Öykü

Tütün

Ali uykulu gözlerle sofranın toplanışını izliyordu. Annesi sofrayı toplarken kaşıyla Ali’ye işaret edip giyinmesini söylemişti. Babası çoktan giyinmiş, kapının önüne çıkmış sigarasını tüttürüyordu.

“Haydi acele edin ahali, geç kalmayalım yine fabrikaya, şeften fırça yemekten usandım.” dedi evin babası İsmail bey bir yandan dumanı üflerken. İsmail bey fırça yemekten usanmıştı, Ali tokat yemekten. Babasından yemediği kadar tokat şeften yiyordu.

Ailecek tütünde çalışıyorlardı. Ali ve annesi Asiye hanım tütün yapraklarını kesiyordu, İsmail bey de sigaraları paketleyip satma görevindeydi. Reji şirketinde çalışan bu ailenin büyük oğulları Mehmet hapishaneye düşmüştü. Fabrikanın ve şirketin baskısına dayanamayan Mehmet, bahçesinde ürettiği tütünü kaçak yollardan satmaya çalışınca olan olmuş, şirketin kolluk görevlileri iyice bir sopa atıp hapse tıkmışlardı.

Reji şirketi Düyun-u Umumiye’ye bağlı tütün şirketiydi. Osmanlı’nın dış borçları dağları denizleri aşmış borç veren ülkeler artık Osmanlı’nın dahili işlerine karışır olmuştu. Bunun zalim örneklerinden biriydi Reji şirketi. Tütün üretimini tekelinde tutuyor, hem ürettiriyor hem üretileni sadece kendi satın alıyordu. İşçiler karın tokluğuna çalışıyor, devletin de elinden bir şey gelmiyordu. Zulme dayanamayan kaçakçılığa başvuruyor ona da şirketin kendi kurduğu kolculuk teşkilatı müdahale ediyordu. Bazen hapse atıyor bazen direk katlediyordu.

Mütemadiyen aynı şeylerin olduğu günlerden biriydi. Ali geç kalmış, İsmail bey erkenden kalkıp sabahın hayrında puslu gri havaya kendi dumanını karıştırıyordu. Asiye hanım aceleyle evi toplayıp hazırlanmıştı. Zulme doğru yola çıkmışlardı. Ekmeğini yolda yiyen Ali babasına yaklaştı.

“Abim yarın çıkıyor baba, fabrikaya geçmeden önce çıkışına gidelim mi sabahtan?”

“Olmaz, geç kalırız. Koca adam abin, kendi gelir eve. Birkaç yıl yatıp çıktı altı üstü. Hem kendi kaşındı.”

Ali fazla uzatmadan başını önüne eğip yürümeye devam etti. Babası uzattı ama. Dolmuştu adamcağız.

“Tutturmuş işçi hakları. Yahu deve senin etin ne budun ne koskoca Reji şirketine horozlanıyorsun. Okuduğu ecnebi kitapları kafasını bulandırdı çocuğun. Tamam yani biz de biliyoruz karın tokluğuna çalıştığımızı ama böyle daha mı iyi oldu yani. Aldı boyunun ölçüsünü. Çıksın da bir hapishaneden yattığı günlerin acısını tarlada çıkarırım ben ondan. Sabahlara kadar tütün kıracak.”

“Haklısın baba.” dedi Ali babasının haklı olmadığını bilerek. Böyle bir zamanda doğmuş olmak onların suçu muydu? Bir devletin çöküşünü izliyorlardı. Bir imparatorluğun. Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluk… Lakin elden de bir şey gelmiyordu. Memleket harpten harbe koşuyor, belini doğrultamıyordu bir türlü. Böyle bir zamanda yaşadıkları için kendilerini mesut edecek en ufak bir şeye yönelmeleri doğal olandı.

Çıkmasına bir gün kala Mehmet tek tük olan eşyasını topluyordu. Koğuşun en yaşlı ve en kıdemlisi Kara Paşa lakaplı bir külhanbeyiydi. Uzaktan Mehmet’i kesiyor, özleyeceğim bu hergeleyi, diyordu. Ağır ağır yanına yanaştı adıyaman sarması tütünüyle.

“Yak bakalım delikanlı.”

“Sağolasın abi.”

Çektiği ilk nefesten sonra güldü. Hapishanede geçirdiği iki yıl gözlerinin önüne geldi. Soğuk duvarların teninde verdiği ürpertiyi hissetti.

“Yahu abi işe bak. Şu meret yüzünden iki yıl yattım. Yarın çıkıyorum inşallah. O kanı bozuk kolcular beni buraya atınca uslanırım zannediyor. Çıkınca aynen devam arka sokaklarda tütün satmaya.”

“İyi yapıyorsun yeğenim. Karın tokluğuna eşekler gibi çalışacağına kaçak göçek çalış kendi işini yap. Memlete çalışsan gam yemem. Gavur tohumlarına çalışıyorsun.”

“Zaten harp de yakındır. Savaşa giderim memlekete öyle faydam dokunur.”

“Memlete dokunur inşallah yeğenim. Ama bu devletin daha fayda görecek ne hali ne dermanı kalmamıştır.”

“Doğru dersin ağam.”

“Şu hapishaneye dön bir bak. Günde yarım ekmek biraz şanslıysak üzüm veriyorlar. Açlıktan yatağından kalkamıyor kimse. Yediğimiz dayaklarda yanımıza kar kalıyor. Hoş bana dayak atacak zindancıbaşı daha anasının karnından doğmadı.”

“Ne cüret ağam. Burdan çıkayım tembihlediğin her şeyi yerine getireceğim.” dedi Mehmet son dumanlı nefesinde.

Abisinin hapishaneden çıkacağı gün gelince ne yapmış etmiş kaçmıştı fabrikadan Ali. Şeften yiyeceği dayağı gözü kesiyordu. Arkasından gelen kolcuları erken fark etmişti. Daha fabrikanın bahçesinden çıkamadan anlaşılmıştı kaçtığı. Koşmaya başladı. Yırtıcı bir mahlukattan kaçan av hayvanıydı artık. Bahçe kapısına baktığında abisini gördü. Kollarını açmış onu bekliyor. Mehmet kolcuları geç fark etmişti. Duyduğu tek şey altıpatların sesiydi. Kollarına koşan vurulmuş kardeşiydi artık. İlk birkaç saniye vurulduğunu anlayamadı Ali anın heyecanıyla. Yere kapaklanıp da yanına sızan sıcak kırmızı yoğun sıvıyı fark edince vurulduğunu anladı. Oğlunun kaçtığını duyan Asiye hanım kolculardan önce yakalayıp temiz bir sopa atmak için çıkmıştı dışarıya. Yavrusunun yerde yatan bedenini görünce feryat koparmıştı. Bu feryatların merakıyla birçok işçi dışardaydı artık. Kanlar içinde yatan küçücük çocuğa bakıyor dişlerini gıcırdatıyorlardı. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Mehmet’in şoktan çıkıp kolculara saldırdığı an ilk kıvılcımdı. İşçiler dişlerini sıkmayı bırakıp kolculara doğru atılmışlardı. İhtilal başlamıştı.

Ömer Faruk Zabun

Okumayı, yazmayı seven bir diş hekimi.