Öykü

Karın Deşen Travis

Dün, bugün, yarın?

Ne? Ne zaman? Kayboldum… Mu?..

Koşuyorum… Ağır ağır koşuyorum. Her yer siyah beyaz. Kalabalıktaki insanlara omuz ata ata koşuyorum. Bütün yüzler renklerini kaybetmiş, hepsi artık siyah beyaz, renksizler. Ağırca koşuma devam ediyorum. Zenci atletler gibiyim. Beyaz tonun üzerini kirleten zenci bir koşucuyum ben. Ya da kirlenmiş siyahı temizleyen beyazların dışlanmış tezeğiyim. Ağırca koşum daha da yavaşlamış gözüküyor insanların gözünde.

Topluluktaki kaybolmuşlukların ya da bulunamamışlıkların gözüne çok yavaş bir şekilde elimdeki nesneden yansıyan ışık denk geliyor ve görmüş oluyorlar tek görebilecekleri şeyi, korkuyu. Ağızlarını yavaşça açıyorlar, henüz dudakları birbirinden ayrılmışken, iki tane penguen kılıklı, güneş gözlüklü sert adam bana doğru silahlarını kaldırmaya başlıyor. Henüz kılıflarından çıkarmadıkları ama birazdan çıkaracakları silahlardan çıkan kurşunlar onların hiçbir işine yaramayacak zihnimi parçalayacak.

Göz ucuyla onlara baktıktan sonra elimdekinin pimini çekmeye başlıyorum. Metalin metale sürtmesi henüz başlamışken, sinirlerimden birindeki bir ışık huzmesi beynimin içinde dolanmaya başlıyor, ardından diğerleri işe koyuluyor. Gözlerimden gelen habere göre tek görebildiğim kırmızı bir halı. Anlaşılan o ki renk körlüğünden kurtulduğum kutsal bir an şu an. Bana dehşetle bakan Ray-Ban’ler, leşinin kokusunu daha üzerinde barındıran Prada kürkler, hak ettiği yer ancak ayaklar altı olan Gucci çizmeler, burnumun deliklerinden girip bağırsaklarımdaki bokun kokusuna neden olan bir Chanel… Aydınlık dünyaya ulaşmışken bu kadar çabuk yok olmak… Ve fark ettim; zaten yoktum ve yeniden doğdum.

Pim çoktan yerinden çıkmış ve elimden kurtulmayı bekleyen kulpu birkaç nanosaniye önce bırakmıştım. Elimi havaya doğru kaldırdım, geri savurdum. Kolumun zamanı bu denli yarması, hayatın her bir saniyesinde her bir gözeneğimden giren iğneler misali kasıklarımda anlam veremeyeceğim, sapkınlık ve hastalık dolu bir etkiye neden oldu. Zevk almaya başlamıştım. Aydınlık… Kendilerinin çokluğuyla hava atan yuvarlak ünlülerin kölesi olmuş kas yığınları çoktan silahlarını eline almış ve bana doğrultmaya başlamışlardı. Elimdeki bombayı tek gördüğüm yer olan kırmızı halıya doğru savurdum. Ben onların içindeki bir marka teröristiyim. Bizler… Sert ünsüzler… Onların göremediği renkleri görenler…

Ve bomba elimden kurtuldu. Henüz elimden kurtulmuşken bomba, namlulardan çıkan kara kurşunlar bana yaklaşmaya başladı. Daha beynimden dudaklarıma gönderirken gülümseme hissini, onlar için zararlı olacak tek varlığımı, beynimi ıskalayan ve göğsümden içeri giren iki mermi hafiften başlayan bir sendelemeye neden oldu. Yere doğru, ayakkabıların en rezil hizasına doğru aldığım bu yolda ancak gülümsemeyi başarabildim. Asfalta düşen bedenim sonunda dibi görebilecek. … Beni sırtımdan kucaklamaya çalışan hava ağlıyordu. Tam düşerken alnıma bir yağmur tanesi konmuştu. Zihnimle birlikte dibe doğru yol aldı. Kafam asfalta çarptıktan sonra etki nedeniyle yükseldi. Hayır! Uzaklaşmamalıyım, daha gökyüzünü seyredeceğim. Kızarmış gözlerimle semaya baktım. Ve kulaklarımdan içeri 90 desibel şiddetindeki şarapnelli ses, izlediğim yağmur şöleninin gök gürültüsüne eşlik etti. Bana doğru gelen damlalar birden simsiyah kırmızılara bulandı. Yüzüme değen kan ve beden parçaları… Gökyüzü mavileşti aniden. Çok çok çok kısa zamanda mavileşti. Ağır ağır gözlerimi kapatmaya başladım. Gökyüzü… Çok güzeldi. Ve gözlerim kapandı.

Birden irkilerek açtım gözlerimi. Önce tavana, sonra etrafıma baktım. Her yer gri betonlarla çevriliydi. Karşımdaki televizyona baktım. Bilmem ne ödülleri gecesinin kırmızı halı töreni vardı. Boynumdaki kaslar birden gerildi. Etraflarına yüzlerindeki iğrenç sırıtmayla bakan ünlülere doğru avazlarının çıktığı kadar çığlıklar atan insanları görünce midem kalktı. Basur olmuş götten farksız insanoğlu, içindekileri sıçmaktan bile aciz.

Off…

Peki?

Peki, insan hiç düşünmeden durabilir mi? Yani, “Şu anda hiçbir şey düşünmüyorum.” diye bile düşünmeden. “Ben şu anda düşünmüyorum.” bile demeden düşünemeyebilir mi? Olabilir mi? Olmamalı… Komünal bir içyapıya erişecek düşüncelerimden kurtuldum bir anda.Sadece taşaklarımı sıkan, daracık bir külotla otururken ne gibi şeyler düşünebilirim ki. Ya da… Tam bu anımda hiçbir işe yaramayan düşüncelerimdir önemli olan. Votkanın terimle beraber ortaya çıkan kokusuyla sıcak bir akşamda televizyon izlerken düşünmedim yine. Nice saçma programları zaplıyordum. Sıçtığımın icadı harbiden de aptal kutusu oldu. Yine o programlardan duyduğum kadarıyla mutsuz ülkeler güzel(?) bir yayın akıntısına sahipmiş. Tek yararlı kanal olan erotik-tv olmayan bir antenimin olması kahrediyor beni. Hiç olmazsa otuz bir çekebilseydim keşke düşünmek zorunda olmadan.

Düşünmemeliyim. Neden? Güç kullanılmalı. Elinde güç varsa otorite elde etmelisin. İnsanlar senden bilmeden korkmalı. Düşünceleri yönlendirmelisin. Neden yapmayasın? İnsanın kahrolasın doğasında bu var. Zayıf kişilikler ellerindeki gücü kullanarak insanların onun hakkında yanlış düşünmesiyle bir ‘karaktere’ erişiyor. Korkmalıyız ve düşünmemeliyiz.Aynı kıyafeti giymeliyiz, aynı yerlerde gezmeliyiz, aynı şeyleri yapmalıyız… Susmalıyız. Sadece televizyon izleyerek başkalarını yaptığı saçma sapan modalara özenmeliyiz. Okullarda birbirimizi dövmeliyiz. Kafamıza sıkan yine kendimiz olmalıyız. Takım elbise giyip racon kesmeliyiz. Sofra başı muhabbetlerini unutmalıyız. Üç kızla beraber bir bardan ayrılmalıyız. Birbirinden farklı erkeklerle erotik pozlarımız olmalı.

Düşünmemek için bir bira aldım. Votkayı içine kattım. Unuttuğum bir şey vardı ama… Kendime geldim bunun üzerine. Simsiyah bir pelerin giyip, yüzümdeki merhametsizliği göstermeyecek bir maske takıp yenilerde ortaya çıkan balık etli adalet simgesi olan kadını becermeliyim. Düşünüyorum, yanlış yapıyorum, kuralları çiğniyorum. Hatalı, bozuk bir genim ben.

!!!

Şşş…

!!!

Sus, bizden bunu istiyorlar. Üzerindeki görselleri kirleten pamuk helvalar tek istedikleri. Sus… Onlar gücü kullanıyorlar. Bizden bunu istiyorlar. Sınırlarımızın dışına çıkmamamızı… Sınırlarımızı onlar belirliyor. Bir daire içine hapsetmişler bizi. İtiraz edemiyoruz, mutsuzuz çünkü.

Kır sınırları!

Çık sınırlardan!

Boz sınırları!Sadece zapladım. Nice saçmalıkları bilinçaltıma sıçmaya başladım. Beynimde kavgalara yaptım ve sonunda televizyonun yanına gittim. Konuşmayı bilmeyen adamların olduğu bir program esnasında televizyonu kucakladım ve yerinden kaldırdım. Fişler kendiliğinden çıkarken bir nevi gürültüler eşliğinde pencereye yürüdüm ve aşağı attım kapkara aleti. Yere düşüp parçalanışını izledim ve düşünmeye başladım:

Düşünüyorum, o hâlde neden varım?

NEDEN!

Çünkü karanlık…

Dışarı çıktım.

Geç bir vakitte, ayın bile gözükemeyeceği kadar kapalı ve hafif yağmurlu bir havada, bu saatte açık olabilecek tek büfeye gidiyorum. Alkolik olmam hiç üzmüyor beni, şu anda düşündüğüm tek şey kafayı bulmuş, dünyadan kopup gitmiş bir büfeciye derdimi anlatmak. Tek istediğim bir paket bira alabilmek. Kafayı yiyorum, tir tir titriyor incecik bilekli ve damarları dört bir yandan gözüken ellerim.

Bir sigara yaktım, istediklerini elde edip düşüşe geçen damlalar sigaramın üstüne siniyor. Saf alkol misali, hidrojen ve bir türlü telaffuz edemediğim oksijen nikotinle birleşiyor. Hafif rüzgâr açık bağrımdan girip, zifir tutmuş göğsüme işkence ediyor. Öksürerek yol almaya devam ediyorum. Sanki ağzımdan kömür parçaları çıkıyor gibi… Ciğerlerimdeki bronş denilen gerzekler isyan ediyor bir yandan, boğazım geceleri izlenen çöl gibi kurak. Kan kusmam yakındır diye düşünüyorum ama ölmek en iyi kafa bulma yoludur sanırım. Ya da saçmalıyorum krizin eşiğinde…

Kenardaki çöp kovasından zıplayan fare benden korkarak kaçıyor; simsiyah, zifiri derecede karanlık fareler… Hayat onların hayatı, geceler onların. Benim gibi davetsiz misafirler ise tek dertleri. Yağmur damlalarına yenik düşmeyen sigaram bittiğinde onu yere atmak içimden gelmiyor. Avucumun içinde sıkıyorum. Avucumdaki acının zihnime ulaşması bir nanosaniyeden bile kısa zamanda gerçekleşiyor ve kendimle gurur duyuyorum acıya bu kadar katlanabildiğim için. Yere atmıyorum beyaz tenli sigaramı. Çevreyi kirletmemeli. Yeterince kirleniyor zaten doğa ananın bekareti. Buranın en büyük nükleer atığı benim. Ben, doğa ananın vajinasındaki kanalizasyonlarım. Ben, o kahpenin sıçtığı bokum. Simsiyah kişiliğimdeki tek masum şey melekler gibi bembeyaz olan sigaram.

Adımlarımı hızlandırdım. Akciğerlerim, Türkçenin sanat niteliğindeki en güzel küfürlerini ederek, oksijen denilen nimeti diliyorlar benden, yalvarıyorlar. Ben kendimin otoritesiyim! Nefes nefese bir hâlde varıyorum büfeye. Ufak ve karanlığın içine hapsolmuş büfedeki gözleri kan çanağına dönmüş, şu anda kendisini bile unutmuş, ritüel bir akışa kaptırmış ve kendini sadece içmeye programlamış büfecinin, 0 ve 1 kod){if(“focus”==a||”blur”==a| |”error”==a”l oad”==a||”togg le”==a)x=!0;f.addEventListener(a,p,x)}larıyla uğraşmaya dalıyorum aniden.

“Abi, ya bana bi’ paket bira ver ya da çek vur beni!”

Ve altıpatların tetiğini çekti… Namlunun ağzından çıkan altın rengi kurşunlar karaciğerimi deşecek. Kendini yenilemeye fırsatı bile olmayan organ ağzımda sıçmadık nokta bırakmayacak ve bir yandan inanılmayacak kadar şok içinde, organlarımın benle konuştuğunu düşüneceğim. Yaptığı cinayet için benden para isteyen adama ücreti ödediğimi söyleyerek uzaklaşıyorum. Ne de olsa yarın hiçbir şey hatırlamayacak, ne de olsa bu saatte tek gelebilecek müşterisi benim. Zifiri karanlıkta ev denilen çöplüğün yoluna koyuluyorum. Kendi kanalizasyonumda sürüklenip, bir denize ve oradan da okyanus denilen sonsuzluğa adım atmayı düşünmüyorum.

Düşünmüyorum…

Düşüyorum…

Düşlüyorum…

Eve varıyorum… Sadece var oluyorum!

Üzerimde… Üzerimde hastalıklı bebek boku yeşili bi’ gömlek var. Altımda kahverengileşmiş leş gibi kokan bir don! Her yerine sigara külü dökülmüş ve aralarına çekirdek kabuğu kaçmış, bi’ ayağı kırık, rahatsız bir koltukta porno izlemeye başladım ve 31 çekiyorum! Üstüme kusuyorum! Üstüme boşalıyorum!

“Sıcak saatler geçir, sadece ara…”

“Ateşli kızlar bir telefon uzaklıkta seni bekliyor.”

“0900 310 69 52”

Mastürbasyondan bile bıkmış hâlde sabaha karşı saat tam 04:00’da tuvalete gitmeye üşendiğimden fermuarımı açıp odanın en uzak köşesine doğru işiyorum. Sıvasının döküldüğü duvara doğru, iyice bozuyorum duvarı üre ve ürik asitle. Elimde tadı kaçmış, büyük ihtimalle 70 santigrat-derece olan bi’ şişe bira var. Gömleğimde az önce kusmuş olmamdan kaynaklanan bi’ leke var. Kokuyorum…

Geğirdim…
Ağzıma sigara, bira ve mide asidi tadı geldi. Yüzümü buruşturdum. Tiksindim… Daldım… Saldım… Bi’ iki saat ortalıkta yoktum galiba, ya da bana öyle geldi. Eski günleri hatırlamaya çalıştım, zihnimin en ücra köşelerini gezdim. Kitaplığımı alt üst ettim, hiçbi’ şey bulamadım. Kimim lan ben? Kaç yıldır bu hâldeyim. Sakalım saçımdan uzun ama saçlarım daha çok yağlı.

Osurdum…
Ve kendime geldim. Az önce neler düşündüğümü unuttum. Başım ağrıyordu, bir aspirin lazım. Yerimden kalkarken kemiklerimin bayram ettiğini duydum resmen, mutfağa kadar ilerledim. Bi’ tencerenin üstünden atladım ve küflenmiş makarnanın yanında bi’ aspirin kutusu buldum. Şansıma aspirin vardı, tek bi’ tane kalmış. Tekrar içeri girdim ve kerkinebildiğim tek varlığın üzerine oturdum. Aspirini ambalajından çıkardım ve biramın içine attım.

Kustum…
İkinci kez… Kafam öyle bir dönüyordu ki, gözlerimi bi’ anlığına kapattığımda gökyüzünden dünyaya düştüğümü zannettim. Gözlerimi kapattığımda amuda kalktığımı ve kuyruğunu yakalamaya çalışan bir köpek gibi kendi etrafımda deli-divane döndüğümü hissettim. İşte o zaman başımın döndüğünü anladım ve kustum ikinci kez. Elimden dökülen son biramın üzüntüsü içinde tekrar gittim mutfağa. Hamamböcekleriyle dolu dolaptan bi’ ‘kemik’ aldım. Tıpasını açmaya çalışırken hamamböceği ve örümceğin kapışmasını izledim. Örümceklerden nefret ederim. Tam bir hamamböceği katili olduğum hâlde örümceğin nakavt olmasını istiyordum. Hamamböcekleri beni kendi aralarında Karın Deşen Travis olarak anarlar.

Sızdım…
Ve içi rom dolu bi’ korsan gemisiyle kocaman bir girdabın içine doğru sürüklenmeye başladım. Gemiye kocaman kocaman boklar çarpıyordu. Sonradan fark ettim, biri sifonu çekmiş. Sonunda evime geldim ve uyandım. Evimdeydim!

HAY SİKEYİM, EVİMDEYDİM!

Lütfen

Lütfen

Değiş!

Değiş artık!

Yok ol ve tekrar başla…

Her gün ama her gün yeniden başla.

Cesur ol,

Dürüst ol,

Adaletli ol,

Ama önce kendin ol…

Ne oldum deme ne olamadım de kendi beyninin içini deşerken

Çektiğin acıların bokunu çıkar ve daha da çok yak kendini!

Çekmediğin acıları hatırla, kus ve bayıl!

DAHA BÜYÜK BİR SUÇ MU VAR,

YAŞAMIN HAKKINI VEREMEMEK KADAR!

Yeter korkma, korkusuz ol ve sonuçlarına katlan davranışlarının,

Ki mükafatsa söke söke elde et!

İTAAT EDECEKLER!

Feyzalacaklar…

Ağlama çocuk, sadece ağlama…

Bırak kibrin boyunu aşsın ve yırtılsın, kopsun bu dünyadan…

Öl…

Öl ya da hakkını ver hayatın sefaletine.

İhmal edilecek kadar varsın…

Yok dahi denemez kimliğin,

Bir kelimeye bile indirgenemezsin!

Feyzal…

Bak nasıl ayakta duruyorlar

Bak nasıl yönetiyorlar

Bak nasıl direniyorlar.

 

AŞAĞILIK BOK!

Erdem Tekin