Öykü

Kanatlar

Sıçanların arasından karanlık dehlizde ilerlerken şehrin altında başka bir şehir olabileceğini hiç düşünmemiştim. Zaten birçok şeyi hiç düşünmemiştim; evimizin basılabileceğini, annemin babamın, iki kız kardeşimin öldürülebileceğini… Olanların nedenini anlamaya çalışmayı artık bırakmıştım, bırakmak zorundaydım yoksa nasıl devam edebilirdim soluk alıp vermeye…

Omzuma atlayan bir sıçanla irkildim, elimin tersiyle itiverdim onu. Suya düşer düşmez kaçmaya başladı. Hiç sendelemeden… Oysa ben? Saklandığım yerde gün boyu ağlamamış mıydım, on yaşından da küçük görünen bedenimin o daracık aralıkta görünmemesi için tespih böceği gibi kıvrılıp dua etmemiş miydim? Deli Hasan beni bulup o delikten çıkardığında, yedirip içirdiğinde ne demişti: “Bugün ağla çocuk, bugün tüm yaşamının tamamında bir daha ağlamamak için ağla. Sonra sus ve erkek ol. Yarın seni bir erkek olarak göreyim karşımda.” Üç ay önce, o gün bitmişti gözyaşlarım.

“Ahmet sarsak sarsak yürüme hızlan biraz. Daha yolumuz uzun.”

Deli Hasan’ın adımlarına yetişmek için hızlandım. Sırtımda taşıdığım kumaş topu olmasa daha hızlı hareket edebilirdim ama sızlanmaya hakkım yoktu. Deli Hasan benim abimdi ve o ne derse yapmaya hazırdım. Mert, güçlü kuvvetli babayiğit bir adamdı. Benim gibi bir sürü yetimi korur, kılımıza zarar gelmesini istemezdi. Labirent gibi kanalların sonunda şehrin biraz dışına çıktığımızda güneş bir anlığına gözlerimi kör etti.

“N’oluyo lan? Köstebek oldun da ışıktan mı korktun?” Deli Hasan sırtıma vuruyor, bir yandan da kocaman gülüyordu.

“Yok da, ne bileyim birden böyle…”

“Hadi bakalım aslanım, iki sokak sonra varacağız gideceğimiz yere. Of be leş gibi de koktun ha!”

“Sen sanki kokmadın…”

“Bakayım. Pöff! Böyle sokaklara girersek bizi kokudan yakalarlar. Gel şu derede biraz su dökünelim.”

Sırtımdaki ağır kumaş topunu yere bıraktım, Deli Hasan’da taşıdığı birbirine kalın halatlarla bağlanmış sopaları bıraktı. Üzerimizdekileri çıkarıp bir güzel yıkandık.

“Lan senin kafa sarıymış be! Kirden pislikten rengini görmemişim. Vay sarı kafa Ahmet!”

Suyun aksinde kendimi görmeye çalıştım. Sarı, siyah ne fark ederdi ki!

“Yeter bu kadar eğlenmek sarı kafa, yolumuz var daha, hadi bakalım”

“Ya Hasan abi söylesen ya nereye gidiyoruz, bu yükler ne işe yarar?”

“Ahmet bıkmadın mı oğlum sormaktan? Yola düştüğümüzden beri bu kaçıncı? Ben de bilmem bazı şeyleri, bir tek ortalarda fazla dolaşmadan gideceğimiz yere varalım. Hadi, hadi! Çenen yerine ayakların çalışsın.”

Gizli saklı nihayet şehrin dış mahallerinde bir eve geldik. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Deli Hasan kapıya iki kere vurdu, biraz bekleyip üç kere daha vurdu. Kapı aralandı.

“Nerede kaldınız yahu? Bir saattir içeride dolanıp duruyor Ahmet Çelebi.”

“Anca, işte! O kadar yoldan geldik, sen de daha Selamün aleyküm demeden.

“Selamün aleyküm, Selamün aleyküm…”

“Aleyküm selamm! Hah şöyle! Dilimiz damağımız birbirine yapıştı Usta, yok mu şerbetin falan?”

“Var var da sen önce bir görün içeri. Bu el kadar çocuğa mı taşıttın yükü?”

“İyidir o iyidir, aslan parçası. Bak onun da adı Ahmet.”

“İyi iyi, geç bakalım, çocuk kalsın benle.”

Deli Hasan’la konuşan biraz kambur, keçi sakallı, küçük gözlü adam beni yer minderine oturttu.

“İstersen biraz uyu, onların işi uzun olabilir” dedi.

Zaten yorgunluktan bitkin düşmüştüm, mindere kedi gibi kıvrıldım, rüyalar içinde yüzerken bağırtıyla uyandım.

“Eksik bunlar diyorum Hasan sana, eksik işte! Bak bak şuraya görüyor musun, bak şu resme?”

Yavaşça kalkıp Deli Hasan’ın girdiği kapıyı açtım. İçerisi mumlarla aydınlatılmıştı. Tüm duvarlarda bir sürü kâğıt, onların üzerinde de karmakarışık resimler vardı. Mumların ışığı resimlerin üzerine vuruyor resimlerdekiler sanki hareket ediyorlardı. Kafeslerdeki kuşlar bağıran adam kadar yaygara koparıyordu.

“Ben bilmem!” dedi Deli Hasan. “Ne verdilerse getirdim Ahmet Çelebi. Benden bu kadar.”

“Tamam tamam haklısın” dedi adam sakalını sıvazlayarak. Tam o sırada iki pençe beni yakaladığı gibi havaya kaldırdı ve içeriye soktu.

“Bir casus yakaladım kapıda. Dördüncü Murad’ın casuslarından…”

Küçük gözlü adam, kendinden beklenmeyen bir kuvvetle beni koltukaltlarımdan tutmuş havada sallıyordu.

“Casus değilim ben!” diye bağırdım.

Deli Hasan ve yanındaki sakallı adam biraz önceki kavgayı yapan onlar değilmiş gibi kahkahalarla gülmeye başladılar.

“Vay! Benden önce bu velet uçuyor baksana…” dedi sakallı adam.

Ben ayaklarım yerden kesilmiş o vaziyette hâlâ çırpınıyordum.

“Tamam tamam indir onu Nafiz Usta. Kim bu delikanlı?”

“Ahmet. Senin isminden. Bizim yetimlerden işte.”

“Ahmet, gel bakalım şöyle. Sana da akıl soralım. Gençlerin aklı daha başka olur. Şimdi bak, şu kuşları görüyor musun? Sence bunlar nasıl uçuyor?”

Omuz silktim. Benimle alay ediyor olmalıydı.

“Kanatlarıyla işte. Herkes bilir bunu.”

“Gördün mü Deli Hasan? Çocuk bile biliyor. Kanat, kanat, kanat… Tüm iş bu kanatlarda! Ahmet, sen söyle oğlum, kuşun kanadı kırılsa uçabilir mi?”

“Uçamaz.”

“Hah! Gördün mü Hasan Efendi? Çocuk diyor u-ça-maz. Ben bu getirdiklerinle kanadı kırık bir kuş olurum ancak. “

“İstersen İbrahim Usta’yla sen konuş Ahmet Çelebi. Ben senin istediğin her şeyi söyledim ona.”

“Ya Deli Hasan, sen de biliyorsun ki etraf casus kaynıyor. Yaptığım şey Padişahın kulağına giderse sonumuz ne olur bilmem. İlimden bilimden söz etsem anlamaz. Onun için bir anda çıkmalıyım ortalığa.”

Ben bu sırada büyülenmiş gibi resimlere, çizimlere bakıyordum. İlk kez böyle bir şey görüyordum. Bir sürü kanat resmi vardı.

“Söyle bakalım çocuk, sen havada uçan bir insan görsen ne dersin?”

“İnsanlar uçamaz ki!”

“Farzı mahal Ahmet, uçan insan görsen ne dersin?”

“Tövbe! İçine cin kaçmış, cin çarpmış derim herhalde”

“İşte. Padişahın bana diyeceği de bu… Şimdi şu uzunluklarda beş adet daha…”

Deli Hasan eliyle dışarı çıkmam için işaret etti. Yavaşça çıkıp yine mindere oturdum. Sakallı adam beni iyice şaşkın yapmıştı sorularıyla. Onu düşünürken uyuyakalmışım, rüyamda diyardan diyara uçuyordum.

Deli Hasan’ın dürtmesiyle yattığım yerden fırladım.

“Sakin ol Ahmet oğlum, yok bir şey. Bak sana ne diyeceğim?..”

Uyku sersemi söylediklerini anlamaya çalıştım.

“Sarı kafa, evlât, burada kalmak ister misin? Ahmet Çelebi seni çok sevmiş. Hem biraz okuma yazma öğrenirsin, onun getir götür işlerini yaparsın, ha ne dersin?”

Deli Hasan’dan ayrılmak istemiyordum ama bir yandan da bu dünya, bu sorular beni içine çekmişti. Neredeyse başka bir âlemdi burası.

“Ya sen?”

“Ben sık sık geleceğim, merak etme.”

O gün öylece orada kaldım, Ahmet Çelebi ve Nafiz Ustayla beraber.

Ahmet Çelebi’nin gizli bir dolabı ve içinde bir sürü kitabı vardı. Ben her gün o kitapları siliyor, yerleri süpürüyordum. Aslında Ahmet Çelebi şehirden uzak bu evde yaşamıyormuş çalışmak için burayı seçmiş dedi Nafiz Usta bana. Zengin bir adammış ama bu uçma hastalığına tutulmuş. Çok bilirmiş, akıl danışanı çokmuş. Tabii uçma hastalığına tutulmadan önce. Ayak altında dolaşılmasını sevmediği için ben pek ortalarda görünmezdim. Bazen bakmam için bana kitap verirdi. Deri kaplarını açarken duyduğum o kokunun verdiği mutluluğu hiçbir şeye değişmezdim. Güzel kokardı kitaplar. Bazen de Nafiz Usta bana harfleri öğretir okumam için yardımcı olurdu. Halimden memnundum. Bir gün yine öyle dalmış kitaba bakarken içeriden seslendi Çelebi.

“Ahmet, gel bakayım…”

Hemen fırladım yerimden.

“Sana bir soru, iyi düşün ama, bir insan neden uçmak ister?”

Hah, bu soruyu ben de onu tanıdığımdan beri soruyordum kendime. Zengin, akıllı bir adam neden böyle bir işle uğraşıp böyle derme çatma bir yerde yaşasın?

“Bilmem!”

“Bil, bil. İyice düşün, yarına kadar sana izin. Bana güzel bir cevap bulamazsan yollarımız ayrılır.”

Korktum. Burada rahatım iyiydi. Yavaş yavaş okuma yazma da öğreniyordum. Köşe minderine oturup düşünmeye başladım. Bir şey gelmiyordu aklıma. Dışarı çıkıp büyük ağacın altına gittim. Kuşları dinledim. Allah bizi uçmamız için yaratsaydı, kanatlı olmaz mıydık dedim. Balıklar nasıl suyun içinde yaşıyorsa kuşlarda öyle uçuyor işte. Allah öyle yaratmış. Bunun ona yetmeyeceğini biliyordum. Aslında kâfir olmadığından emindim. Beş vakit namaz kılıyor, hep dua ediyordu. Kitaplar yüzünden mi acaba diye geçti aklımdan. Belki de çok şey bilince insanın kafası karışıyordu. Padişah bile uçamıyorken Çelebi neden uçmak istiyordu ki? Ne diyecektim ona? Burada kalmam gerekiyordu. Deli Hasan olsaydı keşke, diye geçti aklımdan. Hasan ne zamandır ortada yoktu. Saklandığını söyledi Nafiz Usta. Birileriyle kavgaya tutuşmuş, adamı bıçaklamış. Çocukları korumak istemiştir mutlaka. Deli Hasan da yoksa ben kimin yanına giderdim ki? Tüm gün o ağacın altında oturdum, kuşları seyrettim. Sonra yukarıdan daha iyi görünür diye ağaca tırmandım. En üst dalına kadar çıktım. Baktım şehir bir başka görünüyor. Neredeyse eski mahalleyi göreceğim. Sevinçle ayağa kalktığımda dengemi kaybettim ve…

“Bir şeyi var mı, kırık çıkık?”

“Yok neyse ki. Ahmet ne işin vardı ağacın tepesinde?”

Çelebi’yle Nafiz Usta başımda durmuşlar, endişeyle bakıyorlardı bana.

“Buldum” dedim. “Buldum. Uzakları daha iyi iyi görebilmek için. Her şey daha başka görünüyor.” Bayılmışım.

Ayıldığımda Çelebi yine başımdaydı. Alnımdan öptü beni.

“Ahmet, oğlum, doğru söyledin. Herkesten farklı bakabilmek için, yapılmayanı yapabilmek için istiyorum uçmayı. Allah bize kanat vermemiş ama akıl vermiş, onu kullanalım diye değil mi? Hadi dinlen artık. Zaten çok az kaldı uçmaya.”

Sonraki günler iç avluda o kocaman kanatları yapmak için İbrahim Usta, Nafiz Usta, yanlarında güvendikleri iki adam ve Ahmet Çelebi gece gündüz çalıştılar. Bazen Nafiz Usta ya da İbrahim Usta Çelebi’ye karşı çıkıyor bir tartışma yaşanıyor, Çelebi ikna olursa bir kahkaha ile uzlaşma sağlanıyordu. Bazen de tam tersi. Bu çalışmaların ev ne kadar uzakta da olsa duyulmaması beklenemezdi öyle de oldu. Bir gün kapıya askerler dayandı. Kanatları saklama imkânı yoktu. Çelebi gelen askerlere ne yapmayı düşündüğünü anlattı tane tane. Askerler kanatları incelediler, güldüler, delidir diye baktılar ve tabii anında saraya haber uçurdular. Padişah “Âlimin işi gücü kalmadı da böyle deli saçmalarıyla mı uğraşıyor artık? O zaman hemen yarın uçsun da görelim bakalım!” diye haber gönderince Ahmet Efendi’yi aldı bir düşünce. Kanatların yapımı bitmişti bitmesine de lodos esmeden olmazdı ki… Padişahı bekletmekse hiç olmazdı.

“Emir demiri keser, inşallah lodos eser” dedi. Güldü ama biz gülemedik. Hepimiz endişeliydik. Ustalar Çelebi’yi vazgeçirmeye bile uğraşmadılar çünkü Padişah dedi mi üstüne laf söylenmezdi. Ertesi sabah gün ağırırken askerlerin eşliğinde Galata Kulesine doğru yola çıktık. Yolda bizi görenler peşimize takılmaya başladı. Galata Kulesi’ne geldiğimizde ardımızda kocaman bir insan kuyruğu oluşmuştu. Çelebi beni yanına çağırdı. Alnımdan öptü. “Ahmet oğlum, okuma yazmayı iyice öğren, kendini bilime ada. Sen iyi bir çocuksun.” Kucaklaştık. Onu bırakmak istemiyordum, ağlamak istedim ağlayamadım. Kalabalığın uğultusuyla birlikte Kule’ye tırmanmaya başladı Çelebi ve ekibi.

“Pist, Sarı Kafa.”

Deli Hasan! Gelmişti, buradaydı. Kalabalığın arasında beni bulmuştu. Bacaklarına sarıldım.

“Lan tamam, koca adam, n’oluyo? Çelebi başaracak mı ne dersin?”

“Lodos mu esiyor?”

“Bakayım. Evet şimdi hava döndü lodosa.”

“O zaman başaracak.”

Kule’nin tepesinde dev bir yaratık gibi görünüyordu Ahmet Çelebi. Fısıltılar Padişahın saraydan seyrettiğini söylüyordu. Fısıltılar bir süre sonra sustu. Ahmet Çelebi kanatları açarak kendini boşluğa bıraktı. Önce derin bir sessizlik ve ardından çığlıklar, alkışlar, naralar…. O uçuyordu, uçuyordu bir kuş gibi denizin üzerinden süzülüyordu. Biz de onunla birlikte kanatsız uçuyorduk. Deli Hasan’ın omuzlarında gözden kayboluncaya kadar izledim onu. O andan itibaren de ölünceye kadar…

Nurdan Atay

Endüstri mühendisiyim. Mesleğimi çok uzun süre yaptıktan sonra rotamı edebiyat çalışmalarına çevirmeye karar verdim. O tarihten beri de yazıyorum. İkinci üniversite Edebiyat okuyorum. Bir grup yazan/yazar arkadaşımla birlikte her ay Kil-Tablet adında öykü fanzini çıkarıyoruz. Ağırlıklı olarak öykü ve tiyatro oyun metinleri yazıyorum. Okumayı, seyahat etmeyi, film izlemeyi, yogayı, el sanatlarından becerebildiklerimi yapmayı, doğayı, öğrenmeyi, araştırmayı seviyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhabalar
    Uzun bir süredir aynı seçkide buluşamamıştık. Sizi gördüğüme sevindim. :slight_smile: Öykünün atmosferini sevdim. Ahmet Çelebi ve çocuk arasındaki diyaloglar güzeldi. Birbirlerini tamamlamışlar adeta. Dönemi başarılı şekilde aktarmışsınız. Sadece çocuk hakkında daha fazla detay okumak, onu daha yakından isterdim. Son cümle ise yerli yerinde olmuş. Ellerinize sağlık.

  2. Merhaba;

    Gerçekten öyle oldu. Neyse ki buluştuk yine bir seçkide:) Güzel sözleriniz için teşekkürler. Çocuk hakkında daha fazla ayrıntıyı çok düşünmemiştim açıkçası. Satır aralarında anlatmaya çalıştım. Değerlendirmeniz için tekrar teşekkürler.

  3. Merhabalar.

    Diyaloglardaki başarınızı gözler önüne sermişsiniz bir kez daha; fazlasıyla gerçekti; öykünün büyük çoğunluğu diyaloglardan oluşuyor ama akıcılık bir an olsun sendelemiyor. Final çok yakışmış, Ahmet’le birlikte o kalabalığın arasında biraz daha kalmak isterdim. Kendimi Deli Hasan olarak düşündüm, Ahmet’in elinden yapışmış, öylece kuleye bakarken.

    Tekrar burada olmanız çok güzel, gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umarak ellerinize, kaleminize sağlık.

  4. Merhaba;

    Çok teşekkürler yorumunuza. Bu ayda siz yoksunuz buralarda:) Gelecek seçkilerde görüşebilmek ümidiyle…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for maviadige Avatar for Osman_Eliuz Avatar for Nurdan_Atay

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *