Fırtınalı bir akşam, rüzgar bahçe kapılarını söküyor, ulu ağaçlar köklerine tutunmuş, hayvanlar kuytu köşelerde kendilerine siper olsun diyerek dağa taşa saklanırken, bordo deri zırhlı, iki kılıç taşıyan, gece karası saçlı, uzun boylu bir adam titreyen taverna kapısını tekmeleyerek içeri girdi. Elinde koyu renk kumaştan uyduruk bir torba vardı. Tavernadaki beş adam uykulu ve korkulu gözlerle onu takip ettiler. Taverna sahibi, bu tehlikeli adamı tanıyordu. Yüreği karnında atan bir kuş misali yavaşça adama baktı. Bordo zırhlı, torbayı tezgâha yapıştırdı. Tezgâhın torba ile bütünleştiği yer kana bulandı. Taverna sahibi:
“Efendi Avcı’nın ziyaretini neye borçluyuz?” diyebildi.
“Bu seni ilgilendirmez, hancı,” dedi adam “bir testi şarap ve kadeh gönder.”
“Derhal, Efendi Avcı!”
Adam en dipteki masaya oturdu. Ayaklarını masaya uzatıp cebinden kuru yaprak ve tütün çıkardı. Tek nefes ile yarılanan yaprak, burnundan duman olup yükseldi. Dışarıda şimşekler çakıyordu. Gözlerini kapatıp kulak kesildi. Metrelerce uzaktan at kişnemeleri ve nal sesleri geliyordu. Arabanın ezdiği toprak acı acı dağılıyordu. Gelenler vardı.
“Efendi Avcı, acaba biraz olsun efendiliği elden bırakmak ister mi?”
Hislerinden çıkıp tavernaya döndü. Kızıl saçlı, düzgün fizikli, güzel bir kadın elinde şarap testisi ve kadehle dikiliyordu.
“Melijah!” dedi. “Aslında birkaç dakika bırakabilirim.”
Kadın, adamın yanına çöktü ve uzun bir öpücük verdi. Dışarıda kopan fırtına sesleri bir anda Melijah’ı ürküttü. “Gitsem, iyi olacak Hernan. Sanırım misafirlerin var.”
“Efendiliği bozmak için hep buradayım…” dedi Hernan. Kadın kikirdeyerek tezgâhın diğer yanına gitti. Eş zamanlı olarak taverna kapısı açıldı. İçeri iyi giyimli, kuyumcu soymuşçasına takılı ve süslü üç adam girdi. İki adam önde diğeri peşlerinde ağır ağır geldiler. Kısa bir konuşmanın ardından hancının kaşları Hernan’ı işaret etti. Süslü adam ağır ve emin gelip selam verdi.
“İyi akşamlar, Estella’dan Hernan, Cadı Avcısı!”
“Evet, kiminle konuşuyorum?”
“Ben Craiova’lı toprak ağası Andren.”
“Sonunda yüz yüze görüştük. Kontratınız tamamlandı.”
Hernan torbasından çıkardığı kelleyi, toprak ağasının önüne attı.
“İşte, koyun sürülerinizi katleden canavar. Bir Kurtadam. Çiftlik ve tarlalarınızda izini sürdüm. Çiftliğin yakınındaki koruda ini vardı. Orada kellesini kopardım. Anlaştığımız gibi bana…”
“Gerçekten harika bir iş, Cadı Avcısı Hernan! İşte ödülünüz, 270 altın.”
Hernan ağır keseyi aldı. Şüpheli bakışlarla çantasına koydu. Çantasından siyah bir kukuleta çıkarıp sırtına geçirdi. “Anlaşma 250 altındı, fazlası ne için?”
Andren boğazını temizleyip küçük bir tebessümle: “Öncelikle temiz bir iş çıkardığınız için, ancak esasen İstanbul’lu arkadaşım Yusuf Efendi ile görüşmeyi kabul etmen için minik bir ödeme.”
“İstanbul mu? O kadar uzaktan onu buraya getiren nedir?”
“Ancak bir cadı avcısının tamamlayabileceği bir kontrat elbette!” Andren, bir toprak ağasına yakışır şekilde kiminle nasıl konuşuşacağını çok iyi bilen bir adamdı. Cadı avcılarının da dilinden anlıyordu.
“Merakımı uyandırdın,” dedi sakin bir şekilde. “Nerede? Görüşelim…”
“Şu anda yolda. Yarın Podari’de görüşe…”
Hernan toprak ağasının sözünü kesti.
“Hayır! Benim belirleyeceğim bir yerde olacak.”
Avcı ağır adımlarla çıkışa yöneldi. Elini kapıya değdiği anda:
“Neresi olduğunu bilmiyoruz ama…”
“Bileceksiniz!”
* * *
Kara Tepe, geceleri çok tehlikeli bir yer olurdu. Derler ki eskilerin din savaşları bu tepenin çevresinde en kanlı vakitlerini yaşamıştır. Toprak lanetli, soluduğun hava zehir zemberek kabul edilirdi.
Gecenin tam ortasında iri bir gulyabani, kuvvetle devirdiği domuzu parçalıyordu. Bunu yaparken de feci sesler çıkarıyordu.
Kara Tepe’nin üstündeki evine çıkmakta olan pelerinli adamın gümüş madalyonu zıplamaya başladı. Ardından gulyabaniye ait olduğu anlaşılan seslere yöneldi. Domuzun üstünde keyifle yemeğini yiyen yaratık, fısıltı gibi bir ses duydu ardından. Bir saniye sonra vücut fonksiyonları durdu. Gümüş bir kılıç iki kolunu birden kesti. Kendine gelidiğinde ise başka bir darbe kellesini aldı. Bir saat sonra yabanimiz toprağın altına gömüldü ve unutuldu gitti. Ancak domuz, onun katilinin midesine güzel bir akşam sefası çektirdi.
Domuzdan, yabaninin değmediği kısmı kesip alan adam, evinin kapsına ulaştı. Hayvanı dışarıda bir çengele astı. Domuzun kıçı, tüm Kara Tepe semasına selam çakıyordu. Kapıya vardığında, hafif aralık olduğunu gördü. Kılıcını çekip temkinle içeri girdi.
Birkaç iri mumun güzel kokular yayarak ışıttığı evinin ortasına kocaman pirinçten bir küvet gelmişti. İçinde ise sapsarı saçları beline kadar çırılçıplak bir kadın vardı. Bol köpüklü bir duş almaktaydı.
“Hoş geldin, Hernan,” dedi kikirdeyerek.
“Brienne! Çok uzun zaman oldu…” dedi Hernan. Usul usul hareketlerle zırhından kurtuldu. Kılıçlarını da sergisine yerleştirdi.
Evinin ortasında puf minderlerden oluşan köşesine uzandı. Ev tam olarak dört duvardan oluşan kalın ağaç kalaslarından yapılma bir evdi. Uzandığı köşenin duvarında Canavar Koleksiyonu, diğer duvarın önünde ise zırh ve kılıç sergisi vardı. Başka hiçbir şey yoktu.
Brienne, küvetten çıktı ve kasıtla tüm vücudunu Hernan’a gösterdi. Göz göze geldiklerinde:
“Haydi ama… İlk görüşün değil, Efendi Cadı Avcısı!”
Kadın mor bir havluya sarındıktan sonra Hernan’ın köşesine kuruldu.
“Kuşlarım bana; senin verimli bir gün geçirdiğini söyledi. Nasıldı günün?” dedi Brienne.
“Bir kâhin için hoş soru. Orta boy bir kurtadam ve iri bir gulyabani… 270 altın ve yarım bir domuz. Eh, daha iyi günlerim de oldu,” dedi Hernan. Çantasında koca bir şarap şişesi çıkarıp kafaya dikti.
“Başka bir şey daha görüyorum… Ama söylemedin onu henüz. Neden?”
