerçekten de dibine vurmuş. Tabi bunları diyen bendim. Diğerleri “Çok gençti. Bir aptallık uğruna öldü. (Sanki akıllılık uğruna yaşıyormuş gibi.) Yazık kimsesi de yoktu. (Sözde biz akrabalarıydık.) Allah o şoförü mahvetsin. Gün yüzü görmesin. Yazık! Yazık! Bir de  gencecik nişanlısı vardı. Neyse annesinin babasının yanına gitti.” falan diyorlardı.

İşte benim tuvalet maceram biraz olsun bu sesleri duymamak içindi.

Dediğim gibi tuvalete gitmezdim. Onun yerine balkona giderdim. Yanımda da sigaram varsa canıma minnetti. (Tabi ki annem sigara içtiğimi bilmiyordu. Zaten sigaralarımı hep çorabımın kenarına saklardım. Hiçbir zamanda fark etmedi.) Gerçi olmasa bile ben vestiyerdeki montların ceplerini karıştırıp mutlaka bir dal bulurdum. Bizim ailede de içen birileri mutlaka olurdu. Neyse ki o gün şansıma yanımda vardı. Gidip balkona çıktım. Ama o kadar şanslı bir varlıktım ki yanımda çakmağım yoktu. Sonra tekrar içeri gittim. Vestiyerin olduğu yere doğru yürüdüm. Başladım montların ceplerini karıştırmaya. Kırmızı bir tane çakmak buldum. Ama tabii ki orada yakamazdım. O yüzden balkona geri döndüm. Yaktım, içime çektim ve muhteşem sakinliğin kanser gibi vücuduma yayılmasına izin verdim.

Bu sigara ne  güzel bir şeydi. Hem insanı rahatlatıyordu. Hem de insana “Dışarı çık. Biraz nefes al. “ diyordu. Malum içerde içilmezdi. Gerçi tuvalette içilirdi. Ama balkon varken tuvalet çöpten değersizdi. Ayrıca yalan söylemenin bir anlamı olmalıydı. Hem ne güzel dışarı bakma imkanın da vardı. O yüzden balkon iyiydi.

Orada biraz insanlara bakıp keyif yaptım. Benim gibi biri için keyif her şeyden önce gelirdi. Derken bir nefes daha çekiyim dedim. Ama omzunda bir el hissettim. İçerde yaşadığım korkunun hala etkisindeydim ki sigaram balkondan aşağıya düştü ve ben adeta yerimden sıçradım. Kafamı çevirdim ve inanılmaz bir şeyle karşılaştım.

Astronot kıyafetli bir adam, bana “Merhaba” anlamında  elini uzatmıştı. Bir de kafasında cam fanus. O an ilk başta hayal gördüğümü düşündüm. Ama adam ciddi ciddi oradaydı. Hem de kıyafetleriyle. Sonra gerçekten büyük bir kahkaha attım. (Hatta o kadar büyüktü ki hayatımda daha önce hiç o kadar büyük kahkaha attığımı hatırlamıyorum. Neyse ki annem duymadı. Yoksa beni gerçekten öldürürdü. Allah’tan ölen adamın çok tanıdığı vardı da onların seslerinden benim kahkaham duyulmadı.)  Normalde sanırım benim yerimde olan birisi adamın deli olduğunu zannederek kaçıp giderdi. Sonuçta cenaze evinde astronot kıyafetli bir adam. Ama ben nedense kahkaha attım. (Sanırım bir nevi bana özel şaşkınlık şekliydi bu kahkaha.) Adam da gülmeye başladı. Ama eli hep aynı yerdeydi. Muhteşem kahkahamı bir nefes alarak sonlandırdım. Adam da aynı şeyi yaptı. Sonra bana eli hala havadayken:

“Naber Cano?”

“Cano mu?”

“Evet, ne yaptın?” (Elini indirdi.)

“Ne mi yaptım?”

“Alt üstü bir cevap vereceksin. Sanki ne dedik?”

“Cevap mı?”

“Aman be. Sanki ne dedim ya?”

“Bir şey dediğinizi söylemedim zaten. Sadece tuhaf geldi. “

“Tuhaf gelen ne?”

“Bunu gerçekten soruyor musunuz?”

“Evet”

“Kıyafetiniz. Sonra hiç tanımadığım bir insanın bana ‘Cano’ demesi.”

“Birine ‘Cano’ demek için onu tanımak mı lazım?”

“Evet, bence lazım.”

“Bence lazım değil. Mesela ünlülerin hayranları. Onlarda tanımıyorlar. Ama hayran oldukları ünlülere yakınlık bildiren her şeyi diyorlar.”

“Kendiniz diyorsunuz hayran diye. Bana hayran mısınız?”

“Demek ki öyleymişim. “

“Nasıl öyleymişim? İnsan kime hayran olup olmadığını bilmez mi? Ayrıca ben ünlü müyüm?”

“Bilmiyormuş demek ki. Zaten birine hayran olmak için o kişinin ünlü olması gerekmez.”

“Nasıl bilmiyor? Yolda gelirken kafasına taş mı düştü?”

“Olabilir. Dünyada yaşıyoruz. Her türlü mantıksız şey mümkün.”

“Siz kimsiniz? Ayrıca üzerinizdeki astronot kıyafetlerini nereden buldunuz ve neden böyle mantıksız konuşuyorsunuz?”

“Astronot kıyafeti mi? Ha bu beyaz şeyler. Onları çöpte buldum. Ben binanın kapıcısıyım da. Her akşam çöp atarım. Dün yine atıyordum. Bu beyaz şeyleri fark ettim. İlgimi çekti. Ben de aldım giydim.”

“Allah Allah. “

“Sen inanıyor musun? Ateist gibi bir tipin var?”

“Üzerinizde ki şeylerin astronot kıyafeti olduğunu bilmiyorsunuz. Ama ateistin ne anlama geldiğini biliyorsunuz.”

“Evet. Ne olmuş? Olamaz mı? Biz doğru düzgün Türkçe bile konuşamayan ama ellerinde pahalı pahalı telefonlar taşıyan insanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu mu tuhaf geliyor?”

“Evet, bu tuhaf geliyor? Siz gerçekten üzerinizdeki kıyafetleri çöpten mi çıkardınız?”

“Evet. Neden ki?”

“Neden ki mi?“

“Burası Türkiye. Bütün saçmalıklar mümkün.” dedi

Tuhaf bir şekilde adamın açıklaması gayet mantıklı geldi. Sustum. O da sustu. Bir süre gelen geçen insanlara baktık. Sonra yoldan halay müziği çalan bir araba geçti. Adam birden bire oynamaya başladı. Ne ironikti. Astronot kıyafeti ve halay. Araba geçtikten sonra adam oynayarak yanıma geldi ve bana:

“Ben aslında bilim adamıyım. NASA’ya seçildim. Ama sonra beni yanlış seçildiniz diye geri yolladılar. Bu kıyafetleri de onlar verdiler. Ama geri almadılar. Ben de böyle aylak aylak geziyorum işte.”

“Ne?” dedim ve içerden bir ses geldi. Annem bağırıyordu.

“Kızım kaç o delinin yanından!” (Diyerek balkona geldi)

“Ne oldu anne?”

“Ne mi oldu? Kızım bu adam deli. Ne işin var senin burada? Hani sen tuvaletteydin. Zaten bu kadar uzun sürmesinden anlamalıydım. Yürü. Yürü gidiyoruz buradan.”

“Anne adam neden deli olsun?”

“Ya sana yürü diyorum. Gir çeri!” dedi ve beraber içeri girdik.

Tabi annem içeri girince beni hafif tartakladı. Sonra bütün her şeyi ailenin dedikodu kraliçesi olan Ayşe Teyzeden öğrendik. (Zaten böyle kadınların ismi hep “Ayşe” oluyordu. Sanırım bilerek koyuyorlardı.)

Meğersem adam deliymiş. Gerçekten deliymiş. Hatta hastaneye bile yatırmışlar. Küçükken en büyük isteği astronot olmakmış. Evlerinin bahçesinde bir gün astronotçuluk oynarken kafası yere çarpmış. O günden sonra da hep böyle mantıksız ve saçma sapan konuşmaya ve başlamış. Doktora falan götürmüşler. Ama beynin de bir hasar bulunamamış. Son çare ailesi tımarhaneye kapatmış. Ordan da kaçmış. İşte son olarak da bu mahalleye sığınmış. Adam hiç yerinde durmuyormuş. Zaten küçüklüğünden beri uzaya daha doğrusu astronotluğa da olan ilgisi hala devam ediyormuş. Önüne çıkan herkesten dilenci gibi astronot kıyafeti dileniyormuş. Hatta bir gece sabaha kadar kıyafet de kıyafet diye bağırmış durmuş. Mahalleli de birleşip astronot kıyafeti diktirmiş. İşte o günde kapıyı açık görünce içeri girmiş. Balkonda beni görünce canı istemiş yanıma gelmiş.

İşin benim tarafımdan tuhaf kısmı şu. Hayatımda ilk defa tescillenmiş bir deliyle konuştum ve ona hak verdim. Yani çoğu söylediği ve yaptığı şeyleri mantıksız buldum. Ama yine de ona hak verdim. Gerçi hak vermek günümüzün dünyasında pek akıllıların yaptığı bir şey değildi.  Günümüz de hak çoğunluk demekti. Bunun içinde akıllı olmak değil çok olmak önemliydi. Ama yine de bir deliydi sonuçta. Yani ben deli denilince düşünme yetisinden tamamen uzak insanlardan bahsedildiğini düşünüyordum. Ama bu adam gayette düşünüyordu. Hem nasıl olurdu da  astronotluktan bu kadar olan şeye rağmen vazgeçmemişti? Acaba akıllı mıydı? İstediklerini yapabilmek için numara mı yapıyordu? Ya da ben mi yanlış düşünüyordum? Belki de ben deliydim. (Zaten yapılan bu kadar saçmalığa rağmen benim bu kadar sakin kalmamın başka bir açıklaması olamazdı.) Ama bu soruları sonlandıracak bir cevabı hiçbir zaman alamadım. Çünkü sevgili annem adamı tekrardan tımarhaneye kapattırmıştı. Ben de kendimi yormadım ve son çare deliliğimi kabul ettim.

Zilan Damla Polat

2008 yılında televizyonda başlayan bir tiyatro programını, ailesinin kendisini küçükken götürdüğü bir tiyatro oyunu yüzünden izlemek zorunda kalır. Çünkü ailesi onu masanın altından dev bir kızın şak diye kelebek olarak çıktığı bir oyuna götürür. O andan itibaren beyni ilk saçmalama virüsünü kapar ama o bunun farkına varamaz. 2008 yılında BKM’nin başlamasıyla beraber biraz daha mutluluk için 4 yıl tedavi görür. Ama o tedavi istemez. Tam tersine hastalığa sahip olmak ister ve seçkiye öykü gönderir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Kurguyu değişik bir şekilde ele almışsınız. Karakteri ve deli astronotla olan diyalogunu sevdim. Anlatımınız çok doğal ve samimi geldi. Okumaktan keyif aldım.

  2. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili Zilan,

    Bu ay yazdığın öykü ilk başladığında bir rüya mı anlatılıyor diye düşündüm. Sonra olay örgüsüne dikkat ettim. Cenaze evinde bir kız, orada olmaktan rahatsız, tuvalete gitmek için “tırnak kesmeyi” bir bahane olarak kullanması lazım ki balkonda astronot giysili bir deliyle karşılaşabilsin. Bu kadar enteresan olay absürd bir karanlık hikayeye oldukça yakışır sanırım. Özellikle yoğunlaştığım bir alan olmadığından ve seni anlayabilmek için bir önceki öykünü de okudum. Açıkçası onun daha çok ilgimi çektiğini söylemeliyim.

    Lütfen yazmaya devam et. Yazarken cümlelerin bir şeyi olduğu gibi vermektense betimlemeye konsantre olman hikayenin gücünü arttıracaktır. Ayrıca naçizane olarak; kurgusal bütünlüğe ve diyalog kalitesine konsantre olunduğu ve parazit kelimelerden uzak kalındığı sürece okuyucu ile kurulan bağın daha güçlendiğini düşünmüşümdür hep… Belki bir kez daha hikayeyi buna göre gözden geçirmek istersin.

    Eline ve düş gücüne sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

  3. Güzel ve akıcı bir öykü kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Homeros38 Avatar for maviadige Avatar for Zilan Avatar for Dipsiz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *