Öykü

Mor Zarf

İşsizim, çirkinim, yüz kiloyum. En sevdiğim kanepeyi annem kapının önüne koydu. Bundan sonra hareket edip kendime bakmalıymışım, otuz yaşıma gelmişim, yan gelip yatmak dışında bir şey yapmıyormuşum, kaç aydır çalışmıyormuşum, tüm emekli maaşını benim abur cuburum yiyormuş. Demek yine Tülin Teyzelerde gündem konusu bendim. Kimin aklına geldi acaba kanepeyi dışarı atması? Tamam, zaten çok eskiydi, kirliydi ama çıkmış yayları batmıyordu ki. Hava yastıklarım sağ olsun hiç hissetmiyordum. Annem kanepeyi gözden çıkarabildiğine göre çok çaresiz hissetmiş olmalı. Onun bugüne kadar bir eşyasından vazgeçtiğini görmemiştim. Yoğurt kapları bile güzelce yıkanıp biriktirilir. Yoğurtçu dükkânı açacak kadar kap vardır. Her şeyimiz zıt onunla. O tutumlu, ben müsrif. Bana inat yapar gibi incecik. Dediğine göre bu kadar iş güçle ben de uğraşsam zayıflarmışım. Kadının saçları beline kadar geliyor, siyah ve gür ama hep toplu. Benimkiler mısır püskülü gibi hep açık, gözümün içine girdiğinde üfleyerek havalandırıyorum. Buna da çok sinir oluyor. Annem sanırım benim her şeyime sinir oluyor. Mümkün olsa kanepe yerine beni kapının önüne koyacak ama işte imalat hatası benimle yaşamaya devam ediyor. Ne yapsın, tek çocuk, atsan atılmaz, satsan satılmaz.

Kanepe yok. Televizyon karşısında uzanacak bir yer bulmalıyım kendime. Minderler olmadı, rahat değil. Annem yan gözle beni izliyor. Verdiği karardan memnun. Bu mutluluğu çok sürmeyecek, nasıl olsa bulacağım bir yolunu. Hasan! Evet niye daha önce aklıma gelmedi ki benim. İlkokul aşkım. Çocukluğundan beri bana âşık. Şu halime bile. Arada uğruyor, en sevdiğim yiyecekleri taşıyor. Şimdiye kadar onun için ağzımdan tek güzel kelime çıkmadı, yine de ısrarla geliyor. Uzun boylu, yakışıklı. Masallardaki prensler gibi. Ben de Şrek’in kadın şubesi olmalıyım. Bir iki kere çıkma teklif etti, bu halimle nereye çıkacağım, bizim asansöre bile sığamıyorum. Zaten o işleri bırakalı çok oldu. Korkunç toplu kahkaha seansından sonra. Ne zamandı, sanırım en az beş yıl olmuştur. Her neyse, Hasan’ı aradım. Çocuk kekeliyor, öyle şaşırdı, ilk kez aramışım, bana bir şey mi olmuş. Oldu ya oldu tabii, tahtımdan indirildim. Gözyaşlarıyla durumumun ne kadar içler acısı olduğunu anlattım. Neyse ki rol yeteneğim iyidir. Televizyon izleye izleye geliştirmiş olmalıyım. Adamın mobilyacı dükkânı var. İstediğin kanepe olsun tabii ki, hemen gönderiyorum, hediyem olsun, hazır Sevgililer Günü de geliyor. İyi de biz sevgili değiliz ki demedim. Yüksek sesle ve oldukça dramatik bir teşekkürle telefonu kapattım. Annem Midas’ın kulakları gibi uzamış kulaklarıyla dinliyor konuşmayı. Diktatörün çöküşü.

Ertesi gün kırmızı kurdeleyle sarılmış kocaman bir kanepe geldi. Kurdeleyi şarkı söyleyerek açarken annemin içerden bin kere tekrarladığı ya sabırları duymazdan geldim. Televizyonun karşısında olması gereken yere yerleşti kanepe. Ben de üstüne şöyle bir yayıldım. Ne keyif ne keyif. Başladım uzaktan kumandanın tuşlarına basmaya. O kanal bu kanal derken birden televizyonda ben. Keyiften hafifçe kapanmış gözkapaklarım kocaman açıldı. Neredeyse oturma pozisyonuna gelecek kadar doğruldum. Hasan kamera falan yerleştirmiş olmasın. Olabilir mi? Sapık mı yoksa bu adam? Bir gariplik olduğu kesin, benim gibi birinden vazgeçmediğine göre. Anneme söylesem. Yok, zaten dünden beri yüzünden düşen bin parça. Hemen kapatma düğmesine bastım. Kapanmıyor. Kumandanın pilleri bitmiş olabilir mi? Olabilir. Bir iki kumandayı tokatladım. Yok olmuyor. Karşımdaki ekranda ben, bana bakıyor. El mi sallıyor o, yani ben, yani televizyondaki ben. Ben el sallamıyorum ki, yani ben, yani kanepede oturan ben. Beni ekrana doğru çağırıyor televizyondaki ben. Kesinlikle bir kova patlamış mısırı yemeyecektim. Gözlerimi kapatıyorum. İçimden ona kadar sayıyorum. Açıyorum, orada, gülümsüyor. Ekrana yaklaşmamı istiyor. Bu korku filmlerinden tanıdık bir sahne, sonra beni içeri çekecek. Bir şeyler yazıyor. Ne yazdı. Yak-laş. Anne! Sesim çıkmıyor. Annemin mutfaktaki tıkırtılarını duyuyorum ama benim sesim çıkmıyor. Israrla ekranın diğer tarafından yazıyı gösteriyor. Yavaşça doğruluyorum. Yavaşça derken zaten hızlısını yapamam. Emekleyerek yaklaşıyorum ekrana. Şimdi neredeyse burun burunayız. Seç bir tane, diyor bana. Ne, ne seçeceğim? Bunlardan birini seç diyor. Elinde 4 zarf var. Sarı, yeşil, mavi, mor. Ölümlerden ölüm beğen mi acaba? Gülümsüyor. Gülümsemesi beni biraz rahatlatıyor. Kendi gülümsememi hep sevmişimdir. Şişman sempatisi. Battı balık misali moru işaret ediyorum. Diğer zarfları bırakıyor, mor zarfı açıyor. İçinde yazanı önce kendisi okuyor. Bıçak mı, silah mı, acaba ne çıktı? Kâğıdı bana doğru çeviriyor. Külkedisi mi? Ne bu diyorum, ağzımı burnumu burup avucumu açıp ileri doğru uzatarak. Sus işareti yapıyor. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete diyorum içimden. Annem çok söyler bu lafı, anneme mi dönüşeceğim acaba? Aklımdan geçenleri okumuş gibi, deli olma şimdi kapat gözlerini diyor, sen bir masal kahramanısın. Kesinlikle patlamış mısır, yoksa ondan önce yediğim bir ekmek arası sucuk mu? Yoksa bir litre kolayla etkileşime mi girdi hepsi? Gözlerimi yumuyorum.

Gözlerimi açtığımda karşımda Pinokyo. Pinokyo ama öyle küçük falan değil bayağı delikanlı. Sadece burnu uzun ve o meşhur kıyafetleri üzerinde. Elini uzatıyor bana.

“Ben de sizin saraya gittiğinizi duymuştum. Prensle evlenmediniz mi?” diyor.

Kim ben mi? Saray mı? Benim bildiğim bir saray var bin odalı. İçindeki kral değil, oğlu desen prens hiç değil, neyse o başka bir konu.

“Maalesef hayır. Prens evlenmekten vazgeçti.” diyorum gülümseyerek. Biraz dalga geçmenin ne mahsuru olabilir ki? Hani bu masal olsa ben de çok güzel, incecik, gencecik bir kız olurdum. Demek rüyadayım. Bunları düşünebildiğime göre rüyada değil miyim? Gerçek, rüya, masal birbirine girmiş durumda. Saldım çayıra mevlâm kayıra. Yine annemin lafı. Haydi hayırlısı diyelim. O halde oyuna devam.

“Ömrüm boyunca mutlu yaşayacağımı düşünüyordum. Sarayda bir elim yağda, bir elim balda olacaktı. Öyle yer silmeler, bulaşıklar çamaşırlar bitecekti. Ah! O tatlı hayat ellerimden kuş gibi uçup gitti.” Çok güzel rol yapıyorum. İçimden kendime gülüyorum.

Pinokyo beni teselli etmek için oturuyor yanıma.

“Neden vazgeçti ki prens?”

