Koca kötü gramafon devasa bir cihazdı. Mağaraların kasvetli ufkunda yükselir, simsiyah bir güneş gibi parlardı. Bir lahza iğnesi düşerdi, büyük bir gürültü kopardı ve mağaralardaki kazan halkı şarkının başlayacağını anlayıp dans için hazırlanırdı. Gramafon bir şeyler ötmeye başladığı an hayat çarklı bir saate dönüşürdü, zamana bağlı ya da ondan bağımsız. Dansın öforyası tüm kazan halkını çıldırtırdı. Gecelere, gündüzlere ve kayıtsızlığın katatonik serhaddini bulup da delirium tremense varıncaya değin dans ederlerdi. Kimisi ölürdü, kimisi bir kuşa dönüşürdü. Bazı anlarda melekler bu kazan halkının deliliğinden korkardı. Çünkü kazan halkı dansın alevleri ile öyle bir ekstaz yaşardı ki melekler insanlığın yükselip gökyüzüne ulaşacağı korkusuna kapılırdı. Dansı bozmak için plağı değiştirirlerdi hep. Koca kötü gramafon küskün küskün ötmeye başlayınca insanlar dansı bitirirdi. Mosmor olmuş vücutlar ve de kanı çekilmiş tırnaklar ile kazanlarda pişirmek için gıda toplamaya başlarlardı. Gramafonun sırrını ya da melekleri asla merak etmezlerdi çünkü gramafon dağın öteki yakasındaydı. Dağın öteki yakası yasalara, törelere ve fizik kurallarına göre kazan insanlarını ilgilendirmeyen bomboş bir alandır. Bu yüzden insanlar meleklerin sırrını da bilmezdi. Melekler dağın öbür yakasına hapsolmuş insanlara hep gizemli ve kutsal varlıklar gibi görünürdü, oysa meleklerin kanatları takma kanatlardı, melekler de sadece süslü ve hormonlu insanlardı.
Bir gün öküz ve katır kırması bir radyatör hayvanına binen Keşiş Taotetzu, medeniyeti terketmek için yola çıkmıştı. Bir insan, insan kılıfı içindeyken nasıl uzaklaşabilirdi medeniyetten? “Elbetteki bilinen tüm kurallar reddederek,” dedi Taotetzu kendi kendine ve fizik kurallarına meydan okumaya karar verdi. Dağın öteki yakasına geçti böylece, korkunç bir sırra da böyle vakıf oldu. Meleklerin o hür ve küstah kayıtsızlığının çekirdeğini gördü… gökyüzünden sallanan ipleri, bulutların arasında sırıtan pervaneli dünyayı, plakları, askerleri, bezbebekleri, porselen tanrıları.
Sonra melekler Taotetzu’yu farketti fakat her şey için çok geçti. Daha fazlasını görmesin, geriye dönüp gördüklerini anlatmasın diye bir fırtına başladı. Gökyüzü kapkara bulutlarla doldu. Keşiş, radyatör hayvanından inip bir kavuğa sindi. Tüm gördüğü şeyleri yazmaya başladı. “Artık öldüm,” dedi, “bundan sonra aklımın uzantısı varolacak.”
En önemli kelimeleri taşlara kazıdıktan sonra bir şimşek geçti uzviyetinin içinden, fırtına dindiği zaman Taotetzu sahiden ölmüştü fakat zihni yaşıyordu. Zihin sporlar gibi saçıldı boşluğa, kazan dağına yaklaşan devasa bir çadırın içine savruldu.
Meleklerse bomboş kalmış cesedi kayalıklardan aldı. Kazan dağı ahalisi Taotetzu’nun ölüm sebebini merak edecekti. Bunu engellemek için görkemli bir cenaze töreni yapmaya karar verdi melekler. Böylece ecelin varlığını yeniden hatırlayacaktı insanlar.
