Öykü

Bataklık ve Değirmen

Koyu renk perdeden sızan yavan ışık, gözümdeki ince örtüyü kaldırıyor. Cılız yansımaların arasından, parmaklarımla yüzümü koruyup, güne aymaya çabalıyorum.

Mozart’ın 40. Senfoni’si, odanın duvarlarını yararak, kulağımdaki kiri silkeliyor. Müzik yükselirken, ropdöşambırımı üzerime geçirip, varaklı, ağır kapıyı aralıyorum. İçeri dolan tanıdık sis, tüm bedenime değip geçiyor.

Tırabzanları kavrayıp, mermer merdivenleri iniyorum. Mozart’ın orkestrası, daha yüksek bir sesle, ruhuma işliyor.

Müzik ne kadar güzel olursa olsun, böyle uyandırılmayı sevmediğimi bilen uşağımı bulmaya çabalıyorum. Salon kapısının biraz ilerisinde, siyah-beyaz takımının içinde onu görüyorum. Yüzü çok tanıdık, aynı zamanda oldukça yabancı birini andırıyor. Sanki onu ilk kez görüyormuş gibi bir kaygıya kapılıyorum. Başımı sallayıp, kafa karışıklığımdan sıyrılarak, sesimin tonunu biraz yükseltiyor ve onu neredeyse azarlıyorum.

‘Frederic! Bu saatte, beni böyle uyandırmaya ne hakkınız var!’

Uşağım, fragını düzeltip, reverans yapıyor. ‘Misafirleriniz efendim,’ diyor, ‘Onlar için karşılama senfonisi bu.’

Göz kapaklarımı biraz daha kaldırıyorum. Salonun kapalı kapısını gösterip, ağır aksak birkaç adım atıyorum. ‘Misafirlerimiz mi var?’

Frederic başını sallıyor. Yeni cilalanmış ayakkabılarının tabanlarını kaydırarak, salonun kapı kulpunu tutuyor. Tam kapıyı açacakken duraksayıp, bana bakıyor. ‘Üzerinizi değiştiremeyecek misiniz efendim?’

Ropdöşambırımın kuşağını düzeltip, ev terliklerimi birbirine vurduruyorum. ‘Sabahın bu saatinde ne misafiri Frederic? Nereden çıktı şimdi? Ne zamandır kahvaltıyı yabancılarla yapıyoruz biz?’

Frederic kapı kolunu bırakıp, pencerenin önüne gidiyor. Ağır mor perdeyi havalandırıp, kuşkuyla bana bakıyor.

Karanlık gökyüzünü görünce irkiliyor, geri geri adımlıyorum. ‘Gün ışığı nerede?’ diye mırıldanıyorum. ‘Ne zaman akşam oldu?’

Alkantara kumaştan dikilen perdeyi yeniden yere bırakıyor. Braçollarını bağlayarak, papyonunu düzeltiyor. ‘Efendim, bugün biraz fazla uyudunuz. Dilerseniz misafirlerimizi daha fazla bekletmeyelim.’

Az önce, odamda yüzümü döven gün ışığını düşünüyorum. Zihnim karmakarışık. Neler olduğunu anlamaya çabalayarak, salon kapısına kulağımı dayıyorum. Derin bir sessizlik, tiz bir ıslığın ardından seziliyor. Kim olduklarını kavrayamıyorum. ‘Peki onlar,’ diyorum, ‘Misafirlerimiz kimler?’

Kapı kulpunu bir kez daha tutup, beyaz boyalı ahşaptan, kenarları altın varakla döşeli kapıyı aralıyor. İpek pijamalarımı çekiştirip, başımı kaldırıyorum. Ve ilk onu görüyorum. Saçlarında çiçeklerle, esmer, zayıf kadını. ‘Frida…’ diyorum. Yeniden uşağıma bakıp gülümsüyorum. ‘Onun burada ne işi var?’

Sessizce başını yere eğip, kapıyı biraz daha açıyor. Frida Kahlo nihayet yüzüme bakıyor. Bakışlarım, masanın yüksek ayaklarının altında kalan bedenine çarpıyor. Uzun eteğinin altında, sağ bacağının olması gereken yerdeki boşluğu seziyorum. Önce çocuk felci ile incelen, sonra tramvay kazasında kangrene dönüşen ve nihayet, yıllar sonra kesilen bacağının yarattığı boşluğu izliyorum.

Ona böyle bakmamı yadırgamıyor; ama ben derin bir utanç çemberinin içinde savrulmaya başlıyorum. Onun farklılığını izlediğim için, kendimi suçluyorum. Anlıyor; ama önemsemiyor. Gülümseyerek, bakışlarını benden ayırıyor. Tam yanındaki adama dönüp, onun dağınık saçlarını okşuyor. ‘Diego,’ diyorum, ‘O da mı burada?’

‘Tüm sevdiğiniz ressamlar ve eşleri,’ diyor Frederic, ‘Hepsi burada efendim…’

Geniş kollu sandalyelerin, kenarları oymalı masif kestane masanın, heykellerin ve sevdiğim fırçalardan çıkan, çoğunluğu gerçek olan resimlerin bulunduğu salona giriyorum. Bir an, kısa bir an, boynumda gezinen ve nefesimi çelimsizleştiren bir şey olduğunu fark ediyorum. Ne olduğunu anlamaya çabalarken, uşağımın sesi ile sanrımdan sıyrılıyorum.

‘Meksikalı, İspanyol, İtalyan, Hollandalı, Alman, Belçikalı ve Türk ressam konuklarınız var bugün. Ne için geldiklerini biliyorsunuz değil mi?’

Hiçbir şey bilmiyorum, hatta anlayamıyorum.

Uşağım yüzümdeki savruluşu fark edip, konuşmaya devam ediyor. ‘Alman ressam Emil Nolde’un, ‘Bataklık ve Değirmen’ resmini görmeye geldiler. Bu akşam, bu yemekte, resim konuşacaksınız efendim.’

Birkaç adım daha atıyorum. Onları görmenin şaşkınlığından mı, yoksa ayaklarımı hissetmememden mi bilmiyorum, zemini sezemeden yürüyorum. Bakışlarım yeniden, masanın aynı noktasına kayıyor.

Diego’nun hemen yanında Dali’yi görüyorum. Geriye doğru yatırdığı parlak saçları ve burun deliklerinin yanında, yukarı uzanan bıyıklarına bakıyorum. Başıyla beni selamlıyor.

Onun diğer tarafında, esmer, flörtöz bakışlarını bedenimde gezdiren biri var. Dudak aralığımdan mırıldanıyorum. ‘Gala… Dali’nin sevgili karısı.’

Frederic yeniden kulağıma uzanıyor. ‘Gala’nın istediği her erkekle, özgürce yattığı ve Salvador Dali’nin tüm bunları izlediği doğru mu efendim?’

Elimi hızla kaldırıp onu susturuyorum. ‘Gala’nın ruhunda yarattığı depremler olmasa, Dali bu kadar iyi bir ressam olamazdı,’ diyorum. Uşağım itaatle başını eğip, ardımızda kalan kapıyı kapatıyor.

Birkaç adım daha atıp, Dali’nin karşı sandalyesinde oturan adamı görmeye çabalıyorum. Yaşlı adam, bembeyaz sakallarını sıvazlayarak, omzunun üzerinden bana bakıyor. Eski ve yıllanmış kıyafetlerinin aralığından gördüğüm, tanıdık yüzünü anımsıyorum. Emin olmak için, ona doğru biraz daha eğiliyorum. O zaman, tam yanı başında duran ve asla yanından ayırmadığını bildiğim tablosunu fark ediyorum. ‘Mona Lisa…’ diyorum, ‘Onu Louvre’nin dışında görmek ne güzel. Sevgili Da Vinci, hoş geldiniz…’

Frida, şarap kadehini havalandırıp, ‘Leonardo!’ diyor, ‘Bir gün doğmasını umduğum oğlumun adı. Hoş geldiniz Da Vinci!’

Onun hiç doğmayacak oğlunu düşünüyorum. Ve inatla, aşkla tutunduğu Diego’ya bakıyorum. Çapkın bakışları çevresindeki diğer kadınlarda geziniyor, başka adamların kadınlarında…

Ben onu izlerken, Leonardo, kadehini Frida’nınkine tokuşturup, yanındaki genç adamın kulağına bir şeyler fısıldıyor. O adamın, Kont Frencesco Melzi olduğunu anlamam, fazla zamanımı almıyor. Sevgili olduklarını anımsıyorum; ancak emin değilim. Bu ayrıntıyı kafamdan uzaklaştırıp, Da Vinci’nin diğer yanına bakıyorum.

Çok tanıdık bir adamın sureti, aklımın dar odalarında gezinip, kendine kimlik buluyor. Yüzünün yarısı kapalı, fötr şapkalı adamı görünce, şaşkınlık ve hayranlıkla bezeli bir girdapta savruluyorum. ‘Rene!’ diyorum heyecanla, ‘Rene Magritte! Sizde mi buradasınız?’

Belçikalı ressam, işaret parmağını kaldırıp, arkasında duran duvarı gösteriyor. Başımı ağır ağır eğip bakıyorum. Onun ‘Aşıklar’ tablosunun imitasyonu, yüzleri örtüyle kapanan; ama öpüşen bir çift olarak gözümü alıyor.

‘Orjinali, New York Modern Sanatlar Müzesi’nde,’ diye geveliyorum, ‘Onu alamadım. Ama başka resimleriniz var bende.’

Başını sallıyor. ‘O zaman buradan kaldırın,’ diyor, ‘Gidin ve lütfen müzede görün.’

Utançla uşağıma bakıyorum. Tabloyu gösterip, hemen indirmesini işaret ediyorum. Frederic, beyaz eldivenli ellerini tablonun oymalı yüzeyinde gezdirip, bana bakıyor.

‘Magritte,’ diyor, ‘Neden portrelerinde insanların yüzünü gizliyor?’

Ressamın duyamayacağı bir tonda fısıldıyorum. ‘Annesinin ölü bedenini, nehrin kenarında, yüzü örtülü şekilde bulduğu için. Travmaları, üslupları oluyor gördüğün gibi.’

Tabloyu duvardan indirip, Frida’yı gösteriyor. ‘Peki o… Neden kendi resimlerini çizmiş?’

‘Yıllarca yatalak olarak yattığı yatakta, tavandaki aynadan ona yansıyanı çizmiş. Ölümün kıyısında çiçeklenen bedenini…’ Sakince soluklanıyorum. ‘Başka sorun var mı?’

Tabloyu bedenine yaslayıp, başını eğiyor. Çok soru sorduğunu düşündüğü aşikar. Gömleğinin geri kıvrılan yakasını düzeltip, anlayışlı bakışlarımı ona gönderiyorum. ‘Hadi tabloyu götür ve gel.’

Frederic, odanın kapılı kapısını aralayıp, dar aralıktan geçiyor.

Rene hafifçe tebessüm edip, arkasındaki boşluğa bakıyor. ‘Görüyorsunuz ya,’ diyor, ‘Bir şeyin sahtesi olacağına, hiçliği olsun daha iyi…’

Tebessüm edip, bakışlarımı onun bitişiğindeki sandalyeye çeviriyorum.

Rene Magritte, elini, yanındaki kadının bacağına koyuyor. İlk görüşte aşık olduğu ve onu bulmak için yıllarca beklediği, karısı Georgette’yi hemen tanıyorum.

‘Aşka olan inancımı tazeliyorsunuz,’ diyorum, ‘Beni doğru kişiyi bulmam için yüreklendiriyorsunuz.’

Bir erkeğin tok öksürüğü dikkatimi dağıtıyor. Nereden geldiğini anlamak için etrafa bakıyorum. Masanın başındaki en yüksek sandalyede oturmuş olarak onu görüyorum. Sağ kulağının olması gereken yerde, bembeyaz bir sargı bezi var. Kafasında kürklü şapkası ve karnının biraz üzerinde, gömleğini kirleten kan lekesi ile beni izliyor. ‘Aşka inanın bayım; ama cebiniz dolu değilse, sevdiğiniz hiçbir kadının, karınız olmak istemeyeceğini de bilin!’ diyor.

Hollandalı ressamı hemen tanıyorum. Gittikçe yayılan kan lekesine bakıp, telaşlanıyorum. ‘Van Gogh!’ diyorum, ‘Siz yaralı mısınız?’

‘Dün,’ diyor, ‘Dün kendimi vurdum, yarın öleceğim. Sizlerle, son bir yemek yemek istedim.’

‘Neden pes ettiniz?’ diyorum, ‘Kırmızı Üzüm Bağı, tablonuz satılmışken hem de.’

‘Bir tek o,’ diyor, ‘Ben bir tek onun satıldığını gördüm. Ve sefil, aç, kavuşamadığım aşkların gölgesinde bitik bir hayat sürdüm. Delirdim. Anlaşılamadım. Ölüm, benim için sonsuz bir rüyaydı. Şimdi ona kavuşuyorum.’

‘Ne olursa olsun, insan neden kendini öldürmek ister ki…’

Alayla gülümsüyor. Bakışları boynumda. Yine, az önceki acıyı hissedip, ellerimi boynumda gezdiriyorum. Neler oluyor?

Frederic’in sesi beni bir kez daha, andan uzaklaştırıyor.

‘Emil Nolde geldi efendim,’ diyor, ‘Tablosu Bataklık ve Değirmen ile beraber.’

Aşıklar tablosundan arta kalan boşluğu gösteriyorum. ‘Tam buraya,’ diyorum, ‘Onu buraya asalım.’

Emil Nolde, saçsız kafasındaki karı silkeleyip, içeri giriyor. Elimi uzatıp, onunla tokalaşıyorum. ‘Hoş geldiniz Bay Nolde. Sizi görmek ne güzel.’

Frederic, tabloyu gösterdiğim yere asıyor. Emil Nolde masanın diğer başına, Van Gogh’un tam karşısına geçiyor. Gözlerini kısıp, karşıdaki meslektaşına bakıyor. ‘Van Gogh! Siz benim en çok hayran olduğum ressamsınız! Bu ne şeref!’

Dindar Emil Nolde’a ve tamamen inançsız olan Van Gogh’a bakıyorum. Aynı masada, ortak bir konu konuşacakları için alabildiğine mutluyum. İkisine de olan hayranlığım pekişiyor.

‘Şahane!’ diyor Van Gogh, ‘Umarım sizin değeriniz, siz sağken bilinmiştir.’

‘Sanırım bu anlamda sizden biraz daha şanslı sayılırım.’

Vincent, kesik kulağını sırlayan sargı bezini okşuyor. Bakışları Frida ve Diego’ya kayıyor.

Diego, kadehini kaldırıp, Frida’nın yanağını iştahla öpüyor. Buraya gelmeden önce, hangi kadının yatağındaydı acaba, diye düşünmeden edemiyorum. ‘Şerefe!’ diyor, ‘Dostumuzun salonuna yeni katılan tablonun şerefine!’

Gala, kadehini onunkine tokuşturup, en kadınsı ses tonunu giyiniyor ve iri göğüslerini masaya deviriyor. ‘Bize resminizi biraz anlatır mısınız Bay Nolde?’

Emil Nolde, başını sallıyor. ‘Esasen, ne anladığınızı dinlemek isterim sevgili Gala.’

Dali’den on yaş büyük, on yaş deneyimli; ama on yaş diri karısı, piposunu yakıp, sırtını sandalyesine yaslıyor. ‘Renkler…’ diyor, ‘Karanlık ve kasvetli… Ölüm ve hiçlik gibi. Koyu mavi, saks, mor, siyah, yeşil…’

Da Vinci, başını çevirip resme bakıyor. ‘Siyah?’

Piposunun ucunu ileri doğru uzatıp, yine göğüslerini sergiliyor Gala. ‘İşte orada Bay Da Vinci. Değirmen, siyah renkte.’

‘Hayır. Değirmen koyu mor. Siyahla kırılmış mor.’

‘Ama siyah illaki var değil mi sevgili Leonardo?’

Söze giren Dali. Karısını mı koruyor, gerçekten mi böyle düşünüyor bilemiyorum.

Rene Magritte, dönüp tabloya bakıyor. ‘Sıradan bir resim,’ diyor, ‘Hiçbir olağanüstülük yok.’

Leonardo cevap vermiyor. Dali, parmaklarını şaklatıyor. ‘Siz de benim gibi Klasizm sevmiyorsunuz Magritte, siz de Sürrealistsiniz.’

Rene başıyla onaylıyor. ‘Klasizm, Bay Picasso’nun alanı, benim değil.’

Etrafa bakıp, annesinin soyadını taşıyan Picasso’yu görmeye çalışıyorum; ama yok. Frederic’e doğru uzanıp, ‘O nerede?’ diyorum.

Dali’yi başıyla işaret edip, kulağıma fısıldıyor. ‘Masada zaten bir İspanyol ressam olduğunu, gelemeyeceğini söyledi.’

Yeniden onlara dönüyorum. Meksikalı ressam Frida, sözü çoktan devralmış.

‘Picasso, Kübizm öncüsü bir ressamdır. Onu Klasizm’le anlatmak…’ Burun kıvırıyor. Doğru kelimeyi bulunca devam ediyor. ‘Biraz eksik…’

‘Ama Klasizm örneği olabilecek resimleri hatta heykelleri olduğunu yok sayamayız,’ diyorum.

Diego, kadehini yeniden kaldırıp, alayla gülümsüyor. ‘Picasso, senin için ne demişti Frida…’ Duraksıyor, kıskançlıktan kurumuş dudaklarını kemirip devam ediyor. ‘Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz, demişti, öyle değil mi?’

Başını iki yana sallıyor. Saçlarındaki lavinyalar, yani ölüm çiçekleri, bir sağa bir sola savruluyor. ‘Picasso çok daha iyisini çizebilirdi. Kübizm’i o seçti.’

Gerilmeye başlayan ortamı sakinleştirmek için ellerimi birbirine çarpıyorum. ‘Artık yemeğe geçmeye ne dersiniz?’

Herkes tebessüm ederken, Frederic yeniden görüş alanıma giriyor. ‘Bay Dino’yu beklemiyor muyuz efendim?’

Başımı sallıyorum. ‘Kimi?’

‘Abidin Dino’yu. Türk konuğunuz da o.’

‘Abidin!’ diyorum. ‘O, Nazım Hikmet’in kitaplarına kapak çizen bir ressamdı biliyor musunuz? Bugün, bu masada olmayı hak edecek kadar güzel tablolar da yaptı.’

Da Vinci’nin eşcinsel dostu Kont Frencesco Melzi, kadehini havalandırıp, hafifçe doğruluyor. ‘Burada olmak, benim gibi bir yardımcı için son derece onur verici.’

Leonardo, onun sırtını sıvazlıyor. Havada kalan kadehini, kendi kadehi ile buluşturuyor. Onun gölgesinde kalan; ama bu durumdan hiçbir zaman şikayet etmeyen yardımcısına tebessüm ediyor. ‘Ben ve siz sevgili Melzi,’ diyor, ‘Bizler yüzlerce yıl önce, o tabloları oluşturmasaydık, 1800 ve 1900’lü yıllar, böylesi yenilikçi ve öncü ressamlar doğuramazdı.’

Kapının tok tıklanışını duyuyorum. Frederic, aralıkları açık, geniş adımlarla odadan ayrılıyor. Bir asilzadede olması gerektiği gibi…

Yeniden döndüğünde, yanında Abidin Dino var. Heyecan ve özlemle, elini sıkıyorum. Burun kemiğinde asılı kalan gözlüklerini düzeltip, masayı süsleyen ressamlara bakıyor.

‘Da Vinci, Van Gogh, Kahlo, Dali, Magritte, Nolde! Bu ne güzel bir akşam böyle. Ne harika ressamlar ve eşleri var bu masada!’

Diego, öksürüğü ile boğazını temizliyor. Birkaç dakikadır içinde tuttuğu kıskançlığı yeniden tütüyor. ‘Ben de bir ressamım,’ diyor, ‘Karısının gerisinde kalmaya mahkum edilmiş bir ressam!’

Frida, onun iri elini tutup, bacaksız kasığına koyuyor. ‘Seni tanıyorlar Diego, seni herkes tanıyor, merak etme…’

Dino, Diego’ya doğru uzanıp, onun boşta kalan elini sıkıyor. ‘Elbette tanıyorum sizi. Siz de iyi bir ressamsınız.’

İkna olmuşa benzemiyor; ama kimsenin umurunda değil.

Bakışlarımı ondan sıyırıp, masaya yeni bir sandalye getirmesi için, Frederic’e bakıyorum. Ama uşağımın göz bebekleri ruhsuzca etrafta dolaşıyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğundan iyice eminim artık. Bozulan yaka kenarını düzeltmek için yeniden ona doğru uzanıyorum. Ve bir an, kısa bir an, elim boğazına değiyor. Buz kesiyorum. Teninin soğukluğu ve şişen damarlarının mor hareleri, beni küreksiz bir kayığa savuruyor. Sakin bir gölün ortasında, nereye gittiğimi bilmeden dolaştığımı hissediyorum.

‘İyi misiniz?’ diyor. Nasıl göründüğünün ve asıl iyi olmayanın kendi olduğunun farkında değil. Korkuyla yüzüne bakıyorum. Teni bembeyaz. Kurumuş dudakları, renklerinden tamamen arınmış. Boynunda bir morluk. Gitgide büyüyen ve derinleşen…

‘Sana ne oldu?’ diyorum, ‘Frederic sana ne oldu?’

Cevap vermiyor.

Abidin Dino, önce uşağıma, sonra bana bakıyor. ‘Ne kadar çok benziyorsunuz birbirinize…’

Gala, tiz bir kahkaha atıyor. Ben Dino’nun sözlerinin anlamlarını dilenirken, o bambaşka bir girdap doğuruyor. ‘Ve sizin beyefendi, sizin ayaklarınız neden yere değmiyor?’

Hepsi, kadehlerini yavaşça kestane ağacından oyulan masaya bırakıp, başlarını ayak uçlarıma eğiyorlar.

Bakışlarım, ipek pijamalarımın altındaki ev terliklerime kayıyor. Bacaklarımın boşlukta savrulduğunu görüyorum. Başımı yeniden kaldırıyorum. Siluetleri önce şeffaflaşıyor, sonra büsbütün siliniyor. Sadece Frederic ve o kalıyor. Van Gogh…

Kendi kulağını kesen, kendi karnını kurşunlayan ressam, hâlâ kanayan yarasını tutarak doğruluyor. Gittikçe yukarı doğru yükselen bedenime bakarak yürüyor.

Tavandaki halata bağlı boynumu çekiştirerek, onu izliyorum.

‘Söylesene Frederic,’ diyor, ‘Ne olursa olsun, insan kendini neden öldürmek ister ki?’

Az önce ona kurduğum cümle, boşluğa savrulup, odanın duvarlarındaki şahane tablolara çarpıyor. Her gün, fragımı giyip, beyaz eldivenlerimi takıp, itina ile tozlarını aldığım tablolara.

Van Gogh’un hayali yavaş yavaş yok olurken, yüzü ölüm giyinen Frederic’e bakıyorum. Yani pencereden yansıyan kendi bedenime…

Boynumda bir urganla, üzerimde yıllarca uşaklığını yaptığım adamın ropdöşambırı ile savruluyorum. Beyefendi öldükten sonra, koskoca konağın içinde, ne yapacağını bilemeden yaşayan, her gün hayali insanlar ve hayali hayatlar arasında tükenen bedenimde can çekişiyorum. Boynum kırılmıyor, nefesim kesilmiyor. Bir türlü ölemiyorum.

Başımı yavaşça sola doğru çevirip, Bataklık ve Değirmen tablosuna bakıyorum. Gala’yı zihnimde konuşturduğum gibi, karanlık ve kasvetli. Tıpkı, ölüm gibi…

Bataklıkta var olmaya çalışan, her yeni rüzgârla çarklarını çeviren; ama ahşap ayakları çamura gömülen değirmen gibi hissediyorum kendimi.

Farkında olmadığım bataklıklarımı düşünüyorum. Adanmış hayatımı, başkalarının beğenilerini benimsemiş kimliğimi, savrulurken dibe gömülen bedenimi düşünüyorum. Aslında kim olmak istiyordum, kim oldum bilmiyorum.

Boynumun acısı derinleşirken, ciğerlerime artık dolamayan nefesi dilendiğimi fark ediyorum. Kendimi öldürürken bile, kendi bataklığımı, boynumdan sıyırmak istiyorum. Kurtulamayacağımı anladığımda, göz kapaklarımı kapatıyorum. Tanrı’dan sadece ölüm dileniyorum. İntiharından iki gün sonra ölebilmiş Van Gogh gibi olmamayı istiyorum.

Halat, boynumda kayarken, ev terlikleri nihayet ayağımdan kayıp düşüyor. Çırpınıyorum. Ve sonunda, ait olmadığım kıyafetlerin içinde, başka bir adamın evinde, hayaletlerimi gömdüğüm çamura karışıyorum.

Gaye Keskin

Çizerek geçen hayatımdaki rotayı, kaleme kırdığımdan beri yazıyorum. Resim yapmak, öykü yazmak ve bu iki ebedi arkadaşımı sonsuzluğuma kadar yanımda tutmak; en büyük amacım. Belki bir gün ikisini birleştirir, tablolarıma ait öykülerimi yazarım ve sergimi birlikte süslerler. Henüz basılmamış bir kitabım ve içimde doğumunu bekleyen hikâyelerim var. Bu kadarım. Ne daha fazla ne daha az…

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Nereden başlasam bilemiyorum. Yazarın bütün gücüyle okuyucuyu renklerin denizine savurduğunu hissediyorum. Yemek masasında nefesimi tutuyor, boynumdaki ipin nefesimi kestiğini hissediyorum. Harikulâde bir eser, okuduktan iki gün sonra öldüğünüz…
    Ayakta alkışlıyorum…

  2. ‘Okuduktan iki gün sonra öldüğünüz…’ Öyle güzel bir cümle kurmuşsun ki, öykünün etkisinden daha vurgun. Çok teşekkür ederim kıymetli zamanını ayırdığın, aklındakileri paylaştığın için Cüneytciğim.

  3. Avatar for Arzuy Arzuy says:

    Yorum yapabilmek için üye olmak, sanırım yazdıklarının etkisi büyük bunda… Okudum, okudum ve ötesinde içinde buldum kendimi. Gün ışımaktayken gece olması, sanki masanın bir kıyısında da ben vardım ve hepsini seyre daldım… Kalemine, yüreğine sağlık… Okurken kaybolmak satırlarında ve bittiğinde hani devamı dedirttiğin için, teşekkürler… Sevgilerle arkadaşım, Arzu…

  4. Avatar for okutucu okutucu says:

    Merhaba Gaye,

    Hikayelerin, sen yazmaya devam ettikçe, o eski gergin havadan uzaklaşıyor. Ben, böylesini daha çok seviyorum.

    Uslüpten bahsetmek gerekirse; öykünün başlarında kullandığın betimlemeler, sonlarında olan betimlemelerden farklıydı. Öykünü farklı zamanlarda mı yazdın?

    İlk kısımlara baktığımda yine ağdalı betimlemeler fark ediyorum. Fakat son on paragrafına bakınca, o yukarıdaki betimlemelerden hiç eser yok. Aksine kusursuzdu. Bence böyle devam etmelisin.

    Anlatıcıyla bakınca, daha ilk baştan bir rüya, bir hipnoz anlatıcısı gibiydi. Bir önceki hikayende de buna benzer bir anlatıcı vardı. Normalde bu tür anlatıcıları pek sevmem. Fakat bu hikayende böyle bir anlatıcıya ihtiyaç duyup, bunu eksiksizce okuyucuyla paylaşabilmen gayet hoş olmuş. Bu doğrultuda bakınca, kurguda yerine oturmuş.

    Hikaye olarak; sanata yön veren ustaları kullanman fantazya ve kurgu açısından şahane. Midnight in Paris’i seyrettikten sonra, üstüne böyle bir öykünün daha insanlarla kucaklaşabiliyor olması, bu eksikliği alıp götürmüş. Aslında bakarsan; herbirimiz dünyaya yön vermiş insanlarla oturup konuşmayı dilemişizdir. Senin hikayende bize bu imkanı verip, o masada olma şerefine nail etmiş. O yüzden teşekkür ediyoruz.

    Sevgilerimle,
    Gökay

  5. Canım Arzu, öncelikle okuduğun ve yorumladığın için teşekkürler. Kendimi yenileyerek yol aldığım bu satırlar dünyasına dahil olman keyif verici. Bunları hissettirebildiğim için son derece mutlu oldum. Yazdıklarımız, okuduklarımız, öğrendikleirmiz ve hissettiklerimiz daim olsun.
    Sevgilerimle…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

18 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Duskalem Avatar for blackcamelia Avatar for MuratBarisSari Avatar for merveriii Avatar for gayekcelik Avatar for Kitsune Avatar for Arzuy Avatar for okutucu Avatar for Zeynep_Cakir_Taskin Avatar for ulu.kasvet Avatar for darkage

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *