Öykü

Yirmi Yıllık Özlem

Onu, mezun olduğundan beri görmeyeli yirmi yıl geçmişti. Aynı dönemde, aynı zamanda okula başlamıştık ama ben babaannemin vefatı ve daha sonra gelişen psikiyatrik sorunlarım yüzünden iki yıl sonra bitirebilmiştim mimarlık fakültesini. O zamanlar, arkadaşlarım şimdiki kadar olmasa da zar zor iş bulabiliyorlardı. Şimdi yeni mimarlara pek ihtiyaç yoktu. Masa başı otur, iki komut gir yeterli. BuildCAT, SketcHurry gibi yazılımlar, içlerindeki TAKS, çekme mesafeleri gibi verileri bakanlığın veri tabanından kopyalayıp yarım saatte bir binada neye ihtiyaç duyuyorsak, binanın konumuna ve eğimine göre pencereleri, mahal yerleşimlerini bize sunuyorlardı. Devlet, artık bu sebeple sadece İTÜ, ODTÜ, MSGÜ ve Ege Üniversitesi’nde yıllık yüz elli mimar mezun olacak şekilde eğitim veriyordu.

O, okuldan mezun olduktan sonra restorasyon üzerine çalışmalar yapmıştı. Ben ise kapağı sanat tarihinden önce yüksek lisans ardından doçentliğe kadar uzmanlaşmıştım. O günlerde ben Ankara’da Mimarlık Tarihi dersi verecekken telefonum çaldı. Gelen arama Kars İl Kültür Müdüründendi. 1895 yılından, Rus İşgali döneminde yapılmış bir binanın rölövesi alınırken, çatıdaki merteklerinin altından bir tane minyatür çıkmış. Bunların hangi zaman ve hangi kültüre ait olduğuna dair bilgi almak istiyorlardı benden. Seve seve yardımcı olacağımı belirtmiştim onlara. Ertesi gün saat on birde Akyurt Havalimanından oraya gitmiştim. Saat on dörtte binanın olduğu yerdeydim. Çarşamba günü Ankara’ya dönerim sanıyordum ancak hem özlem hem ona karşı içimde sonradan oluşan sönmeyen ateş, hem de eserlerin çekiciliği beni Kars’a daha ayağımı basar basmaz bağlamıştı adeta.

İşte oradaydı. İnsan güzelliğinden hiçbir şey mi kaybetmez? Onu gördüğümde olan kalp çarpıntım hâlâ mı aynı olur? Ben evlenmemiştim okuldan sonra. Sadece Nalan ve Alisa ile bir ilişkim olmuştu otuzlu yaşlarımda. Duygularıma yedik düşerek onlarla evliliğim olmamıştı. Aklım hâlâ o üniversitede geçen güzel günlerdeydi çünkü. Üniversitede teknik gezi içim Şebinkarahisar’a gittiğimizde şehrin içindeki öğretmenevinde kalmıştık. Üniversiteden sekiz kişi götürmüşlerdi sadece. Aramızın yeni yeni kaynadığı zamanlar… Kalbim pır pır atıyordu. Yaşım on sekizdi o zamanlar. Yirmi dört yıl sonra, o kadar yaşadığım şeyden sonra halen daha kalbimin onu gördüğünde pır pır atması içimdeki aşkın sönmediğinin belirtisiydi.

Acaba insanın birine bu kadar takıntılı olması, hastalık mıydı? Bence evet, ama ben bunu umursamıyorum. Bana göre dünyada yaşadığım en güzel hastalıktı ona takıntılı olmam.

Acaba şimdi ona selam versem sapık olarak anlaşılır mıydım? Korkuyordum bu imajdan. Ama bence bu niyetli bir şey düşünmeyecekti. “Pinhan, ne yapıyorsun?”

“Aaa… Mahir.” dedi ilk önce bana. Sonra sarıldık. Beni görünce tiksinme gibi bir yüz ifadesi görmüştüm onun yüzünde. Onun benim ismimi söylemesine hasret kalmışım. “N’aber?”

“İyiyim, onca yıldan sonra seni sormalı.”

Bıraktığın gibiyim, yamuk yumuk, yanıyorum. Bekliyorum bıraktığın ruhsal boşlukta. Tabii bunları söyleyemiyorum kendisine. Yüz yapacak, alınacak. Hâlâ daha ona olan duygularımın değişmediğini düşünecek. “İyi diyelim, iyi olalım Lalin.” dedim.

El mi uzatsaydım, sarılıp bunca yıllık özlediğim kokuyu içime mi çekseydim? Bilmiyordum. El sıkışıp selamlaştık. Yine kendisi rahatsız olmasın diye fazla yüz göz olmak istemiyordum. İçimde bir alev vardı ama bunu bir sönmüş kömür yapmak gerekiyordu.

Yirmi yıldır işim söz konusu olduğunda Lalin konusunu bir kenara bırakmam gerekiyordu. Belki de beni işimde bu kadar uzmanlaştıran şey Pinhan’a olan sevgimdi. Dediğim gibi ara vereyim artık bu işleri anlatmaya.

Resmin karşısına geçtim. Bir mavi eşarplı, altın rengi bir eteği olan bir kadın ve yanında kahverengi sekolu, siyah kumaş şalvarlı bir adam vardı. Adamın önü iliklenmişti. Ama bunları yüzlerine bakarak söylemiyordum. Yüzlerinde anlayamadığım bir karmaşa, bir bulanıklık vardı. Kim olduğu anlaşılmıyordu. Ne kadının ne de erkeğin. Osmanlı dönemine ait, görmüş olduğum en garip eser.

“Değişik bir eser. Kesinlikle kültürel bir değeri var. Dönemi Osmanlı döneminin sonlarında çizilmiş olduğunu düşünüyorum.”

Gözümdeki lens ile fotoğrafını çekip Ankara’da ve İstanbul’da sanat tarihçisi ve ressam arkadaşlara gönderdim. Onların beni aramalarını bekledim. Hangi arkadaşım beni aradıysa bu resim hakkında bilgisi olmadığını söyledi. Milli Kütüphane ve Beyazıt El Yazmaları Kütüphanesi’nde araştırmalar yapması için asistanıma da gönderdim aynı anda.

“Arkadaşlar, resmi kaldıralım. Pinhan, kalan restorasyon işlerini askıya alalım birkaç günlüğüne. Şimdi resimle alakalı bir şeyler çıkar, apışıp kalırız.”

Pinhan, o güzel gözleriyle bana baktı. İçimde yanan alevi artık yazmaya beis görmüyorum. “Tamamdır Mahir hocam.” Sonra etrafındaki çalışanlara dedi ki, “Arkadaşlar, cihazları toplayın, arabaya yükleyin. Otele gidelim. Otele geçiyorum ben, siz de gelirsiniz. Hadi iyi akşamlar.”

Pinhan, bu eski püskü Rusların yaptığı evden ayrılıyordu. Onun peşinden gittim. Bir şeyler diyecektim ama demeye de korkuyordum. Niye korkuyordum ki. İnceldiği yerden kopsun! Omzundan tuttum. Saçlarına yirmi yıl sonra yeniden temas etmek… Neyse. “Pinhan.” dedim, artık.

“Efendim.” dedi bana.

“Sen Samsun’dan buraya mı taşındın?”

“Evet, Mahir. Üç yıldır burada sürünüyorum. Soğuktan iliğim donuyor vallahi.”

“Hangi manyaklık buraya attı seni?”

“İşsizlik, daha sonra suların yükseldikten sonra Yumurtalık’ın sular altında kalması vesaire. Bütün bunlar üst üste eklendi, daha sonra ihaleye giren bir firma beni aradı Kayseri’de. Bende altı yıl önce koşa koşa geldim buraya. Eskisi gibi kar yok ama soğuk, soğuk yine de.”

“Bekar mısın hâlâ?”

Yaptığım salaklığa bak. Lan ne yapacaksın bekarlığını? “Akşam işin var mı?” de “Müsait misin de?” istersen bir de halk lisans numarasını iste Pinhan’ın tam olsun.

Önce bir ne demeye çalışıyor der gibi yüzüme baktı. “Ne yapacak bekarlığımı, unutamadı mı hâlâ?” der gibi. Ama bu surat ifadesi dudağının sağ tarafının yukarı doğru kıvrılmasıyla olumlu bir izlem oluşturdu bende.

“On yıl önce evlenip boşandım. Boşanalı da altı yıl oldu. Niye sordun ki?”

“Şey…”

“Anlamadığımı sanmıyorsun değil mi?”

Apışıp kalmamı tasvir etsem size şöyle bir şey diyebilirdim. Dolu küllüğe sönmemiş sigara atarsınız da hani bu sigara içindeki sigaraların süngerleri yakar ve siz bu kokudan uzaklaşmak istersiniz. Ben de şu an kaçmak istiyordum. Çocuk gibi. Halen daha kendimi çocuk gibi hissediyorum. Kırk iki yaşında bir çocuk. Ne desem bilemedim. Boynum bükük bir şekilde “Özür dilerim.” dedim. Daha sonra da “Akşam işin var mı dedim kendisine.”

“Gideceğim uzanacağım. Bir planım yok.” dedi hafif kızgın bir şekilde.

“Çıkalım mı dışarıya? Üniversitede olduğu gibi?”

“Üniversitede olduğu gibi ha? Votka içip milletin kapısına mı dayanacaksın yine?”

İşte onun da unutamadığı şeyler vardı. Nasıl ben onu unutamadıysam o da benim yaptığım saçmalıkları unutamamıştı.

“Yoksa sağa sola bana sapık gibi yaklaşmak istediğini mi söyleyeceksin?”

Bir of çektim.

“Ne var niye oh çekiyorsun? Yirmi yıl sonra gelip karşıma çıkıyorsun, seni görmek bile benim iç dengelerimi bozuyor. Bir de çıkalım mı dışarıya diyorsun.”

“Pinhan, seviyordum seni. Dengesiz davranmış olabilirim zamanında.”

“Ya bırak Allah aşkına.”

“Kavga etmeyelim artık yahu. Kaç yıl geçmiş üstünden Pinhan. Bak Paris’te, Rio’da Buenos Aires’te, Pekin’de konferanslar vermişim. Kendimi geliştirmişim. Değiştirmişim en önemlisi. Derenin altından ne sular akmış.”

“Bana mı aktı derenin altından akan sular?”

Beynimden vurulmuşa döndüm. Elime telefonu aldım. Acı acı konuşmaya devam etti Pinhan.

“Ben evime gidiyorum Pinhan. Bak bir geliştiren sen değilsin kendini. Tamam işsiz kaldığım çok oldu ama Niğde’de, Siirt’te, Balıkesir’de ve Türkiye’de aklının almayacağı yerde bir sürü restorasyon projesi yaptım. Ben de mi söylemeliyim bunları?”

Gizliden gizliye telefonumdan telefonuna telefon numaramı yolladım.

“Tabii erkeksin diye güçlü olduğunu belli edeceksiniz ya, yapın şovunuzu. Ama benim özellikle senden gelecek laf kalabalığına karnım tok. Haydi ben gidiyorum evime.”

İyi bok ettik. Bir “Bekar mısın?” sorusu nerelere getirdi beni. Daha doğrusu “Bekar mısın?” diye sorusu mu beni buraya getirdi. İşte insanın davranışlarına dikkat etmesi gerekiyor biraz da. Keşke yapmaz olaydım. Arkadaşlığı koruyabilseydim de böylesi bir insanı hayatımdan kaybetmeseydim. Tabii hayatımdan kaybetmemek, Alim gibi, Ekin gibi arkadaşlarla koruduğum arkadaşlıklar gibi olma manasında. Daha ötesi değil. Belki öyle olsa şu anda evli, çocuğu olan mutlu bir ailem vardı.

Bindim arabama, oturdum. Düğmesine basıp “Beni en iyi otele götür.” dedim. Külbastı Otel’e rota oluşturuldu dedi. Otele giderken ağlama krizi geçirdim. Yirmi dakika boyunca ağladım. Telefondan Highlence’ye girip fotoğraflarına bakıp durdum. Bu özlemi bitirememiştim içimde. Otele geçip uzandım saatler boyunca. Hiçbir şey yapmadan. Daha sonra bir arama geldi. Telefon numaramı atmıştım Pinhan’a, inşallah odur diye düşündüm. Ama üniversiteden araştırma görevlisiydi beni arayan.

“Alo?” dedim.

“Alo Mahir hocam…”

“Buyurun Necla hocam.”

“Hocam, ben gittim Milli Kütüphane’ye, resimle alakalı bir bilgi bulamadım. Sabah İstanbul’da Beyazıt El Yazması Kütüphanesi’ne sorduracağım. Sizi yine bilgilendiririm.”

“Valla teşekkür ederim yoruyorum seni de. Kars’tan bir isteğin var mı?”

“Hocam, bir şey olursa internetten isterim bir sıkıntı yok. Ama sizin sesiniz kötü geliyor.”

El alem sesimden anlıyordu ne olduğunu. İçimi sıkarak kendisine dedim ki;

“Yok hocam bir şeyim, teşekkür ederim. İki gün sonra dönüyorum Ankara’ya. O resmi teşhis edebilsek iyi olurdu ülkemiz, milletimiz adına.”

“Evet hocam.”

“Neyse Necla Hocam, kendinize iyi bakın. Ben kapatıyorum. Kitap okuyacağım.”

“İyi akşamlar hocam.”

“İyi akşamlar.”

Telefondan kitabımı açıp okuyordum. Yine bir yapay zekâ ürünüydü. Yayınevleri, yazarlara telif ücreti ödememek için artık haftada beş veya altı kitap yazdırıp dijital ortamda yayınlıyordu. Bu kitap Mars’ta geçen isyanı anlatıyordu. İlk hikayesi bir panda kılığındaki robotun isyanıydı, ikinci hikayesi de Mars’taki hanedanlıkta yaşanan isyanın sonuçlarını irdelemeye başlamışlardı. Kraliçe Dünya filosuyla gezegenden ayrılıyordu. Üçüncüsündeyse peşine düşen Mars filosu ile Dünya filosu arasında savaş çıkıyordu ve hikâye buradan sonra uzaydaki gemilerde uzak bir galaksiye giden insan taşıma aracının çarpılmasıyla başlayan galaksiler arası bir diplomatik sorunu anlatıyordu. Bu kısmı okuduktan sonra telefonum çaldı. Yandan çıkan bildirimde arayanın Pinhan olduğunu gördüm. Aslında o kadar laftan sonra açmamanın doğru olacağını düşündüm ama kıyamıyordum. Açtım tabii telefonu.

“Alo.”

“Mahir?”

“Efendim Pinhan?” dedim üzgün bir ses tonuyla.

“Özür dilerim, sana ettiğim laflardan dolayı. Geleyim alayım seni, akşam oturalım bir yerlerde. Seni alayım.”

Kalbim pır pır atıyordu. İki söze kelebek olmuştum. Hemen otelin adını söyledim ve duş alıp, giyindim. Giyindikten hemen sonra telefonum çaldı. Pinhan “Aşağıdayım.” dedi bana.

Büyük an gelmişti. Arabayı gördüm. Kırmızı bir otonom araçtı onunkisi de. Onu her seferinde görmek benim içime bir güzellik katıyordu. Kahve almıştı. Kendisine karamel macchiato, bana filtre kahve. Ne sevdiğimi çok iyi biliyordu. Unutmamıştı. Dile getirdim bende. “Unutmamışsın.”

“Herkesin unutmadığı şeyler vardır.”

Hayda. Yine dile getirmez umarım. Kavga edeceksek ben niye yanına gidip duruyorum ki. Cevabı içimdeki duygular. Beni esrar, oksimorfin, LSD, sigara gibi ele geçirmiş bir meretti bu. Kurtuluşu yoktu. Diğer insanlar bu bağımlılığından nasıl kurtuluyordu? Bilmiyorum ama belki bu benim kurtulmak istemediğim bir bağımlılıktı. Söylendim ben de bu sefer.

“Ya Pinhan, açmayalım artık eski defterleri. Senden özür diliyorum.”

“Yok, sıkıntı yok. Bana senden daha beter neler yapanlar vardı. Öyle çıkışmamam gerekirdi. Sen sonuçta bana orospu damgası vurmadın, tecavüz etmedin, sıkıntı yok yani.”

“Sen…” devam edecektim kelimeye ama kadının acısını yüzüne vurmaya ne gerek var. Sırtına iki defa hafifçe vurmakla geçiştirdim sadece. Tecavüze mi uğradın desem travmaları tekrar gelse hoş mu olacaktı yani. Gözleri de yaşlanmıştı. Ama sildi, kendine gelmeye çalıştı. Bana dedi ki;

“Bana geçelim. Boş ver dışarıyı.”

“Tamam olur. Markette duralım bir şeyler alalım ama.”

“Evin altı market. Oradan alırız.” Daha sonra arabaya seslendi. “Eve en yakın otoparka sür.”

On beş dakika sonra otoparka vardık. Bu süre zarfınca kendisiyle havadan sudan konuşmalarımız oldu sadece. Arabadan indikten birkaç dakika sonra evindeydik. Ben markete gittim, o evine çıktı. Birinci kat dedi bana. Bir de “Alkol alma sakın. Bira bile olsa alma.” dedi. Öyle bir niyetim yoktu ama eyvallah.

İki ayrı cips, bir litrelik soğuk çay ve biraz çerez aldım. Çıktım eve kapıyı çaldım. Her katta bir tane daire vardı. Kapısını çaldım, açtı. “Gel.” dedi. Girdim umarsızca.

Salona geçerken kendisine “Cips, soğuk çay, çerez, cart curt aldım. Bardak getir de içelim muhabbet edelim.”

“Bir giyineyim de.” dedi, yatak odasına gitti. Ben de masaya eşyaları bırakıp koltuğa geçtim. Etrafa bakındım. Duvarlarda resim veya fotoğraf yok. Yirmilerin sonlarından kalma bir televizyon. Koltuklarda eski. İki göz odada yaşamını sürdürüp gidiyordu. Karın tokluğuna mı yapıyordu bu işi bilmiyorum. Kapıyı açtı, üstüne askılı siyah bluz, altında genişçe eşofman. Geldi oturdu yanıma. Cips paketini açtı. Elini içine daldırdı. “Ee, sen ne yaptın durdun okumaktan başka, evlenmedin mi?” dedi. Ben de anlattım Nalan ve Alisa ile olan yaşantımı. O da anlattı. Otuz yaşında, Adana’da gittiği bir barda alkollü olduğu için akşam evine gidememiş. Ailesinden utanmış. Geceyi orada geçireyim derken kıza tecavüz etmişler orospu çocukları. Daha sonra üniversiteyi konuştuk, üniversiteden arkadaşlarımızın dedikodularını açtık, üniversitede kendisine orospu damgası vuranlardan birisinin Afrika’dan AIDS hastası olup geri döndüğünü anlattı. Hem eğleniyorduk hem üzülüyorduk. Sohbet resim konusuna geldi.

“Bu resim sence neyin nesi?”

“Bilmiyorum Pinhan ya. Milli Kütüphane’ye asistanı yolladım oradan bir şey çıkmadı. Sanat tarihi kitaplarının kataloglarını karıştırsın diye. Şimdi bir de Beyazıt El Yazmaları Kütüphanesi’ne yollayacağım.”

“E ne yaparlar ki kimin olduğu ortaya çıkmazsa?”

“Ya müzayedeye koyarlar, satılır. Çünkü insanı içine çeken bir eserdi. Ya da Ankara’da Resim ve Heykel Müzesi’nde sergilenir… Ya da kaldırıp saklarlar.”

“Ankara’ya götürselerdi ya direkt… Niye uğraştırdılar ki bu kadar?”

“Yeni bir eser falan olsalar götürürlerdi direkt. Uğraşmazlardı. Dediğim gibi resimde insanı içine alıveren bir şey var.

Pinhan, eline telefonu aldı eline. Biraz kurcaladı. Bir müzik çalmaya başladı. Boş vermişim Dünyaya… “Mahir, kalk biraz dans edelim.” dedi. İki kolumdan tuttu, beni televizyonun önüne götürdü. Nakarat bittikten sonra birlikte söylemeye başladık.

“Temmuz, Ağustos, Eylül her mevsimde durma gül

Hayat inan çok kısa belki çıkmayız yaza

Hayat inan çok kısa belki çıkmayız yaza

Boş vermişim, boş vermişim, boş vermişim dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya”

İşte yirmi dört yıldır özlemini kurduğum şeyin birazcık da olsa gerçek olduğunu görmek beni havalara uçuruyorduk. Küçüklüğünde ilk bisikleti alınan çocuklar gibi şendik ikimizde. Birbirimizi onca yıl sonra ilk defa keşfediyorduk. Ben sesimi yükselttim, Pinhan sönük kaldı.

“Ahmet, Mehmet, Süreyya hepsi boş hepsi rüya

Bir gün hayat bitecek dersin görmüşüm rüya

Bir gün hayat bitecek dersin görmüşüm rüya

Boş vermişim, boş vermişim, boş vermişim dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya”

Gerçek olamayacak kadar güzel. Belki hayatımın Şebinkarahisar’da onunla beraber geçirdiğimiz geziden daha güzel geçen günü. Seni seviyorum Pinhan. Deliler gibi söylemeye devam ettik. Bu sefer Pinhan’ın sesi benim sesimden daha yüksekti.

“Aldatırlar aç gözünü, unut artık geçmiş günü

Her akşam ayrı güzelle sen de geçir her gününü

Her akşam ayrı güzelle sen de geçir her gününü

Boş vermişim, boş vermişim, boş vermişim dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya

Ağlamak istemiyorsan sen de boş ver dünyaya”

Müzik bitti. Bittiği gibi Göreceksin Kendini çalmaya başladı. Vakit bugün dedim ve konuştum. “Pinhan, ben yıllardır bugünü bekledim.” Gözlerime bakıyordu. Devam ettim konuşmaya. “İnan bana seninle olduğum o dört beş günden daha güzel bir şey olmadı hayatımda. Ben sende kendimi görüyorum ve seni seviyorum.”

Pinhan’ın gözleri dolmuştu kelimelerim karşısında. Bana sarıldı. Ağladık beraber. “Merak etme, Pinhan. Artık geçmiş geçmişte. Yeniden beraberiz.” dedim. Sarılmayı bırakıp karşıma geçti. “Kapatayım şu yüz yıllık şarkıları.” Telefondan müziği kapattı. “Gitme otele bu akşam, burada kal. Koltuğu açarız, ben yastıkla battaniye getireyim sana. Bir de eşofman.”

“Tamam olur, fark etmez.” dedim. Odadan çıktığında ona yardım ettim. Yatağı serdik. Yastığı koyduk. Kendi eşofmanlarından vermişti bana. Dar geliyordu ama yapacak bir şey yoktu. Yıllar sonra onunla aynı ortamda olabilmenin mutluluğu tarif edilemezdi. Ben yatağa uzandıktan sonra Pinhan, lambayı kapatmak için bana bakarken adeta küçük bir kız çocuğunun edasıyla bana bakıyordu. Birbirimize “İyi geceler.” deyip, ayrıldık.

* * *

Öğlene doğru telefonun çalmasıyla uyandım. Necla hoca arıyordu.

“Buyurun hocam.”

“Hocam, gönderdiğiniz resmi aradım, taradım yok. Hiçbir bilgi yok.”

“E peki ne yapacağız Necla hocam?”

“Hocam, bilmiyorum. Tarihi eser olmadığına emin misiniz? İsterseniz Ankara’ya getirin inceleyelim.”

“Necla hocam, yorduk sizi de bizim için İstanbul’a gittiniz…”

“Estağfurullah hocam ne demek.”

“Olmadı ben arabayla döneyim. Yanımda getireyim Ankara’ya inceleyelim.”

“Öyle yapın hocam. Uçakta taşımak sıkıntı.”

“Neyse hocam, konuşuruz yine. Kendinize iyi bakın. Bir şey olursa ararsınız beni.”

“Tamamdır hocam. Siz de kendinize iyi bakın.”

“Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Kapattım telefonu. Yataktan kalkıp giyindim. Pinhan’ın odasına doğru gittim. Kapısı kapalıydı. Tıklayıp açtım. Uyuyordu. Omzundan sarstım onu. “Pinhan, kalk da gidelim şu eve bir daha.” O da üstünden battaniyeyi attı. “Tamam, geliyorum.” dedi. Eline havlusunu ve iç kıyafetlerini alıp banyoya gitti. Yaklaşık yirmi dakika onun duşunun bitmesini bekledim. Çıktı, saçını kuruttu, makyajını yaptı, “Hazırım.” dedi ve çıktık.

Boşuna otoparka gitme ihtiyacı duymadık. Yürüyerek on dakikalık mesafedeydi ev. Hemen varıverdik oraya. Kimseye de haber etmemiştik. Ah salak kafamız. Başımıza gelecekleri bilsek yedi cihana haber ederdik. Doğrusu benim için sorun yoktu mutluydum. Eve girdiğimizde resmi getirdim karşıma koydum. Pinhan eve bakıyordu. Ne yapmalıyım diye. Bu resimde beynimi bulanıklaştıran, beni alıkoyan bir şey vardı. Kendimi iyi hissetmiyordum. Gözümü resimden almak istiyordum ama alamıyordum. “Pinhan!” diye bağırdım. “Yardım Et.” Beni tuttu. Ama ne yaşandıysa o anda oldu.

Kafamı çevirmeye çalışırken resme baktığında artık biz sizin bildiğiniz bir dünyada değildik. Dünya içerisinde dünya keşfetmiştik. Pinhan’a çevirdim kafamı. Çıplaktı. Ben de çıplaktım. Ne olmuştu ki kıyafetlerimize? Doğrusu benim sorduğum soru da soru. Niye buradayız? Hemen karşımda bulunan beyaz gömleği, kahverengi ceketi, siyah kumaş pantolonu giydim. Ama bir dakika… Bu kıyafetler tablodaki karakterlerin kıyafetleri değil miydi? Yoksa bu iki figür, Pinhan ile ben miydim? Galiba öyleydim. Kafamı sol tarafa çevirdiğimde bir çerçeve vardı. Buradan evin içini görebiliyordum. Hemen Pinhan’ı çağırdım.

“Pinhan.”

O da tablodaki kadının kıyafetlerini giymişti. Buraya sıkışıp kaldık mı bilmiyorum artık. Nasıl çıkabilirdik? Tabii girdiğimiz gibi. “Pinhan, yanıma gelir misin? Yine aynı şekilde çıkmaya çalışalım şuradan.”

Yan yana geldik, içinde bulunduğumuz resimdeki çerçeveye baktık. Geri dönebilmek için. Nereden bilebilirim hayatımın en mutlu anını bir tablonun içinde yaşayabileceğimi? En mutlu anımın da Pinhan’ın ağzından çıkan “Seni seviyorum.” sözüyle taçlanacağını.

Tak diye o anda da bir şey oldu. Gözümü açıp kapayınca, Pinhan, başını dizlerimin üstüne koymuş kanepede uzanıyordu. Ah olamaz. Kars’tan ayrılıp tabloya girdiğimizde kırk iki yaşındaydık. Şimdi yirmi üç yaşındayız. Hayatımızın baharında. Solumuzda Osmangazi Köprüsü var, karşımızda da körfez. Yalova’da bir apartman dairesindeyiz. Baktım ellerime yüzük, onun ellerine baktım onda da aynı yüzük. Duvarda da bir fotoğraf. Düğün fotoğrafımız. Pinhan, dizimin üstünden kafasını kaldırıp yanıma dikeldi. Sarıldı bana. “Seni seviyorum.” dedi.

“Ben de seni seviyorum.” dedim.

Artık başka bir evrende yeniden böyle başlamıştık tutunmaya.

İKİ SAAT SONRA TABLONUN İÇİNE GİRİVERDİKLERİ EVRENDE UFAK BİR DİYALOG…

Kars İl Kültür Müdürü, tablonun halini gördüğünde baya sinirlendi. Hayıflanmaya başladı. “Birine para veriyoruz, ekipman veriyoruz şu evi düzeltsin onarsın diye, diğerini hoca, hoca deyip Ankaralardan getiriyoruz. Tövbe yarabbi. Gelip yüzlerini tabloya çizip kaçıyorlar. Yazık bu ülkeye. Gerçekten çok yazık.” dedi ve o evden ayrıldı. Tablo da Ankara’da sergilenmeye başladı.

Atakan Güngör

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Öykünün sonuç kısmı fazla hızlı bağlanmış. Karakterlerin kendilerini başka bir evrende bulduklarında yaşadıkları duyguların, şaşkınlığın vs. yansıtılmasını isterdim. Tablonun içinde olduklarını hemen keşfettiler, sanki günlük giriyorlarmış gibi.

    Ayrıca açık kalan sorular var. Mesela tablonun evrenler arası geçiş yapabilme özelliği nereden geliyor? Özellik nasıl işliyor, bakanların pişman olduğu eylemleri geri mi alıyor? Devam ediyor mu? Ankara’da sergilenen tablonun önünden geçip gidenler içeri girmeyecek mi? Kars İl Kültür Müdürü hocanın yüzünü tabloda çizili görünce cıkcıklayıp olayı kapattı mı? O yüzü silmeye çalışmadılar mı? vs. gibi gibi.

    Özetle, öykünün son çeyreği daha uzun ve ayrıntılı yazılmalıydı diye düşünüyorum. Emeğinize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for atakangngor