ilham alınan eser
BREAKING BAD
Ben tehlikede değilim, tehlikenin ta kendisiyim.
Walter White
Rüyasında köpeğini görüyordu. Öyle masum bakıyordu ki. Kendi elinde ise bir sopa vardı. Ne zamandan beri elindeydi bilmiyordu. Hava bulanıktı, gece mi gündüz mü anlaşılmıyordu. Dışarıda mıydı yoksa evde miydi? Onu bile bilmiyordu. Sadece elindeki sopadan ve önünde masum şekilde duran köpeğinden haberdardı.
Elindeki sopayı kaldırıyordu istemsizce, köpeğin başına indiriyordu, inliyordu köpek acıdan. İçinde müthiş bir nefret vardı. Köpeğe karşı müthiş bir öfke duyuyordu. Neden? Bilemiyordu. Köpeğin kanı dere olmuş dışarı akıyordu. Ama bir türlü de ölmüyordu işte. Sonra içindeki öfkeyi bitiren ve benliğini vicdan azabıyla dolduran son bir inlemeyle ölüverdi köpeği. Ölmüş köpeğine, kan deresine, elindeki sopaya bir bir baktı. Sopa yamulmuştu köpeğe vurmaktan. Sonra öfke tekrar kabardı. Köpek de yeniden canlanmıştı. Ancak hala kanlar akıyordu yamulmuş vücudundan. Sopayı kaldırdı ve tekrar vurmaya başladı.
Jesse Pinkman titreyerek uyandı. Nasıl bir kabustu o öyle? Günlerdir kristal kullanmadığı için mi oluyordu bu kabus durumları? Ancak kararlıydı. Kristali kullanmayı artık bırakmıştı.
Etrafına bakındı ve nerede olduğunu hatırladı. Uçaktaydı, aylar süren kovalamacalar, kimlik değiştirmeler, korkulu bekleyişler sonrasında artık ayrılmıştı ABD’den. Gerçi orayı hala ABD olarak isimlendirmek ne kadar doğruydu, emin değildi. Artık orada askeri bir cehennemin apoletli zebanileri kol geziyordu.
Yaklaşık bir yıl önce General Alex Murica, askeri bir müdahaleyle yönetime el koymuştu. Bu öylesine inanılmaz bir şeydi ki, haber sanal alemde yayılmaya başladığında herkes bunun bir tür internet şakası olduğunu düşünmüştü. Durumun son derece ciddi olduğu anlaşıldığında ise artık olan olmuştu. Alex Murica, Beyaz Saray’ın yeni başkanıydı artık. İlk iş olarak New York’ta patlak veren entelektüel çevrelerin kışkırttığı isyanı bastırdı. Bu isyan arkasında yüzlerce ölü bırakmıştı. Diğer şehirlerde de ufak tefek isyanlar baş gösteriyordu ama Murica’nın acımasız müdahaleleri çok rahat yıldırmıştı Amerikan rüyasını.
Jesse cebinden sigara paketini çıkardı. Şanslı sigarası yıllardır olduğu gibi hala ters çevrilmiş biçimde oradaydı. Yanındaki adam onun paketle oynamasından rahatsız olduğunu belli eden bir bakış attı. Jesse usulca tekrar cebine koydu paketi. Uçak Almanya’ya inmek üzereydi artık. Oradan Balkan ülkelerinden birine, daha sonra da Türkiye’ye geçecekti. Herhangi bir takip olasılığına karşılık Türkiye’ye varıncaya değin olabildiğince çok ülkede dolaşıp izini kaybettirmek istiyordu aslında. Ancak yıllardır görmediği ustası, öğretmeni, patronu diyebileceği Walter White’ın Türkiye’de olması sebebiyle bir an önce oraya varmak en mantıklısıydı. Nasıl oldu da hala kanserden ölmedi bu herif ? diye düşündü. Yanındaki adam uyumuştu.
* * *
Walter White gerinerek uyandı. Bu muhteşem uykuların sonu gelmiyordu. Oksijen boldu, çınarların kokusu her yerdeydi. Ev olarak döşenmiş bu mağarada yaşamaktan aldığı haz daha önce yaşadığı bütün tecrübelerden daha hoş geliyordu ona.
Heisenberg olarak yaşadığı yılların stresini atıyordu burada. Her ne kadar buraya kendi isteğiyle gelmiş değilse de sonradan sevmişti bu toprakları. Halkla kaynaşması için ise önce Türkçe’yi sökmesi gerekmişti. İlk geldiğinde onun ülkeyi bölmek için gelen bir Amerikan ajanı olduğundan emindiler. Onun mağarada yaşamasını jandarmaya şikayet edenler bile çıkmıştı. Neyse ki avukatların piri Saul Goodman devreye girmiş ve Türk güvenlik güçlerini White’ın doğa manyağı, marjinal Amerikalı turist tiplerden biri olduğuna ikna etmişti. Zaten ona kaçtığı bu yeri ayarlayan da oydu. ABD’deki darbeden sonra askeri yönetim uyuşturucu işlerini tekeline almak istemiş ve bu sektördekileri tek tek ya avlamaya yahut saflarına katmaya başlamıştı. Heisenberg olarak ülkenin dört bir yanına nam salan Walter’a da elbette epey cazip bir iş teklifi sunmuşlardı. Walter onlarla çalışmamayı seçmişti. Çünkü o uyuşturucu işine ailesi için girmişti. Ailesi ise uzun zamandır güvende ve rahattı. Onları ABD’den uzakta bir okyanus ülkesine götürmüştü, kimsenin bulamayacağı bir yerdelerdi ve Saul Goodman’ın ayarladığı düzenlemeler sayesinde para sıkıntıları yoktu.
Alex Murica’nın dehşetli elleri Heisenberg’i kölesi yapamayınca ülke çapında ölüm emri çıkartıldı. Başı için biçilen üç milyon dolar kendisini eski zamanın kovboyları gibi hissetmesine sebep olmuştu. Sonra Türkiye’de son bulan yorucu kovalamaca başlamıştı. Şimdi ise bir kimya dahisi olarak Dünya için çok önemli bir projenin üzerinde çalışıyordu. Oysa görünürdeki imajı mağarada yaşayan kaçık bir marjinalden ibaretti.
* * *
“Amerikan pasaportu,” dedi Jesse’nin yanındaki adam, “artık o kadar da muteber değil ha!”
“Bilmem.” Jesse’nin gözlerinde kuşku vardı. Alex Murica’nın cehennem gibi yönettiği ülkeden yeni çıkmıştı daha, herkes ona bir tür ajan gibi geliyordu. Aslında ilk zamanlar Saul Goodman’a bile güvenememişti. Böyle zamanlarda kim Goodman gibi adamlara güvenirdi ki? Neyse ki Heisenberg’in işin içinde olduğuna ikna olmuş ve bütün kuşkuları silinmişti. Saul, onun ustasına kavuşması için gereken her şeyi ayarlamıştı. Jesse’nin zihninde ise şu soru dolanıyordu? Acaba Heisenberg Türkiye’de de uyuşturucu işine filan girmiş miydi? Eğer girmediyse neyle vakit geçiriyordu? Bir tür kimya işi filan mı yapıyordu yoksa?
“Nereye gidiyorsun?”
“Efendim?”
Jesse anlamamazlığa vuruyordu ama yol arkadaşı pek iştahlıydı, uçak Almanya’dan havalanalı çok olmamıştı ama adamın soruları şimdiden Jesse’yi boğmaya başlamıştı bile.
“Varacağın yer delikanlı, onu soruyorum.”
“Ha, duymadım, ben Balkanlar’da turistik bir tur yapacağım.”
“İllegal türden mi?” dedi adam gülerek.
Jesse terlemeye başlamıştı.
“Ne kastettiğinizi anlayamadım.”
“Sakin ol delikanlı,” dedi adam gülüşündeki ses tonunu arttırarak “karı kız olayları için mi diyorum yani?”
“Evet evet,” dedi Pinkman can simidi bulmuşçasına, “kızların methini çok duydum o yüzden.” Bunları söylerken bir yandan da yüzüne yavşak bir gülümseme yerleştirmeye uğraşıyordu.
“Anlıyorum,” dedi adam, “senin yaşındayken ben de böyleydim.”
Jesse daha fazla konuşmak istemiyordu. Uçağın havası artık onu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Tuhaf bir şekilde meth pişirdikleri çölü özlüyordu. Maviliğiyle gökyüzü ve yine maviliğiyle orijinal olmayı başarmış olan kristal; Heisenberg’in kristalleri.
Türkiye’ye vardığında ilk işi İstanbul’u gezmek oldu. Alex Murica’nın korku imparatorluğundan sonra bu büyük, kadim şehir iyi gelmişti. Bütün gün şehri gezdikten sonra gece güneye doğru yola çıktı. Çünkü Heisenberg onu küçük bir Anadolu şehri olan Karaman’da bekliyordu.
* * *
Profesör Chambers üniversite binasından içeri girerken düşünceliydi. Günlerdir kafasında yaptığı muhasebe onu rahatlatmaya yetmemişti. Bu adamların projesinde çalışmasa bu ülkede yaşayamazdı. Tamam belki yaşardı ama rahat edemezdi. İşkence onun göze alabileceği bir şey değildi. Bu projenin insanlığın yararına olduğuna dair vicdanını kandırmaya çalışıyordu.
Proje merkezi olarak kullanılan binaya girdiğinde her seferinde olduğu gibi yine ağzı açık kaldı. Bu büyük odayı belki yirminci kez görüyordu ama bir türlü alışamamıştı. Müthiş bir titizlikle hazırlanmış distilasyon kolonları, devasa ayırma kapları, elde edilen tonlarca ürünü depolayabilecek tanklar bir aradaydı. Alex Murica ve arkadaşları bu binayı MIT ve Harvard profesörlerine tahsis etmişler ve onlara yapmaları için bir proje sunmuşlardı.
Tüm dünyayı değiştirecek bir projeydi bu. ABD’nin yönetimini ele geçirmek yetmemişti bu hükümdarlık sevdalılarına, hedeflerinde tüm dünyayı adam etmek vardı.
* * *
Jesse Pinkman’ın köye girer girmez ilk gittiği yer kahvehane dedikleri bina oldu. Söylediklerine göre köyün erkeklerinin toplandığı bir tür kafeydi bu bina. İçeri girdiğinde ilk gözüne çarpan uzak köşeye asılmış bir bayrak oldu. Duvarlar naylonla kaplamıştı. Ahşap masalarda oturanlar ekseriyetle orta yaşı geçmiş insanlardı. İçeriye bir yabancının girdiğini gördüklerinde hepsi bir an sustular. Jesse tedirgin olmuştu. Sözlük yardımıyla bozuk bir Türkçe ile konuşmaya başladı.
“Merhaba, ben arıyor Heisenberg, şapkalı adam. Siz tanıyor onu?”
Kahvedekiler gülüşerek bir şeyler mırıldandılar.
“Mağaradaki adamı mı arıyor lan bu?” dedi birisi.
Jesse Pinkman’ı alıp bir masaya oturttular, çay ikram ettiler. Genç bir adam geldi. Orta düzeyde İngilizce bilen bir adamdı bu. Köyde öğretmenlik yaptığını söyledi. Jesse’yi birazdan mağaraya götüreceğini belirtti.
* * *
Alex Murica balkondan kendisini bekleyen kalabalığı selamladı. Bir yıl içinde ülkedeki düzeni yeniden oturtmuşlardı.
“Amerikan halkını ve onun seçilmiş ruhunu selamlıyorum.”
Kalabalık coşkuyla uğuldadı.
“Yarın seçilmişlerin günü gelecek ve artık dünya yeni bir düzenle, asil insanların emrine girmiş olacak.”
Proje hazırdı artık. Dünya kaosa hazırdı ve onu kaostan çekip çıkaran yine Murica ve diğer Amerikan askerleri olacaktı.
* * *
Jesse Pinkman mağaraya vardığında Walter White’ı Stephen King’in Mahşer adlı kitabını okurken buldu. Buluşmaları hem hüzünlü, hem sevinçli oldu.
“Stephen King ha!” dedi. “Ben daha kimyasal bir kitap beklerdim Bay White.” dedi Jesse gülerek.
“Sabah akşam periyodik tablo okumamı beklemiyordun herhalde.” diye yanıtladı Walter onu. “Hem gündeme uygun bu kitap.”
“Ne gündemi?”
“Yarın anlarsın.”
Mağarayı gezmeye başladı Jesse. Arka tarafta gizlenmiş bir bölmede bir tür laboratuar vardı.
“Biliyordum.” diye bağırdı Jesse. “Pişirmeye bir başladın mı vazgeçemezsin.”
“Pişirmiyorum.” dedi Walter.
“Siz onu külahıma anlatın Bay White. Hadi yine iyisin, yardımcın da geldi. Beraber pişirebiliriz. Buradaki piyasası nasıl kristalin? Alıcısı çok mu?”
Walter kahkaha attı.
“Burada kristalin ne olduğunu bilen kimse yok. Dediğim gibi pişirmiyorum. Yeni bir maske üzerinde çalışıyordum. Bizi yarınki kıyametten koruyacak bir maske bu. Bir kısmını aileme gönderdim. Aşağıdaki köylülere de durumu anlatıp onlara da birer tane hediye ettim. Saul Goodman ve ekibi de dünya üzerinde maskenin dağıtımını yapıyorlar gizliden.”
“Hey!” diye bağırdı Jesse. “Görmeyeli çok farklı sektörlere girdin ha. Neyse yarın ne olacağından haberim yok benim. Saul sürtüğü bana bir şey anlatmadı.”
“Dünya üzerinde yüz farklı noktada kimyasal saldırı olacak.” dedi Walter. “Yoğunlaştırılmış çok ölümcül bir gaz kullanacaklar.”
“Kim?” diye sordu Jesse ama sorunun saçmalığını hemen anladı. Böyle bir şeyi yapacak tek kişi vardı dünyada: Alex Murica.
“Dünya kaosa sürüklendiğinde kurtarıcı gibi gelecekler ve dünyanın kontrolünü ele alacaklar. Aslında çok yeni bir taktik değil bu, ancak bu kadar cesur bir şekilde uygulayanı olmamıştı şimdiye dek.
* * *
Ertesi sabah tüm haber bültenlerinde aynı olay vardı. Dünya üzerinde müthiş bir terör saldırısı vardı ve Amerikan ordusu Murica önderliğinde olaya el koymuştu. Tahminen üç milyar ölü vardı, sürekli yeni kimyasal saldırılar gerçekleşiyordu. Bazı ülkeler tümüyle yok olmuşlardı bile.
Karaman’ın bilinmeyen bir köyünde bir mağarada insanlar televizyondan tüm dünyanın yavaş yavaş ölümünü izliyorlardı. Bir süre sonra televizyon da olayları aktaracak olanlar da öldüğü için televizyon yayını da sona erdi. Normal gaz maskeleri ve geleneksel yöntemler bu kimyasallara karşı etkisizdi. Gün bittiğinde dünya üzerinde sadece yüz milyon kadar seçilmiş insan kalacaktı. Alex Murica tarafından seçilmiş ve ona itaatta kusur etmeyecek olanlardı bunlar. Ancak bir de hesaba katılmayanlar vardı. Heisenberg tarafından kurtarılanlar. Alex Murica’nın yıllarca bulamayacağı bir köyde büyüyüp serpilecek ve intikam için Kral Heisenberg ile birlikte bekleyeceklerdi.
* * *
Jesse rüyasında apokaliptik bir dünyada yürüyordu. Ağaçlar yıkılmış ve bütün canlılar ölmüş ve cesetleri çürümüş, kemikler her yana dağılmıştı. Jesse’nin elinde bir sopa vardı. Yanında köpeğiyle birlikte yürüyordu. İçi öfke doluydu ama köpeğine karşı değil. Dünya’yı ve canlıları tehdit eden bütün zorbalara karşı elindeki sopayla yürüyordu. Yüzüne gaz maskesini takmayı ihmal etmemişti. Sonra huzurla uyandı.
- Her Şeyin Destanı - 1 Şubat 2021
- Sıfırıncı Destan - 1 Temmuz 2019
- Tablodan Damlayan Zürafa - 15 Haziran 2018
- Maria’nın Sırrı 1 – Kıyam - 15 Ocak 2018
- Doğru Zamanın Cesetleri - 15 Haziran 2017
Seçkide ilk dikkatimi çeken bu öykü oldu, çünkü “Breaking Bad” dizisinin hayranıyım. Dizinin baş kişileri Walter White ve Jesse Pinkman’ı Türkiye’de hayal etmek hoştu ama çok incelikli ve dahiyane bir senaryoya sahip bu muhteşem diziye yan bir öykü yazmak her babayiğidin harcı değil. Emeğinizi es geçmiyorum; lakin öykünüz, ana öyküye farklı bir tat vermenin ötesine geçememiş. Dizinin karakterlerini ve ana çatısını karikatür düzeyinde anlatmışsınız. Öykü bu haliyle, diziyi hiç izlemeyen için havada kalıyor, diziyi takip edenler içinse çok zayıf düşüyor.
Breaking Bad dizisinin bir hayranıyım ben de ve bu öyküyü okumadan geçemezdim elbette.
Dizide yer alan karakterlerden yalnızca üçünün adı geçiyor bu öyküde, Walter’ın eşi ve çocukları, kayınbiraderi ve onun eşi yok ne yazık ki, olsalarmış iyi olurmuş ama onlar olmadan da yeterince iyi kotarmışsın öyküyü, bu bir problem değil yani. Aklıma gelince söyleyeyim dedim.
Bunun haricinde, Jesse’nin konuşmaları ve anlık betimlenişi dizideki halini gözümün önüne getirdi, o kısımlarda başarılı olduğunu söylemeliyim. Dizinin ana kurgusundan çok uzak, çok farklı bir konu ele almışsın, Walter ve Jesse’nin Türkiye’ye gelmesi de cabası. Ama güzeldi, beğendim öykünü.
Kalemine sağlık.