Neredeyiz, benim meşhur yeni kanapemde. Ben ne zaman oraya geçtim ki? Her şey normal, bir bu değil.

Pinokyo tekrarlıyor.

“Neden vazgeçti ki prens?”

Anlatıyorum ben de.

“Sarayın merdivenlerinden çıkarken ayağım takıldı, camdan ayakkabım kırılıverdi. Prens bunu görmüş. Daha ben ne yapacağım derken ayakkabıyı getiriverdiler. Dört bir yanı yapışkanla tutturulmuş. Eh, benim ağırlığımdan tuzla buz olduğundan birleştirirlerken ayakkabı küçülmüş tabii. Bir türlü ayağıma girmiyor. Prens şaşkın. Neyse işte benim ayağım otuz dokuz numara, hadi yalan olmasın kırk bir numara, birazcık büyük. Meğer prens ayak fetişistiymiş. 36 numaradan büyük ayağa dayanamazmış. Elbisemin altında ayaklarımı bir türlü görememiş. Ya bu bedeni otuz altı numara taşır mı? Hadi ayaklarımı görmedin de bedeni de mi görmedin? Memelerimi, popomu, bir bacak kalınlığındaki kollarımı. En fecisi de annemin ayakları otuz altı numara. O da yanımda. Hemen ona giydirdiler ayakkabıyı. Tam olmaz mı? Annem her zaman toplu olan saçlarını açıverdi, birden otuz yaş attı kadın. Prensin koluna girip saraya doğru girerken bir de el salladı. Hatta gülümseyerek öpücük yolladı ki annem beni hiç öpmez.”

“Bence sen çok güzelsin.”

Anladım, masallardaki erkeklerin gözlerinde perde var. Biri elli yaşında kadınla gidiyor, biri bana çok güzelsin diyor.

“Saray hayatın başlamadan bitti demek,” diyor Pinokyo çapkın çapkın. O burunla ne kadar çapkın olunabilirse.

“Evet, maalesef. Aslında prens biraz tuhaftı.”

“Nasıl tuhaf?”

“Bir gün onunla sarayın bahçesinde buluşmuştum. Sana çok özel bir şey göstereceğim, koleksiyonumu dedi. Ah! Filmlerden bilirim ben bu koleksiyon meselesini. Çok gördüm. Daha ben ay olmaz diyecektim ki bir odaya soktu beni. Meğer altın diş koleksiyonu yapıyormuş.”

Hay Allah nereden geliyor bunlar aklıma. Ben de kendime şaşırıyorum, bir yandan da anlattıklarımla kendimi eğlendiriyorum. Benim yeni kanepede, büyümüş Pinokyo’yla el ele otururken anlatıyorum nereden geldiğini bilmediğim şeyleri.

“Savaşta askerlerin dişlerini söktürüyormuş.” diye son noktayı koyuyorum.

“Saraylar hep böyledir. Sadece dişlerini değil, ciğerlerini de sökerler adamın.”

Pinokyo felsefeye mi başladı ne? Düşünür Pinokyo da ilginç geldi şimdi. Ona öyle bakınca, artık nasıl bakıyorsam, başka bir şey sanıyor, dudaklarıma doğru pike yapıyor, ama o burun ah o burun. Kırk yılda bir öpüşecektim ona bile izin yok.

Aniden kapı açılıyor. İçeriye heyecan ve korkuyla nefes nefese kalmış mor başlıklı kız giriyor. Mor mu? Konsept gereği mi nedir bu başlık? Kapıyı kapatmaya çalışıyor ama daha biz ne olduğunu anlayamadan kapının kanatları iki yana ayrılıyor. Bir kurt adam.

“Hoşt, hoşt!” diyorum.

Kurt adam başını çevirip bize bakıyor. Artık işler iyice sarpa sardı. Kurt adam hırlayıp dişlerini gösteriyor.

Pinokyo ayağa fırlıyor. Eyvah, bir öpücük alamadan gitti bizim adam.

“Vay, Koca Kafa Arif,” diyor kollarını açıp.

“Vay, Tahta Pin,” diyor kurt adam, namı diğer Arif.

Pinokyo ve Arif sarılıyorlar.

“Ulan Arif, demek Kurt adam oldun ha sonunda? Kavuştun hayallerine.” diyor Pinokyo, kurt adamın sırtına vururken.

“Neler çektim bir bilsen? Bak şu dişlere. Dişçim az uğraşmadı bunlarla. Hele ki saç sakal ektirme. Şimdi çok moda biliyorsun herkes ektiriyor. Benimkisi kimselerde yok ama.” Kurt adam gerilerek odada bir tur atıyor. İstediği buysa yüzde yüz başarmış. “Büyükannemin vasiyeti. Çocukken anlatırdı kurt adam olan dedemi. Çok hareketli bir yaşantıları varmış o zamanlar. Geceleri ayrı güzelmiş.”

A çok ayıp diyeceğim ama merakta ediyorum tabii. Kurt adam yani Arif garip bir gülümsemeyle bana bakıyor. O kıl kaplı yüzünde gülümsemesini nasıl gördüğüme ben de şaşırıyorum.

“Sandığınız gibi değil,” diyor ben itiraz edemeden devam ediyor anlatmaya. “Ayın çıktığı geceleri diyorum. Dedem kucaklarmış büyükannemi, dağ bayır koşarlarmış, derede yüzerlermiş, ağaç diplerinde ayı seyrederlermiş. Öyle romantik anlar işte. Kimse de bir şey diyemezmiş. Herkes biraz uzak dururmuş. Ne dedikodu yapabilirlermiş ne bir şey diyebilirlermiş. Öyle özgürce yaşamışlar gençliklerini. Akıllarına eseni yapmışlar. Dedeminki doğuştanmış da benimki sonradan olma. Olsun, yakışmamış mı?”

Mor başlıklı kız sindiği köşeden çıkıyor.

“Ya, ne demezsin? Peki benim peşimden niye koşuyordun ki öyle? Korkuttun beni.”

“Şunu düşürdüğünü gördüm. Onu vereyim dedim. Senin gibi güzel bir kızın peşinden koşulur tabii.”

Hop, n’oluyor? Sahnemi çalıyorlar. Mor başlıklı kız, Arif’e biraz garip bakmaya başlıyor.

Arif elindeki çantayı uzatıyor.

“Tüh söyleseydin ya? Ben de sandım ki…”

“Ne sandın, seni yiyeceğimi filan mı?”

“Ay ne bileyim? Büyükannem yıllarca bana kurtlarla ilgili şeyler anlattı.”

“Senin şu büyük annen. Mualla Altın değil mi o? Büyükannem anlattı bana, dedemde gözü varmış onun. Dedem ona yüz vermeyince kötüleyip durmuş kurtları. Ben de duydum onun anlattıklarını ama büyükannem boş ver uğraşmaya değmez deyince üzerine gitmedim.”

Pinokyo’yla ben şaşkınlıkla ikisine bakıyoruz. Bu işin sonu nereye varacak merak ediyorum.

“Kalıbından utan. Yalana bak. İspatla o zaman.” diyor mor başlıklı kız. Biraz kırıtıyor mu anlamadım hem kızgın gibi hem de flört edermiş gibi. Ben bu işleri yıllarca çözemedim zaten.

“Neyse boş ver geçmişi,” diyor Arif. Birden bizi ilk kez görmüş gibi üzerimize doğru geliyor. Gerçekten tam bir kurt adam.

Pinokyo yanına oturması için işaret ediyor. Benim yeni kanepe yakında dolmuşa dönecek.

“Vay be koca kafa Arif? Ee sen ne yaptın evlendin mi? Okulu n’aptın hadi anlat.” diyor.

Pinokyo ve kurt adam muhabbeti ilginç geliyor da onlar birer masal karakteri, ben neyim burada? Sonra burası neresi? Yine mantığa davet ediyorum kendimi ama mantık davete kulak asmıyor.

“Edebiyat okudum Pin. Tiyatro yazıp oynuyorum. Asıl işim gösteri sanatları. Dedemden kalma bir mahzen vardı, onu çevirdim tiyatroya.”

“Ya, bu zamanda tiyatroda para getirmez ki.” Benim Pinokyo, benim mi, nedir bu sahiplenme, felsefe yapmaktan liberalliğe sıçrayıveriyor.

Kurt adam kahkaha atıyor, yok uluyor, yok ortaya karışık sesler çıkarıyor.

“Size bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın” diyor. “O sarı zarfı alsaydın her şey çok başka olurdu. Değil mi mor başlıklı kız?”

Sarı zarf mı? Aklıma o anda televizyon geliyor. Ona bakmayı unutmuşum bu arada. Televizyondaki ben gülerek bizi izliyor. Eğlendiği belli ama ya o sarı zarf? Televizyona doğru yaklaşıyorum. Sarı zarfı işaret ediyorum. Olmaz der gibi başını sağa sola sallıyor. Kurt adam ekrana doğru hamle yapınca hemen açıveriyor sarı zarfı. Yüzünde kocaman bir hayret ifadesi. Bize bakıyor.

Nurdan Atay

Endüstri mühendisiyim. Mesleğimi çok uzun süre yaptıktan sonra rotamı edebiyat çalışmalarına çevirmeye karar verdim. O tarihten beri de yazıyorum. İkinci üniversite Edebiyat okuyorum. Bir grup yazan/yazar arkadaşımla birlikte her ay Kil-Tablet adında öykü fanzini çıkarıyoruz. Ağırlıklı olarak öykü ve tiyatro oyun metinleri yazıyorum. Okumayı, seyahat etmeyi, film izlemeyi, yogayı, el sanatlarından becerebildiklerimi yapmayı, doğayı, öğrenmeyi, araştırmayı seviyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Dilek73 Dilek73 says:

    Nurdancım bu öyküyü erken okuyan şanslılardan biri olarak çok beğendiğimi buradan da tekrar ifade etmek istiyorum. Hikâyelerdeki karakterlerin okuyucuyla rahatlıkla ilişkiye geçebilmesi beni büyülüyor. Ben bu öykünün kahramanını çok sevdim. Hayatın içinde yaşadığımız karmaşaları, karşılaştırmaları ve dayatmaları yaşayan bir kadın. Ve önüne sürekli masal kahramanları onlar yetmezmiş gibi renkli zarflar şeklinde sunulan seçenekler çıkıyor. Kurgusu da dili de güzel bir hikâye kurmuşsun. Teşekkürler arkadaşım. Sevgiler,
    Dilek,

  2. Avatar for Senaa Senaa says:

    Merhaba @Nurdan_Atay,

    Seçkide ilk kez bir öykünüzü okuyorum. Anlatım dilinizi oldukça akıcı ve eğlenceli buldum. İnce göndermeler, yerinde tespitler gayet başarılıydı. Sarı zarftaki hayrete düşüren durumu da merak ettim. :sweat_smile:

    Emeğinize sağlık,

    Sena

  3. Merhaba Dilekcim. Öykünün kahramanını ben de sevdim:) İnsan kendi yazdığı karakteri sever mi? Ben de oluyor bu; bazı karakterlerime daha yakın, bazılarına daha uzak hissediyorum, ilginçtir. Yorumun için çok teşekkürler:) Sevgiyle

  4. Merhaba, teşekkür ederim yorumunuza. Beğenmenize sevindim. Açıkçası sarı zarfı ben de merak ediyorum:)

  5. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Merhaba @Nurdan_Atay

    Girdap konulu seçkiyi hatırlar mısınız? Size o zaman analiz yapmayı seviyorsunuz, diye yazmıştım. O günden bu yana 5 yıl oldu sanırım. Bu konuda artık iyice uzmanlaştığınızı, samimi bir yazım dilini, “sadece okuyucuda samimiyete dayanan bir sempatinin” ötesine taşıyarak, olay kurgusuna çevirdiğinizi, üstelik artık karakterler arası polemik çıkarmaktan geri durmadığınızı görmüş olmaktan dolayı kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Aynı zamanda, bu uzun yıllardır öykülerinizi okuyan biri olarak size - öykünüzün ilk kısmı için özellikle şunu söylemek isterim - sanki telefondaki resmi iki parmak hareketi ile nasıl büyültebiliyorsak, sıkıntı-kasvet-çaresizlik ile gönüllü teslimiyet arasındaki ince çizgiyi de siz bu şekilde büyüterek kelimelere yansıtmışsınız.
    Bunun da ciddi bir farkındalık gerektirdiğini bildiğimden tebrik etmek istedim.

    Elinize ve düş gücünüze sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

13 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for Senaa Avatar for Muge_Kocak Avatar for Dilek73 Avatar for Canan Avatar for nkurucu Avatar for Nurdan_Atay Avatar for UlianaHippogrief Avatar for Dipsiz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *