*Kaydet*
“Öğleden sonra. Hava açık. Yavaştan soğuyor. Konya yolunda, Gölbaşı tarafına doğru, Ankara’nın giriş kapılarından birinde beyaz bir soköye çarpmışlar. Yoldan fırlamış, refüjde kalmış. Öğle sıcağı vurunca fena olmuş. İnlemiyordu bile. Nefes nefese yatıyordu. Kürek kemiği kırılmış. Belinden, kasıklarından kanıyordu. Küpeli. Ona Küpeli diyebilirdim. Kulağında belediyenin taktığı mavi küpelerden var. Zararsız olduğu anlamına geliyor. Kısırlaştırılmış, aşıları yapılmış, dosyası oluşturulmuş ve sokağa tekrar salınmış. Bazıları barınağa da alınıyor ama bu salınmış. Belli ki zararsız. Kimseye zararı yok. Beyazdı. Kürkü kanla ıslandı şimdi. Ben geldiğimde yaşıyordu. Öğleden sonra…”
Durup kasetçaların plastik düğmesine bastı. *Durdur* Kolunu direksiyona dayadı, şapkasını geri kaydırıp manşetine alnının terini sildi. *Geri sar* Kaset mekanik bir yüklenmeyle geriye sardı. *Oynat* Statik ses hışırdadı.
“Kimseye zararı yok. Beyazdı. Kürkü kanla ıslandı şimdi. Ben geldiğimde yaşıyordu. Öğleden sonra…”
*Durdur*
*Kaydet*
“Annemi de bir öğleden sonra kaybettim. Ölürken hasta yatağında onu görmedim. Hastanenin içine girmedim. Taş merdivenleri çıkmadım. Beyaz, yağlı boyaları dökülmüş ince parmaklıklı çitlerinden içeri adımımı atmadım. Babam onun ölü bedenini cenaze arabasıyla hastaneden çıkarırken sokağın karşısından onları izledim. Korku ya da üzüntü değil. O hastaneden tiksiniyordum. Midemi kaldırıyor. Öyle durdum. Sonra babam yolun karşısında beni gördü ve yola zıpladı. O, orada Küpeli gibi refüje yapışsa kılımı kıpırdatmazdım. Gelip yüzüme bir tokat savurdu ve ‘Yardım et,’ dedi. Sonra annemin eşyalarını taşıdım. Cenaze aracında ön koltuğa tek başıma oturdum ve yanımdaki adamın içtiği sigaranın yoğun dumanını soludum. İnince babam hâlâ yardım istiyordu. ‘Bana yardım et… yardım et… gâvurun evladı… yardım etsene…’ ‘Ediyorum ya,’ deyince yüzüme tükürdü.”
*Durdur*
Dikkat kesilip dinledi. Kulağını Sprinter’ın polimer konsoluna dayadı. Bir şeyler inliyor. Sonar gibi. Dalga dalga yayılıyor. İnce ıslıklar. Hışırtılar. Radyo dalgaları. Radyonun yeşil arka plan üzerine retro fontla yazılmış MUTE yazısını yumrukladı. Sesler sustu. Aracın kapısını açıp aşağı atladı.
Büyük aracın kapısında Ankara Belediyesi’nin ay yıldızlı logosu vardı. Yanlarından arkasına doğru uzanan dalga dalga, elektrokardiyografi çizgileri kırmızıydı.
SOKAK HAYVANLARI HASTA NAKİL ARACI, MAVİ MASA ALO 153. Yaşam onlarla daha güzel.
*Kaydet*
“Bu yapıların yüzde doksanı işe yaramıyor. Uğur Mumcu Caddesi üzerinde bir otel vardı. ‘96’dan beri yapılıyor ve bitmedi. İçi çürüyor. Keçiören’de bi kule vardı… Bu kapılar ne boka yarıyor? Güya Ankara’nın yedi girişine yapıldılar ve birilerinin cebini doldurdular.”
*Durdur*
Arkasını döndü. Gökyüzüne baktı. Bulutlar yükseliyor. Az önce açıktı hava. Gri bulutlar güneş ışıklarını düz çizgiler halinde süzüyor. Bulutlar bir denizin dalgaları gibi. Aralarında gölgeler yüzüyor. Fraktallar. Bilgisayar devreleri. Hamam böcekleri. Gaddar köpekler. Deniz kızları.
*Kaydet*
“Konya yolu, Dikmen kavşağından sonra yirmi, yirmi beş kilometre. Mobese var.” Saatine baktı. “İki nisan, gündüz, dokuz on iki arası çarpmış olması lazım.”
*Durdur*
Elini cebine sokup usturlabı çıkardı. Avuç içi büyüklüğündeki antika aletin pirinç kaplaması, başkentin akşamüstü güneşi altında parladı.
* * *
Redbull tenekesinin gümüş ve mavi arka planı üzerinde sarı bir güneş doğmuştu ve iki kırmızı boğa birbirine hücum ediyordu.
Kapısı açık balkondan esen hafif rüzgâr bileklerine vuruyordu. Kapının önünde altı pervaneli bir dron karanlığın içinde sessiz parıltılarla yatıyordu. Altında elektrik bandıyla desteklenmiş, ufak bir GoPro kamera vardı. Bütün plastik parçaları sökülmüştü ve anakartı dahil her şey açıktaydı.
Ufak dizüstünün siyah ekranındaki gri yazılar hızla aktı. Eski tip monitörün ve kapağı sökülmüş metal kasanın ışıkları onu izledi. Hakan, birkaç satır yazı daha ekledi ve dronun pervaneleri vızıldayarak çalıştı. Bileklerini yalayan rüzgâr buz gibi esintiye döndü. Dron havalanıp kapı eşiğinde durdu.
*Kaydet*
“Radyusu biraz azaltınca sorun çözüldü. Kamera görüntüsü sabit. 4K UHD. Yayın yine de HD olacak. Fazlasını yayın sitesinin sistemi çözümleyemiyor. Attığım maile daha dönmediler gerçi. Fikir yurt dışında birinden geldi. Ondan esinlendim yani. Ama o sadece uzaktan kumandalı arabasıyla yapıyordu. Aleti evin içinde dolaştırıp yayın izleyenlerden para alıyordu. Yani insanlar dronu evin içinde bir dakika dolaştırmak için bir dolar veriyordu. İyi bir günde iki yüz elli dolar kazanıyordu. Bir dakika için bir dolar. Verirler. Daha beter şeylere veriyorlar. Fena para değil. Geçinilir ama günün geri kalanında ne yaptığın önemli. Çünkü insanın yüz yüze birileri ile konuşması gerekiyor. Belli bir takvime uyması gerekiyor.”
*Durdur*
Dron geri doğru manevra yaptı. Kendi etrafında döndü. Sonra hızla açık kapıya uçtu. Kapı eşiğinde görünmez bir ağa takılmış gibi duruverdi. Sonra Hakan, laptopta bir tuşa dokundu. Dron tavana yükseldi. Kendini sessize alıp ışıklarını kapattı. Tavana yapışık halde hızını minimuma indirdi ve öylece havada asılı kaldı. Hakan, alnındaki kablo yumağı halindeki sanal gerçeklik gözlüğünü elmacık kemiklerine kadar indirip sabitledi. Kafasını sağa sola çevirirken dronun altından gelen mekanik yüklenme seslerini duyabiliyordu.
*Kaydet*
“Şarj için bir çözüm bulmak lazım. Havada ne kadar kalacak? Ağırlık fazla gelebilir. Kamera stabil. Görüntü iyi.” Kafasını sola doğru çevirip aşağı baktı. Dron kamerasından kendisini izledi. Gri saçları ve gri sakalları. Daha kırkına gelmeden çökmüş bir adam. Yara izleri ile dolu göğsü ve iman tahtası üstündeki Vegvisir dövmesi. Göğüs uçlarının üstünde 103 ve 1-2 sayıları. Köprücük kemiğinde bir çocuk resmi gibi görünen deniz kızı, etrafında Farsça yazılar. Kara ellerine baktı. Ayakkabı tutkalı ve mumlu ipin izleri. Ellerinden akıyordu.
“Annem göçtükten sonra babam ayakkabı dükkânında çalışmamı istedi. Dikmen’deki evde bana her gün suni deri taşıttı. Taşıdım. Ona dayatılan adaletsiz hayatın acısını benden çıkarttı. Eski kafalı muhafazakâr piçin teki. Öyleydi, şimdi de öyle. Etimesgut’ta bir bakımevinde çürüyor. Zaten içi çürümüştü. Birçoğumuz gibi. Ama annem öldükten sonra her şey alt üst oldu. Bizimle birlikte her şey değişti. Dünya değişti. Memleket değişti. Değişiyor. Bir memleketin baştan aşağı değişmesi için en az on beş, yirmi yıl gerekiyor. Çünkü ancak o kadar vakitte bir nesil eğitimini tamamlıyor.” Kafasını çevirip dışarı baktı. Dronun 4K görüntüsü cam gibi parlaktı. “Annem öldükten sonra bir nesil kendini yetiştirdi. O nesil benim gibi intikam duygusuyla büyüdü.”
Gökyüzünde çakan şimşekleri duydu ve kafasını yukarı doğru kaldırınca dronun kamerasından bulutların toplandığı gördü. Sonra odasına döndü. Ekranın önündeki pirinç usturlap ekrandan yansıyan neon ışıklarla parlıyordu. Ve ekranın hemen yanındaki cam teraryumda, kemik beyazı bir ball piton, kumun üzerinde usulca süzülürken UV lambanın altında neredeyse pembe görünüyordu.
* * *
İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün önüne hardal rengi, taş bloklar dizilmişti ve aralarında turuncu kukalar vardı.
Merkezde, emniyetin bir sokak ötesinde kör bir nokta var. Kamera lenslerinden ırak bir belediye bankı. İronik aslında. Hakan, hemen karşısındaki AyenOstim’in endüstriyel borularını eski Windows ekran koruyucularına benzetmişti. Kurşun beyazı, parlak borular ve alüminyum plakalarla kaplı uzun bacalar.
*Kaydet*
“Standart lobotomi. Göz küresinden preforantal kortekse ulaşırsın ve beyinle olan bağlantısını kesersin. Hastaların çoğu anestezi yerine elektrikle bayıltılır. Prefrontal korteks birçok hayati işin yanında problem çözdükten sonra tatmin olmayı da başarıyor. Lobotomiden sonra hasta bir sikim başaramıyor. Başarsa dahi mutlu olamıyor. Evet… lobotomi motivasyonu yok etmek için var. Duyguları yok etmek için var… Kişilikleri yok etmek için var… İnsanı pasif bir hayvana dönüştürmek için var.”
*Durdur*
Sokağın başından gelen çocukları görünce kayıt cihazını tüvit ceketinin iç cebine koydu. Kapüşonları kapalı birkaç sokak serserisi. Gülüyorlar ve birbirleri ile şakalaşıyorlar. Sonra biri parkasının ön cebinden parlak bir teneke çıkarıyor. Kapağı pap diye açılıyor ve ucundan kara sprey boya, binanın mısır patlağı yağlı boyasına püskürüyor. Onu umursamıyorlar bile.
Arkasını dönüp “Neden orayı boyuyorsun?” diye sordu.
Kavruk yüzlü çocuk kürklü kapüşonunun altından, omzunun üstünden ona baktı. “Sana ne la yarram?”
“İşine bak amca.”
“Nedeni ney ki?”
Yüzünde kurukafa şeklinde yarım bir maske olan uzun boylu bir oğlan spor ayakkabılarının uçlarını duvara vurdu. “Bir şeylerden rahatsızız, değişmesini istiyoruz.”
Birbirlerini ittiler. Yumruklaştılar. Güldüler. Duvarı boyadılar. Dağıldılar. Onu pek takan olmadı.
*Kaydet*
“Yalnızca zevk için zarar veren tek canlı insandır.” Durdu. Sokağın başına bakarken gözleri daldı. “‘88’de annemin ölümünden iki sene sonra bir adam otuz bir bin beş yüz volt elektrik yiyor. İş kazası. Tedavi olduktan sonra evine dönerken bir başkomiserle konuşuyor. Başkomiser adama ters cevap veriyor, adam bunun için başkomiseri öldürüyor. Üç buçuk yıl Bakırköy’de tedavi görüp Denizli’ye, köyüne dönüyor. Daha sonra köyünde üç kişiyi başlarına ve sol gözlerine özenle sivrilttiği inşaat çivilerini çakarak öldürüyor. Emri Kenan Evren’den aldığını söylüyor.” Oturduğu bankın altındaki mazgalın içinde sürtünmelerini duyabiliyordu. Sızıldanmalar artıyordu. Biliyordu ki gözlerinin dalması geçtiği an kulaklarında gümleyecekti. Debisi yüksek bir akarsuyun çağıltısı gibi. Bir uzay mekiğinin art yakıcısı gibi. “Bunu bana babam anlattı. Annem öldükten hemen sonra bir akşam yemeği sofrasında, onun bir hayvan olduğunu söyledi… ‘Hayvan,’ dedi. ‘Bunları uyutmak lazım…’ Ve sabaha karşı içkili halde eve geldiğinde beni ve imam nikâhlı yeni karısını soba demiri ile dövdü.” Kanalizasyonda toplanıyorlar. Birbirine sürtünen elektrikli yılan balıkları. “Lobotomi’nin mucidi nörolojist Antonio Egas Moniz 1949’da Nobel Ödülü aldı.”
*Durdur*
Gözlerindeki dalgınlık geçti, kulakları bir çınlama ile doldu ve arkasına baktı. Duvardaki siyah sprey boya ince çizgiler halinde akmıştı ve nükleer bir reaktörün yüreği gibi titrek ışıklar yayıyordu.
#ADALET yazıyordu.
*Kaydet*
“Bir toplumun değişmesi için on beş, yirmi yıl gerekiyor demiştim. Birkaç ay sonra tekrar insan içine karışınca nedenini biraz daha iyi anladım. Demoralize olmuş bir toplum için gerçek bilginin önemi kalmıyor. Doğru bilgiler onlar için anlamsız artık. Elinizde ne kadar belge varsa sunun, canlı kanıtları ile gösterin, onlar bildiklerini okuyorlar. Çünkü önemli olan bilgi değil algı. Dezenformasyon; galiba dünyanın sonunu bu illet getirecek. İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden birisi ile görüştüm. Eski bir tanıdık. Çekirdekten yetişme değil yani… Mülakatla alınmış. Yakında olan seçimle ilgili aklında onlarca saçma sapan düşünce var. Baskılanmış dürtüleri yüzünden felaket sinirli. Herkese sövüyor. Yalnızca almak istediklerini almış ve geri kalan her şeye kulaklarını kapatmış. Alışverişimizi yaptık ve cuma namazına gitti.”
*Durdur*
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Kulağındaki çınlama artıyor ve elindeki plastik şişenin içindeki su ısınıyor. Ardındaki duvara yazılmış sprey boyanın yaydığı radyasyonu teninde hissediyor.
Sonra ona doğru yaklaşan kadını gördü. Dar kotu ve kısa deri ceketi. Çantası kolunda, kırmızı ojeli elleriyle kedi yürüyüşü ile yaklaşıyor. Sarışın ve ince parmakları arasında bir sigara tutuyor.
Onun yanından geçerken durdu ve sigarasının küllerini asfalta savurdu. “İki yüz liraya ağzıma alırım,” dedi.
Hakan, başını iki yana salladı.
“İyi… yüz elli ver.”
Hakan, elini cebine soktu. Usturlabın ılık, pirinç yüzeyini hissetti. Kadın omuz silkip “İbne,” dedi ve istifini bozmadan yürüdü.
*Kaydet*
“Mobese kayıtları karşılığında emniyette çalışan tanıdığa çocuk pornosu verdim. Kendisi istedi.”
Tüvit ceketinden usturlabı çıkardı ve mazgaldan sızıp #ADALET yazısına karışan ışıkların açısını ölçtü.
* * *
*Kaydet*
“Mobese kayıtlarından istediğim şey çıkmadı. Küpeli’ye çarpan araba bir şirkete ait ama kullanan kişiyi bulmak şimdilik mümkün değil. Benim için bir teyit yöntemi olacak. Yarın şirketin önüne gözlem için gideceğim. Belki yakınlarına bir yere bir verici yerleştiririm, dronu uzaktan kumanda etmek için. Yayın sitesinden de beni tatmin eden bir cevap alamadım. Ama test yayını açarak anonim yayın yapmanın bir yolunu buldum. Google üzerinden aratarak bulamıyorsun ama doğrudan linke sahipsen izleyebiliyorsun. Darknet’te birkaç yerde paylaşıp ana akım olmasını sağlamayı düşünüyorum. Facebook ve Twitter’da saniyede bir kez paylaşan bir bot var. Onu alabilirim.” Balkon kapısı önündeki dronun başına eğildi. “Piyasadaki en hafif çivi tabancasını aldım. Plastik kaplamasını söktüm, cıvataları daha hafif alüminyum olanları ile değiştirdim, kabloların etrafındaki lastiği söküp elektrik bandıyla üstlerinden geçtim. Dron, iki bin, iki bin iki yüz gram anca kaldırabiliyor. Bir de şok tabancası eklenince ucu ucuna tutuyor. Ama şimdilik dengeli uçuyor. Sorun pervanelerinin etrafında herhangi bir koruma olmaması. Onları eklediğim zaman dengesizleşiyor. Ağırlığı kaldırabilmesi uğruna plastik korumalıkları sökmem gerekti.”
Bilgisayar sandalyesine oturup başına sanal gerçeklik gözlüğünü taktı. Önündeki büyük kumandanın düğmelerine bastı. Dron sistematik bir hızla, vızıldayarak havalandı. Vizörü alnından gözlerine indirdi. “Yayının HD olması sıkıntı değil, 4K’yı detayları görmek için kullanıyorum.”
Dron bir adımlık koridordan bir çırpıda mutfağa uçtu. Hızlanınca sesi bir eşek arısı gibi yankılanıp yatak odasına doldu. Dronun altından uzanan kol yavaşça kasıldı ve buzdolabının kapağını tuttu. Dron titreyerek kapıyı açmaya çalışırken yanık kokusu adamın burnuna ulaşmıştı. Buzdolabının kapısı açıldı ve cılız sarı ışık koridora düştü.
Plastik torbalar içinde ölü fareler. Onlarca. Ağzına kadar dolu.
Dron açık paketten bir tanesini yakalayıp kanca gibi iki parmaklı eline kıstırdı. Hızla odaya geri döndü. Teraryumun ızgaralı kapağının ufak açıklığından donmuş çiftlik faresini, pitonun ağaç kabuğu görünümlü plastik yuvasının önüne koydu. Yılanın çatal dili sekiz milyon piksellik görüntüde kendi görüşünden daha netti.
Tsssssss…
*Durdur*
Durup dinledi. Vizörü kaldırdı ve havayı dinledi. Bilgisayar sandalyesinden zıplayıp yere çömeldi. Buz gibi taş zeminde başını duvara yaklaştırmış şekilde koridoru geçti. Buzdolabının başına geldi. Fareler; ölü ve hareketsiz ve bembeyaz ve karların içinde. Kafasını çevirip dinledi.
Mermer tezgâh koyu grenlerle damarlanmıştı ve üstü bulaşık doluydu. Koyu renk ceviz ağacı dolapların kapakları açıktı. Çömelip lavabonun altındaki açık dolaplardan birinin içine baktı. Boştu. Tırtıklı lavabo borusunu tutup salladı. Kolunu tamamen dolabın içine sokup dolabın arka suntasına dokundu. Parmaklarının ucu ile birkaç kez ahşaba tıkladı. Sonra suntayı yumrukladı. Yanağını mermere dayamış, burnunda dünden kalan yemeğin kokusu, çömelmiş vaziyette suntayı iterken ay ışığı gözlerine doldu.
Dolunay.
Etrafında biriken bulutların içinde süzülen gölgeler cıva gibi parlak ve çekmeyen televizyon ekranındaki beyaz gürültü kadar karışıklar. Yine toplanmışlar. Deniz kızları toplanmışlar ve ona bir şeyler gösteriyorlar.
Sıçrayıp odasına koştu. Bilgisayar masasındaki usturlabı kaptı ve odasının camından dışarı baktı. Pirinç kaplama çubuklar her bir klikte dolunaya döndü. Açıyı ve yönleri ölçtü. Masanın üstündeki beyaz kupanın içinden bir kalem çekti. Pitonun teraryumunun yanına asılı paftanın üzerine çizgiler çizdi. Fosforlu kalem yılanın kendisi gibi tısladı.
Ve sadece otuz saniye sonra tekrar dronu kontrol ediyordu. Bilgisayar sandalyesinde kendini gördü. Ufak odanın içinde uçarken üzerinde kargacık burgacık yazılar olan sararmış kağıtları uçuşturuyordu. Sandalyesinden uzaklaşıp odanın öbür tarafına uçtu. Kamerayı oynatmadan sandalyedeki kendisine döndü. Sonra görüntü yaklaştı. Kablo yumağı kaplı yüzünü ve çatlak, gri dudaklarını gördü. Yukarı doğru bakınca kamera haritaya döndü. Altı tane kavisli, kırmızı çizginin buluştuğu yere baktı.
“Buldum seni.”
Ufak bir gaz sıkışması ve havayı yarıp uçan çivinin ıslığı kulağına geldi. Drondaki çivi tabancasından fırlayan kısa çivi gümleyerek haritada işaretlenen noktaya saplandı.
“Buldum seni.”
Çıplak ayakları buzdolabından süzülen kar suyuyla ıslanmıştı.
“Şimdi buldum seni.”
* * *
*Kaydet*
“Gökyüzünde deniz kızları görüyorum. Bulutların arasındaki gölgeler. Nasıl anlatsam bilmiyorum. Piranaların olduğu nehre bir et parçası atınca birbirlerinin üstüne çıkarak onu almaya çalışırlar… Çiftleşen yılanlar koca bir yumak oluştururlar… Karmakarışıklar… İç içe geçmiş ve çok netler. Bizmut kristalleri gibiler… Widmanstatten örüntüsü… Lichtenberg figürü… İşte bunlar gibi. Uzun süre onların melekler olduklarını düşünmüştüm. Naiflik böyle bir şey. İlk kez onları kıyametimin başladığı gün gördüm. Annem komadayken de berbat haldeydim ama bir öğleden sonra her şey değişti.”
Dron, uzun bir binanın önüne yaklaştı. Etrafta kimse yok.
“‘86’da bir gün annemi ziyaret ediyorum. Ziyaret saatlerinin dışında, babamın elinden kaçıyorum ve annemi görmek için hastaneye kadar koşuyorum. Yağmurlu bir gün, herkes kendi derdinde. Yürüyorum ve giriyorum, kimse de bir şey sormuyor. Beş yaşında da olsan, kendine güvenli bir şekilde o kapıdan adımını atıyorsan kimse seni umursamıyor. Koridorları geçiyorum, merdivenleri çıkıyorum ve anneme sürpriz yapmak için kapısına ulaşıyorum. Açık kapının arasından kavruk hasta bakıcının terli yüzünü ve aralık ağzını görüyorum. Annemin üzerine yüklenirken çıplak ayak bileğinden yakalamış; metal başlıklı yatak, pencerenin yanına toplanmış jaluziye çarpıyor. Bir çırpıda kapıyı kapatıyor ve işine geri dönüyor. Beni sikine bile takmıyor. İşini bitirene kadar oradan kaçıyorum. Gökyüzü bir tuhaf.”
Dron, krom kaplama bahçe çitlerinin üstünden kayar gibi geçti, pembe kiraz çiçeklerinin yanından bir pencereye doğru manevra yaptı.
“Annem öldükten sonra babam evleniyor. ‘88’de, ben yedi yaşımdayken karşı apartmanda oturan dul bir kadınla yaşamaya başlıyor. Ev sahibi kadını evden attığı gün kadın bizde kalıyor, bir ay sonra imam nikâhı kıyılıyor. Birkaç ay sonra sabaha karşı alkollü eve geliyor. Soba demiri ile bize girişiyor. Kadının inlemelerinde onları duyuyorum.”
Dron usulca pencereye yanaştı. Önce sinekliği açtı, sonra aralık pencereyi itip yağ sızması bir tablonun önünden mutfağa doğru yöneldi.
“Babam ‘93’te ayakkabı dükkânında çalışırken dükkân yanıyor. Karton kutular makinaların arasında kalıp alev alıyorlar. Babam on bir dakika zehir soluyor ve birkaç hafta hastanede kalıyor. Evlendiği kadın sırra kadem basıyor. İlk defa mutluyum.”
Mutfaktan yavaşça karanlık bir koridora geçti. 4K görüntü, karanlıkta büyük kareler halinde yenileniyordu.
“Çünkü beş sene aynı odada yaşadık. Tek bir odada, üçümüz kaldık. Sobanın yanında kısa, çürük bir şiltede yattım. Her gece onları duydum. Onları… ve onları… Babam ve kadın yanı başımda ilişkiye girerken, sobanın içinden gelen sirenlerin şarkısı kulaklarımı doldurdu. ‘93’te, babam hastalanınca sona erdiğini sandım ama her şey yeni başlıyordu.”
Dronun üç eklemli kolu, oturma odasının kapı kolunu yavaşça çevirdi. Televizyonun ışığı kameranın görüşünü artırdı ve yandaş bir kanalda tartışan habercilerin görüntüsü, led ekranda titreyerek belirdi.
“‘94. On üç yaşındayım. Koçhisar’da uzaktan akrabalarımızın yanında kalıyorum. Babamın dayısı ve çocukları ile köy evinde yaşıyorum. Bir gün gece vakti ahırın çatısına çıkıp yere düşüyorum. Kolum çıkıyor. Babamın dayısının büyük oğlu kolum çıktığı için beni döverek bayıltıyor. Hastanede yer yanım kırık uyanıyorum. Damdan düştüm çünkü. Onları koluma takılan serumun her damlasında duyuyorum.”
Kanepedeki adamın tek kolu ve tek bacağı aşağı sarkmıştı. Arkası dönük, uyuyordu.
“İki yıl sonra, ‘96’da Sosyal Hizmetler çocuk esirgeme kurumuna veriyor. On beş yaşımda, 28 Şubat’a yaklaşırken, dışarı çıktığım her vakit ya örgütçülerden ya şeriatçılardan dayak yiyorum. Çünkü iki tarafa da uygun değilim.”
Dron kamerası adamın lekeli atletini gösteriyordu. Yukarı kaydı. Ensesindeki çiller ve açılmaya başlamış tepesi. Çok net.
“2001’de yirmi yaşımda askere gidiyorum. -burada gittiği yeri söyledi- Birkaç hafta sonra paranoid şizofreni teşhisiyle çürük raporu veriliyor. Heyetten onay geliyor. Masa altından eşcinsel ilişki yaşadığım hakkında söylentiler dolaşıyor. Gey olduğumu düşündükleri için beni dövüyorlar. Akan kanımda onları görüyorum.”
Küpeli’nin katili sırtını kaşıdı, arkasını dönüp kırlente sarıldı. Çamur gibi göz altları televizyonun ışığı ile aydınlandı. Sonra gözleri yavaşça aralandı. Ağzı açıldı ve kusar gibi bir çığlık attı.
“2005. İlk defa onları izliyorum ve annemden bana kalan tek yadigâr olan pirinç usturlap ile onların hareketini ölçüyorum. Bana uyuması gereken kişiyi gösteriyorlar. Bir öğleden sonra. İlk lobotomimi yapıyorum.”
Dronun kolunun altındaki elektroşok cihazı, beyaz elektrik arkını adamın boğazına itti. Adamın kafası neredeyse sırtına çarpacak hızda geriye doğru sıçradı. Sırt üstü yere düştü ve baştan aşağı titredi. Hakan, kameradan adamın parmak uçlarının beyhude bir çaba ile aşağı yukarı hareket ettiğini gördü.
ZZZZTT…
DZZZT…
ZZZZZTTT…
Üç şok daha. Adamın huzursuz bir uykuya daldığını gördü. Sonra dron üç eklemli kolunu açtı. Adamın yüzüne yaklaştı, pençe gibi plastik parmaklarını adamın alnına ve sol elmacık kemiğine yerleştirdi. Pervanelerin tam ortasında duran kaplaması sökülmüş çivi tabancası, üç eklemli kol ile senkronize bir şekilde hareket etti. Kısa bir gaz sıkışması, ıslak bir çarpma sesi. Adamın sol göz kapağının altından giren çivi kafatasını kırıp geçerek, prefrontal kortekse saplandı. Daha sonra iki çivi daha fırlamıştı.
“Şimdi mesele şu. Herkes bir kıyametin yaşanacağına çok emin. Herkesin cezasını bulacağına çok emin ama hepsi de ölmeyecek gibi yaşıyorlar. Bir gün kıyametin herkes için geleceğine inanıyorlar. Yok öyle bir şey. Yalan o. Kıyamet şu an. Kıyamet her an. Hızlı olacak bir şey değil bu. Yaradan’ın o derece merhametli olduğunu mu sanıyorlar? Kıyamet yavaş ve acılı ve uzun yıllar alan bir süreç. Herkes kendi kıyametini yaşıyor. Benim için bir öğleden sonra, annemin iki senedir yattığı hastanede başladı.”
Başlığı çıkarıp, Sprinter’ın üç numara filmli arka camından, gökyüzünde toplanan kalabalığa baktı. Girdap dönüyordu. Parlak ışıklar ile deniz kızları toplanıyordu. Şehirdeki bütün kameralar yüzlerini girdaba dönmüştü. Bütün çanak antenler, sokak lambaları, stadyumların devasa spotları. Kablolar kıvrılarak girdaba doğru süzülüyordu. Gökyüzü delikti ve dönüyordu. Valkürlerin Uçuşu ve cehennem meleklerinin ruh kabul dansı.
“Gerçeklerin su yüzüne çıkma gibi bir huyları vardır derler. Bana söylüyorlar. Benimle konuşuyorlar. Bana görünüyorlar. Onları her yerde duyuyorum. Duvarların içinde, yaprakların arasında, kanalizasyon borularında… Şarkılarını duyuyorum. Bazen ezana benzetiyorum. Bazen balina sonarları. Bilgisayar bipleri. Elektro gitar çığlıkları. Çakal inlemeleri. Beyaz gürültü. Bir ananın feryadı. Kovandaki arıların vızıltısı. ‘86’da hastane yatağının jaluzilere çarpması. Sirenlerin şarkısı… Tanımlayamayacağım bir sürü ses daha. Ama en beteri ney biliyor musun?”
Girdabın Çukurambar üzerinde alçaldığını görmüştü. Donmuş gölün yüzeyinden aşağı bir buz kristali iniverir ve bütün zemini dondurur.
“En beteri… Sessizlik. Her seferinde… Ama beni sağır ediyor. Sessizlik hepsinden güçlü uğulduyor. Her şeye sessiz kalıyor oluşumuza çıldırıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyecek oluşuna çıldırıyorum. Kıyıya vuran bir balık daha. Farksızım. Kıyamet ise sürüp gidecek… Ama birilerinin artık bilmesini istiyorum. Birilerinin daha tren rayına kulaklarını dayamasını istiyorum…”
*Durdur*
Kasetçalara, 3.5 mm jakı takıp laptoptan yayın sitesinin ara yüzüne baktı. Canlı yayın butonuna dokundu.
*Oynat*
Statik hışırtı usulca konuştu. Yayın başladı.
<Öğleden sonra. Hava açık. Yavaştan soğuyor. Konya yolunda, Gölbaşı tarafına doğru, Ankara’nın giriş kapılarından birinde beyaz bir soköye çarpmışlar…>
- Dünyayı Öldüren Adam - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Aşkın Tahripkâr - 1 Ocak 2020
- Cesedimi Uzaya Gömün - 1 Aralık 2019
- Antarktika Burada Başlıyor - 1 Kasım 2019
Her şeyden azar azar barındıran, karanlık bir öykü olmuş. Elinize sağlık.
Memleketin halini cümlelerin arasına zekice sıkıştırmışsınız. “Şuanda yaşıyoruz bunu işte,” dememi sağladınız. Tamamen “bizden” bir kurgu olmuş. Ayrıca gerçekleşmesi de muhtemel. Bu yüzden Çivici Katil’i böyle yansıtmanızı beğendim.
Kıyameti yaşıyormuşusuz, bir kez daha farkına vardım. Anlamadığım kısımlar vardır elbette. Kaleminize sağlık. Çok fazla uzatmak istemedim, diyecek negatif bir sözüm yok.
Değerli yorumların için teşekkür ederim.
Kıyamet dediğimiz şey bir anda kopup bitecek kadar basit bir olgu değil bence. Son zamanlarda kıyameti çok düşünüyorum, uçuruma gereğinden fazla bakıyorum. Herkes bir şekilde kendi kıyametini yaşıyor. Anlatmak istediğimin anlaşılmasına sevindim.
Bu arada yeri olmayabilir ancak ufak bir weblinki buraya eklemek istiyorum. Öykümle bağdaştığı için sorun olacağını sanmıyorum. Göz atarsanız sevinirim.
Link
Petition · Ankara Batıkent'teki Hayvan Katliamına Ceza! · Change.org
Güzel yazmışsınız; dikkat çekici, rahatsız edici, etkileyici. Fakat her şeyden çok ince ince işlediğiniz karakter aklımda kaldı diyebilirim.
Hakan’ın yaşadıklarını anlatış tarzı, verdiği detaylar bize yavanlıktan uzak bir okuma deneyimi sunuyor. Sorunlu bir kişi portresi çizen ve bir adamı gözünü kırpmadan öldürebilen Hakan’ın hala annesini özlemle anması ve bir sokak köpeğine merhamet duyması, onun insancıl tarafını ortaya koyuyor. Bu nedenle karakterden nefret edemiyor, hatta annesini kaybettikten sonra ‘kıyamet’ dediği sancılı bir hayatın içinde sürüklenen bu adam için üzülüyoruz bile. Başarılı bir anti-kahraman yaratmışsınız.
Öyküyü daha geniş bir zamanımda daha etraflıca değerlendirmek istiyorum. Hosjma giden bir öykü oldu. Ama şunu sormam gerekiyor. Deniz kızı temasına uygunluğunu ben mi yakalayamadım?
Gene, yaşadığımız hayat kadar karanlık bir öykü var karşımızda. Ben bu öykülerde bir çok yeni bilgi, tanım öğreniyorum. Bu yüzden teşekkür bile edebilirim.
Bu öyküleri sakin kafayla okumak gerekiyor, okuyacak olanlara bunu diyebilirim. Ayrıca kendisinin bloğunda (https://polikromhatiralar.blogspot.com/) bir dolu rahatsız edici, güzel öyküler var. Tavsiye ederim.