Koca kötü gramafon yeniden çalmaya başladı o sabah. Çok yoğun aromatik bir ağıt yayıyordu dünyaya. Güneş küstah bir surat ifadesi takınmıştı. Yalımları acı verici bir yakışıklılık ile değiyordu toprağa. Sonra ağıt büyürken güneş görkemini yitiriyor, solgun ve alkol kadar bulanık bir hüzne kapanıyordu. Dümdüz perişan ovalardan, golgi steplerinden, tuz gölünden ve dalgasız denizden çekiyordu ışığını. Ağıdın etkisi ile korkunç bir mozaiğe dönüşüyordu dünya. Radyatör hayvanları, teneke adamlar, Kont’un askerleri ve maça kızı ağlıyordu. Simsiyah gözyaşları gerçekliği incitiyordu.
Keşişin bedeni görkemli bir öküzün sırtında kazan kasabasına girdi. Simsiyah şeytan çocuklar kurumuş ağaç dallarında oturup insanlara gözükmeden kıs kıs güldü, küstah melekler dağların ardından seyretti olanı biteni, insanlar neden ağladığını bilmeden ağladı ve her şey kaotik bir rüzgarla savruldu behemal bir kasvete.
Çılgın gibi dönüyor, simsiyah anlamsız gözyaşları akıtıyordu kazan insanları, el ele tutuşup çemberler yaratıyorlardı sonra ve çığlıklar atarak dans ediyorlardı. Koca kötü gramafon durmadan çalıyordu ve kazanların altındaki alev çıldırıyordu. Çok yaşlı kadınlar buruş buruş olmuş elleri ile beliriyordu ateşin başında. Kazanlarda fokurdayan suda melek kanatları pişiriyorlardı. Bunlar imite kanatlardı, tuz gölünün zehirli kuğuları öldürülüp kaos terzileri tarafından kazan insanlarını beslesin ve onların gönüllerini hoş tutsun diye icat edilmişti. Nineler de bayılırdı zaten bunları pişirmeye.
Bir de kuğuları avlayan çok meyus bir sınıf vardı kazan dağında yaşayan. Çok iyi arbalet kullanır, tüfeği çok iyi tutarlar, çok iyi nişancıdırlar ama çok soğuktur kalpleri. O sabah koca kötü gramafon ağıt melodileri ile ötüyorken çıktılar kazan kasabasından. Ağıt deliliği onlarda sadece av hissiyatını kabartan bir aksülamel yaratırdı hep. Platodan aşağı inen korkutucu podyuma girdiler. Beş kişiydiler. En yeteneksiz avcılar, en ucube askerler. Breg, Ogo, Sakuro, Deeb ve Zeth.
Büyük bir kazana tekerlekler eklemiştiler, ninelerin pişirdiği kanatlardan bir kalp söküp motor yapmışlardı ondan. Kalp eklemlenmiş, damarlar çıkarmış ve giderek büyüyüp organik bir motora dönüşmüştü sahiden. Kazana giren ucubeler küfürlerle dolu notasız bir şarkı söylediği zaman kalp hiddetle atıyor ve kazan kendiliğinden hareket ediyordu.
Podyumdan aşağı inip ovaya açıldı avcılar. Soğuk ve grimsi mavi semada gramafon kuşları, saksafon leylekleri, simsiyah pelikanlar ve kanatlı leylaklar uçuyordu çılgınca. Dünyanın enerji paketleri sırtlarındaydı sanki. On yedi denizin değdiği her kıyıya uçuyorlardı. On yedi ağıdın yakıldığı her diyara gidiyorlardı. Her renkten millete umut dağıtıyorlardı ve kurumuş toprağa tohum serpiyorlardı. Çok geçmeden avcıların yaklaştığını gördüler. Kaçmaya başladılar çaresizce. Avcıların zırhlı gölgeleri denize uzanmıştı bile. Fakat kuşlar çığlık çığlığa kaçsalar dahi dalgasız denizde tek bir aksülamel yaşanmamıştı. Deniz dünyadaki en kayıtsız varlıktı çünkü. Çok sığdı, kıyıdan onlarca kilometre açıkta bile diz mesafesindeydi. Sırıtkan balinalar ve ıstakozlarla doluydu. Ayrıca küçük adacıkları da vardı bu denizin. Şizofren kaçkınlar ve ekolojik teröristler ütopyalar kurmuştu orada. Nitekim denizin suyu son derece kirlidir.
O sabah avcılar denize yaklaşırken bir tek zehirli kuğular kalmıştı yapışkan sahilde. Bomboş hayvansı bakışlarla ve kuğu zarafetiyle seyretmişlerdi yaklaşan tehlikeyi. Kanat çırpmamışlardı. Çırpsalar da bir şey değişmezdi zaten. Sahile yapışmıştı hepsi.
Avcılar kuğuları ormana dalan öfkeli biçerdöverler gibi kesmeye başladı. Kanatlarını kopardılar, kafalarını ezdiler, kan beyaz güzelliğe damladı, tüyler yapış yapış bir fırtına gibi uçtu havaya. Akşama kadar sürdü bu av operası. Sonra avcılar işi durdurdu, çünkü bir Osmanlı harem çadırı belirmişti ufukta. Görkemli ve oryantal tutkular saçıyordu akşamın mor karanlığına. Motorlu faytonlar, kanatlı atlar tarafından çekilen otomobiller, kalbine yağ damlatan paslı bir düzenek kurulmuş devler ve düşmüş melekler bu çadırın etrafında mekanik bir uzviyetin çarkları gibi dans ediyordu. Çığlık atıyor, haykırıyor, ağlıyor ve inliyorlardı. Çok karmaşık ve korkutucu bir şeye gönderme yapıyorlardı haykırışlarında. Kanatlardan bahsediyor, gökyüzünden bahsediyor ve meleklere küfrediyorlardı. “Gökyüzünde pervaneli bir rüya var!” diye bağırıyorlardı şarkıların içine sızmış çirkin bir ima ile, “o pervaneli rüyada porselen tanrılar ve Keşiş Taotetzu’nun taştan cesedinde hakikat! Bu gece gelin ve duyun hakikati!”
Kazan avcıları gece çöküp de dalgasız deniz iyice durgunlaştığı zaman sahilden beş yüz metre ötede bir tuz tepeciğine çekildi. Çarklar ve tekerlekler ile hareket eden Osmanlı haremini seyrettiler uzaktan. Halleri pek pespayeydi, üşüyorlardı ve açtılar. Kazan gece kadar soğuktu üstelik ve ateş yakmamışlardı. Kuğu kalbi atmıyordu, karanlık tüm küfürleri yutmuştu.
Birbirinden ucube bu beş adam kanatları ayıklıyor ve hayal kuruyordu. Neden sonra aralarındaki en aptal olan Deeb bir sigara yaktı. Karanfilli ve tatlı bir sigaraydı bu. “Biz de çadıra gitmeliyiz,” dedi.
“O çadırda ava dair hiçbir şey yok,” diye tersledi onu Breg. Tam bir patrondu. Dehşet verici dikenli botlar giyer ve komutan kaskı takardı. Yivli bir tüfeği vardı ve kaması çığlık kadar keskindi .
Deeb, Breg’in hükmüne karşı çıktı. “Yanılıyorsun,” dedi, “o çadırda bize ait çok şey var. Bizim av tutkumuza ait neredeyse her şey orada?”
“Nasıl yani?”
“Avın tüm hazzı orada saklı, inanmıyor musun?”
Aralarında en aklıselim görünen Zeth pespaye kumar kağıtlarını mıncıklamak ile meşguldü. En sevdiği kart maça kızıydı. Simsiyah kalbe, simsiyah geceye ve hiç parlamayan yıldızlara bakıp kontun karısını düşlüyordu. “Çadır sadece doğunun esrarlı diyarlarından gelen esmer ve güzel kadınlarla dolu,” ded, “bizim işimiz kuğularla, o kadınlarla değil.”
“Fakat…”
“Gitmek isteyen gitsin,” dedi Breg. Böylece Sakuro ve Deeb kazanı terketti. Yıldızların ağıtlar gibi düştüğü dalgasız denizin sahiline yürüdüler. Çok geçmeden olağan gürültülere karışıp kayboldular.
* * *
Sakuro ve Deeb çadıra vardığı zaman deliliğin uçurumuna girdiler adeta, bir uçta baş döndürücü saat mekanizmaları ve çığlık anatomisinin en keskin sathı vardı, diğer uçta ise gökyüzünü iğneleyen aklın yalnızlığı. Muhteşem doğunun esrarengiz gölgeleri bir kadının gözlerindeydi, sonra ipte yürüyen bir cambaz doğunun tüm zenginliklerini saçıyordu etrafa. Kanatlar saat mekanizması gibi inip kalkıyordu, anlaşılmaz bir cinsellik kuğuların başı etrafında seyrediyordu. Kazan ahalisinden karınca gibi insanlar çadıra doluyordu ve yağlı, simsiyah yüzlerinde garip bir dehşet ifadesi ile olanı biteni seyrediyorlardı. Teneke adamlar birbiriyle ölesiye dövüşüyor ve birbirilerinin buharlı kalbini çıkarıp kalabalığa fırlatıyordu. Fillerin üstünde tepetaklak duran cüceler simsiyahtı, en tuhaf diyarın elçileriydi onlar… denizin asla değmediği toprakların. Sakuro ve Deeb bu hengamenin içinde önemsiz bir köşedeydi. Olan biteni dehşet ve sosyal anksiyetenin alerjik rahatsızlığı içinde izliyorlardı. Neden sonra Deeb gitmek istediğini, kazana geri dönmek istediğini söyledi ama Sakuro biraz daha kalmaları için ısrar etti çünkü düşmüş meleklerin gösterisi başlamıştı.
Düşmüş meleklerin hepsi güzel kızlardı. Karınlarını ve bağırsaklarını boşaltıp açılan boşluğa bir saat koymuşlardı. Bu saat zamandan bağımsız ilerleyen son derece meyus bir mekanizmaya sahipti ve çığlık anatomisinin altın oranını yaratıyordu kaotik döngüsünde. Düşmüş melekler akrep ve yelkovana uyarak anlaşılmaz bir dansa başladı. Neden sonra bir adam ipin üzerine çıktı… kanatları vardı.
Deeb ve Sakuro dehşete kapıldı. İnsan ve kanatlar asla yanyana gelmeyecek türden iki göstergeydi. O kanatlı insan imgesini çadırdaki kimse kabullenemedi. Çok tiksindirici, çok tuhaf ve korkunç bir şey görmüşçesine çığlık atmaya başladılar. Meleklerin ve kuşların kanatları vardı ancak fakat insanların yoktu… olamazdı da! İnsanların kanatları olsa onlar insan olmazlardı zaten fakat ipin üzerindeki adamın kanatları vardı ve o bir insandı!
Bunca yıldır kuğu kanatları kesmişti Deeb ve Sakuro ama ilk kez kanatları takan birini görüyorlardı! İpin üzerinde sarhoş gibi yürüdü o adam ve çok çirkin bir kahkaha atarak şunları söyledi kalabalığa, “kazanların altını yakın! Ormanları yakın! Taşları yakın! O kazanlara saatleri atın! Çivileri, çemberleri, aletleri ve toprağı o kazanlara atın! Tüm düzenekleri o kazanlara atın! Her şeyi yerinden söküp kazanlara doldurun ve pişirin dünyayı! Sonra o pişirdiğiniz yığını yiyin! Yiyin ve kusun meleklerin rüyasına!”
Kendi etrafında çok tehlikeli bir tur atıp izleyen herkesin yüreğini ağzına getirerek boşluğa devrildi. Fakat kanatlarını birkez çırptı ve havadaydı. Kanatlarını yeniden çırptı, bu sefer yükseliyordu… kendini serbest bıraktı, havada süzüldü ve sonra ortadan kayboldu.
Çadırdaki herkes dehşete kapılmış ama aynı zamanda galeyana gelmişti. Çığlık çığlığaydılar. Aklın yalnızlığı artık hapolduğu zemine sığmıyor, büyüyor ve büyüyor, isyan ediyordu. İnsanın zavallı uzviyeti bu isyana karşı koyamazdı. Tahkir ve istihza ile soyunmaya başlamıştı insanlar, kendilerinden kurtulmak ve kurtuldukları posayı bir hiçe çevirip yücelmek istiyorlardı. Delilik bir histeri patlaması halinde dansa dönüştü.
Kazan ahalisi dans ediyordu yine. Uçmak istiyorlardı ve dans ederek sahile doluştular. Zehirli kuğuları çekiştirmeye başladılar. Sakuro ve Deeb de gördüklerinin şaşkınlığı ile çadırı terk etti. Upuzun ve yassı gecenin karanlığı ile ezilmiş sahil boyunca kazana yürüdüler. Sahilden uzaklaştıkça insanların o behemehal uğultusu kayboldu. Issızlık, yıldızların çığlığı ile iğneleniyordu şimdi. Gökyüzünde hüznün, terkedilmişliğin ve mahkumiyetin kokusu vardı. İnsan gerçekliğe ve bedenine mahkumdu hâlâ.
Organlarını dışarı çıkaran düşmüş melekleri düşlüyordu Sakuro ve Deeb. O organların boşluğuna mekanizmalar eklemişlerdi. Organ yerine saat mekanizmaları… organsız vücut, gerçek bir devrim!
Düşündükçe kendi organlarının seslerini duymaya başlamıştı o iki avcı ve beyin makinesindeki düşünce reseptörleri acı içindeydi. Uzviyetin hücresel bağlarında kopan bu fırtına bir çığlığa sebep oldu. Sakuro ve Deeb çıldırarak koşmaya başladılar.
Delilik, hayatı başlatan o kozmik sporlar gibi Deeb ve Sakuro’nun vücudunda yuva yapmıştı. Bu aksülamel sinir ağları gibi uzanarak tüm geceyi kaplamıştı. Zehirli kuğular uyanmıştı hayvansı rüyalardan ve denizin derinliklerindeki zararlı varlıklar karaya doğru hareketlenmişti. İnsanlar ve doğa kanatlanmak için savaşıyordu şimdi. Adeta ateşi yükselen bir bünye gibi tabiat kıvranıyor, sancılar ile kararıyor ve sonra sabahın o yankılı şafağına susuyordu.
Deliliğin elçileri.çığlık çığlığa kazana vardıkları zaman Zeth şarkı söylüyordu. Fakat delilik Zeth’i de sarstı. Şarkıyı bırakıp o da çığlık atmaya başladı. Ogo ve Breg çoktan delirmişti. Dalgasız denizden yakaladıkları kocaman bir balığı yalamakla meşguldü ikisi. Çığlıkları umursamadılar bile. Balığı yalamaya devam ettiler. Sonra toprağa tükürdüler pulları, balığı havaya fırlattılar. Sabaha kadar göz ve akıl makinesinin birbiri ile olan bağlarını kemirdi bu ucube avcılar. Sonra akıl makinesi uzviyetin tamamına oranla son derece gereksiz ve aşağılık bir komposto gibi kalakaldı beynin çeperleri arasında. Akıl, mantık ve behemehal tüm hissiyatlar izole edilip ucubeleştirildi.
Evrimini tamamlayıp ıstakoz bilgeliğine erişen avcılar birbirilerine saldırmaya başladı. Breg, Ogo ve Zeth o iki delilik elçisini yere yatırıp sırtlarını kamalarla parçaladı ve kuğu kanatları taktılar arkadaşlarına.
“Şimdi çok klas oldunuz,” dedi Breg, “sıra bizde.”
Birbirilerine kuğu kanatları taktıktan sonra ne yapacaklarını tartışmaya başladılar.
“Hepimiz silahlıyız,” dedi Zeth, “kanatlarımız da var ve bizler avcıyız…”
“Bu ne işe yarar ki?” diye sordu Deeb. Kanatlarıyla bile çok aptal ve zavallı gözüküyordu. Breg sinirlenmişti, “bunlar ne işe yarıyor biliyor musun? İnsanlar bize hak ettiğimiz saygıyı verecek.”
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
“Çadıra gidelim, Osmanlılar belki bizi çadırlarına alır… şu aptal dağdan kurtuluruz.”
Böylece kazana doluştular teker teker. Çok öfkeli ve küfürlerle dolu bir şarkı söylemeye başladılar. Kuğunun kalbi bu zulme dayanamadan kederle atmaya başladı yine. Kazan hareketlendi. Bağırarak, küfrederek ve upuzun tuzlu sahilin parlak yalnızlığını iğneleyerek çadıra doğru gittiler.
Fakat çadıra yaklaştıkça bir şeylerin ters gittiğini fark ettiler. Kont’un askerleri çadırı kuşatmıştı. Teneke adamlar, sinek valeleri ve siyaha boyanmış bakır zırhlar giyen muhafızlar gördüler bölük bölük. Yanlarında çok tehlikeli olan gramafon toplarını getirmişlerdi ve gramafon tüfekleri tutuyorlardı ellerinde.
“Ne yapacağız?” diye sordu Zeth.
“Ya bu gün, ya da hiç,” diye yanıtladı onu Ogo, “bence savaşalım… bizlerin kanatları var, onlar ise metalden zırhlara hapsolmuşlar.”
“Ateş açın!” diye emretti Breg ve avcılar emre itaat ederek tüfeklerini kaldırdı. Kuğular ağıt yakar gibi ürperdi ve tüfekler ateşlendi. Beş tane güneş doğdu, sonra inflak etti ve öteye sıçrayıp katliam yarattı. Kont’un askerleri birer birer devrildi. Saldırının ne yönden geldiğini daha anlayamamışken çadır çirkin bir yaratığın iltihaplı karnı gibi yarıldı. İçinden yüzlerce yeniçeri çıktı. Büyük bir öfke ve hırs ile Kont’un askerlerini parçalamak için saldırdılar. Gramafonlu askerler yeniçerileri püskürttü. Yeniçeriler çadırdan arta kalanların orada yeniden pozisyon aldı. Gramafonlardan fışkıran mücessem musikiye karşı onlar da kin dolu tezahuratlar etmeye başladı.
Avcılar korku içinde kaçtı. Tuz stepleri yalnızlık ve de terkedilmişliği ile yuttu onların o zavallı kazanını. Tepelerin arkasına sürüklendiler. Orada, ıssız tuz çölü boyunca ağır ağır ilerlerken zaman karıncalar gibi geçip gidiyordu gerçekliğin sathından. Nihayet sabah kuruyup öğlene dönüştü, güneş yükseldi, yassılaştı ve akşama doğru eğilmeye başladı. Ortalığı keder ve korku dolu kızıl bir ışık doldurdu. Sonra tepelerden açılan bir geçit ile sahile çıktılar. Dalgasız denizde hâlâ dalga yoktu. Kirli su dümdüzdü. Ufukta sırıtkan bir balina o çirkin sardonicus gülümsemesiyle akşamın melankolik güzelliğine karşı şarkı söylüyordu.
Çarklı kazan durdu. Avcılar artık küfretmiyordu ve kuğu kalbi yorulmuştu. Issız sahilin yumuşacık kumlarına saplandı araç. Kim bilir yıllardır belki de hiçbir şey temas etmemişti bu kumlara… kim bilir yıllardır belki de ilk izler düşüyordu şimdi kumlara.
Yalnızlığın bu akıl almaz güzelliği kabul etmesi zor bir gerçekle doluydu. “Bizler artık teröristiz,” dedi Breg, “bizim artık vatanımız yok, vatanımız hiçlik bizim, artık biz kendi kendimizin efendisiyiz…”
Upuzun bir an boyunca sessizlik her şeye egemen oldu. Sonra “şu dünyada sizden başka kimsem yok artık,” diye söylendi Sakuro. Oldukça hantal ve kaba saba olan Ogo ise, “zaten birbirimizden başka kimsemiz yoktu,” dedi.
Bir süre daha suskun geçti. Sessizce dalgasız denizi, balinayı ve akşamı seyrettiler. Sonra Breg son kararı verdi. Kararları hep o verirdi. “Ayrılmamız gerekli,” dedi, “her birimiz farklı bir yöne gitmeliyiz. Eğer birlikte kalırsak melekler illa ki bizi bulacaktır. Hepimizi bir anda öldürürler… oysa ayrılırsak herkesin hayatta kalma şansı yükselir.”
Kimse itiraz etmedi. Sessizce boyun eğdiler bu fikre. Tıpkı Kont’un askerlerine saldırırken yaptıkları gibi.
“İleride bir gün, belki başka bir çağda, belki bilinmeyen bir diyarda yeniden buluşacak ruhlarımız,” dedi Breg. Akşam kızıl bir yankı ile dünyaya düştü, gece dolmaya başladı kırıklarından. Dalgasız denizin ıssız sahilinde vedalaştılar. Sırt sırta verip rüzgara teslim oldular. Beşi de farklı bir yöne uçtu.
Zeth tüm kötü ihtimalleri göze alarak kazan dağına geri döndü. Çok yüksekten uçuyordu, bulutları aşmıştı, melekler onu göremezdi. Gecenin engin karanlığında güven fakat ölümcül bir soğuk vardı. Sonra kazan dağına ulaştığında sessizce Keşiş Taotetzu’nun mabedine girdi. Mabedi teneke adamlar gözetliyordu fakat Zeth’i farketmediler. Zeth mabetteki dürbün düzenekleri ile çadırın durduğu sahili gözetledi. İki ordu kısa bir ateşkes yapmış gibi görünüyordu, savaş bitmemişti hâlâ.
Osmanlılar’ın yenileceğini düşündü Zeth, bu yüzden halkı meleklere karşı ayaklandırmak için her şeyi yazmaya karar verdi. Melekler sahte kanatlar takıyordu, insanların uçması için melek olmalarına gerek yoktu. İnsanlar da uçabilirdi, kuşlar zaten uçuyordu. İnsanlar da müzik yapabilirdi, dünyadaki tek müzik koca kötü gramafonunkinden ibaret değildi.
Zeth ertesi sabah bu bildirileri dağıttı tüm dağ ahalisine. Sonra kazan dağını terkedip dalgasız denizin ötesindeki bilinmezliğe açıldı. Bir daha kimse görmedi Zeth’i. Ondan bir daha kimse haber alamadı.
Kazan dağında ise savaş devam etti. Kanatlar takıp uçmayı akıl ederek Osmanlı hükümdarını bile rahatsız eden o mucit, sürüldüğü diyarda uzun yıllar sürecek savaşların ilk kıvılcımını tetiklemişti.
- Avara’nın Minotor’u Öldürmesi - 1 Şubat 2022
- Cotard City ve İşaretler - 1 Aralık 2020
- Yıldızlarla Birlikte Ağladım - 1 Ağustos 2020
- Masal, Kireç Rengi Kelebek ve Android Kız - 1 Temmuz 2020
- Hepsini Anlatıyorum - 1 Ocak 2020
Yine son derece başarılı, büyülü, ambianslarını izleyiciye anlatmaktan ziyade gösteren manzum bir nesir eserle bizi baş başa bıraktınız.
Açıkçası tutturduğunuz kalite ve stil ile insan söyleyecek fazla bir şey bırakmıyorsunuz. Ben daha önce övdüğüm ne varsa bu hikayede de aynılarını okudum. Bruegelvari tasvirler diyeceğim dedim, düzyazı şiiri diyeceğim, dedim -hatta bu yorumda da dedim.- Hasılı bir Toğrul Sultanzade vakası var bu platformda ve ben bu vakayı son derece beğenerek okuyorum.
Bu hikayenizde yeni bir şey olarak sanki olay öyküsüne daha yakın noktalar yakaladım, özellikle öykünün başında. Tema ve öykü bağlantılarınızı da ayrıca beğeniyorum, bunda da duygusal bir climax ile vermişsiniz bağlantıyı.
Tekrar ediyorum ama büyük bir keyifle okudum öykünüzü. Önümüzdeki seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Öncelikle okuduğunuz ve güzel yorumlarınız için teşekkür etmek istiyorum. Sizle artık ziyaretleşmelerimiz bir kaideye oturdu. Çünkü seçkiyi açar açmaz, baktığım ilk öykü sizinki. Sahiden sakin, samimi ve de aromatik bir güzelliği var öykülerinizin. Bu öyküyü yazarken biraz şüpheliydim bu yüzden. Anlatımda dingin bir tempoyu severim. Fakat bu sefer daha önce hiç yapmadığım kadar Bruegel ve Bosch tablolarına benzetmek istedim yazımı. Nitekim Orta Çağ’a dayanan bir clockpunk ortaya çıkmış oldu böylece. Bunu devam ettirmek biraz riskli sanıyorum ki, fakat bir yandan da yazmaktan zevk aldığım bir stil bu. Bir sonraki tema yaratıcılığı son derece tetikliyor. Bakalım ortaya neler çıkacak. Umarım bir aksilik olmaz ve yine görüşebiliriz. Esen kalın.
Rica ederim ne demek. Siz de söylediğiniz gibi benim öykümü daha yayınlanmaz okumuşsunuz. Bu gerçekten beni mutlu etti. Övgüler için ayrıca teşekkür ederim.
Ortaçağa dayanan clockpunk gayet de başarılı olmuş. Evet bir stiliniz var, devam ettirmek riskli olabilir mi? Belki, ama bence nasıl seviyorsanız öyle yazmaya devam edin. İçinizden farklı birşey deneme dürtüsü çok güçlü olarak gelmeye başlarsanız onu da yaparsınız. Bence gerek yok ama, çok özel bir stiliniz var ben kesinlikle beceremem.
Yani şu var, belki tasvirler, trademark benzetmeler, daha önce de söylediğim gibi garip şiirini andıran ve ingilizce kelimelerin de kullanımı ile yapılan tamlamaları belki taklit edebilirim. Ama temaya bağlantıyı kurarken gösteriyorsunuz ki bütün bu yer yer saykodelik görünen bu stil aslında bir amaca hizmet ediyor ve son derece de planlı. Ve ben bu noktada yarı yolda kalırım.
Kızılderili çok geniş bir tema, gerçekten çok şeyler yazılabilir. Ama biz çalıştığımız firmada yoğun bir döneme giriyoruz o açıdan belki ben bu ay olmayabilirim. Ama bir şekilde kotarabilirsem aslında ana fikrini kafamda buldum diyebilirim.
Bu veya daha sonraki seçkilerde tekrar görüşmek dileğiyle…
Merhabalar.
Cümleler hayal gücünüzü ifade etmek için yetmezmiş gibi.
Her paragraf diyarın farklı bir köşesini yansıtıyor. Hayatımda okuduğum en dolu öykü bu olabilir. Hayal gücünüzle derilmiş bir dünyada yaşayabilirdim.
Sonda Zeth’in galeyana getirici metnini görmek isterdim ama.
Ellerinize, kaleminize sağlık.
Hikayelerimin okunduğunu bilmek çok güzel bir his, güzel yorumlar almak da öyle. Yazdıklarım en azından bir yankıya dönüşüyor. Böylece yalnız hissetmiyorum. Genelde kendim için yazarım ve yazdıklarım öylece kalır. Onları okuyan bir tek bendim. Kendi kendimi mutlu ediyordum fakat bunların edebi bir değer taşıyıp taşımadığından ya da en azından okumaya değer olup olmadığından emin değildim. Nitekim bu acı bir yalnızlığa benziyordu. Neyseki böyle platformlar var. Her ay beklediğim, rutine bindirdiğim bir olay bu seçkiler.
Velhasıl vakit ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim. Umarım önümüzdeki seçkide görüşebiliriz.