“Kayda değer bir şey değil gibi. Andren denen adam, bir Osmanlılı ile görüşmem için sırf 20 altın verdi.”
Kadın adama yaklaşıp önce avuçlarını sonra vücudunu kokladı.
“Adam İstanbul’dan, evet… Gelecek kokun, Yusuf denen adamın teklifi… Bir başka adam daha hissediyorum. Geleceğin kokunda çok bulanık.”
Hernan kulağına yavaşça fısıldadı: “Daha derin görü yapamaz mısın?”
“Ritüel yapmamız gerek. Gelecek okumak büyü değildir Hernan!”
Kadın kalkıp havlusundan tekrar kurtuldu.
“Ancak sana küvetimde biraz yer olduğunu görüyorum!”
* * *
Andren sabah güneş başını kaldırdığında, kâhyasının kapıyı tıklatmasını duydu. Çiftliğin dış kapısına bir not çakılmıştı.
Hagin Kapısı Hanı, Akşam.
…
Akşam Andren ve Yusuf Bey, Hagin Hanına gittiler. Han Craiova’nın merkeze en uzak hanıydı ve hiç de tekin tiplerin uğrak mekanı değildi. Andren ve Yusuf oturdular. Gelen kısa boylu, tıknaz adam “Evet?!” dedi. Yusuf Efendi bunun; ’Ne arzu edersiniz, beyim?’ demek olduğunu anlayamadı. Andren:
“Uzun boylu cadı avcısını arıyoruz. Adı…”
“Buraya avcılar pek uğramaz. Hırsızlar, alkolikler, kötürümler ve ‘arasıra’ haydutlar…”
“Ama bize…”
“Bir şey içecek misiniz? Yoksa kalkın gidin!”
“Efendim, ben varsa bir rakı alayım, sek ve yanında peynir olsun.”
“Peynir yok! Diğeri tamamdır! Sen?”
“Şarap, şarap!”
Han sahibi, muhtemelen Hagin, istenilenleri getirmeye gitti. Çok geçmeden rakı ve şarap geldi. İlk kadehlerin ardından; “Tekinsiz bir yere benziyor. Erken mi geldik acaba, Andren Beyim?” Andren sakalını kaşıdı. Dış pencereden içeri, karanlıktan başka bir şey süzülmüyordu. “Hayır, lâkin beklediğimiz adam şu içinde bulunduğumuz handaki herkesten tehlikelidir. Beklemeye devam edelim.”
Han kalabalıklaştı. Bir kadın yanında telli tuhaf bir çalgı çalan bir adamla, eski bir rumen şarkısına başladılar. İki aşığı öldüren bir zorbayı anlatıyordu. Kadına laf atanlar, onu taciz edenler oldu ve şarhoşlar yumruklaşmaya başladılar. Bir sandalye Yusuf Efendi’nin ayağına isabet etti. Kendini bilmezin birisi de Andren’e tekme attı. İstemsizce girilen kavgada işler yolunda gitmedi. Andren’e iki kişi çullandı ve cebinden kesesini aldılar. Yusuf Bey’in de yüzüklerini…
Kenara çekilen iki adam ağrılı bir şekilde kavgayı izlediler. İçlerinden birisi tek tek sarhoşları yere sermeye başladı. Andren ve Yusuf’u dövenleri de sağlam bir şekilde patakladı. Biraz sonra bir kese havada uçup Andren’in kucağına düştü. Yusuf’un dibine de yüzükleri…
“Takip edin!” dedi kavganın galibi.
Hanın dışındaki sedirlere oturmalarını istedi. Kapüşonunu açtı. “Dinliyorum, İstanbullu?”
“Adım Yusuf, Efendi Avcı,” dağılan üstünü düzeltti ve elini kalbine götürüp selam verdi. “İstanbul’dan bir dostumun ricası, hatta ve hatta ısrarı ile geldim.”
“Yüzlerce kilometre öteden… “
“Aşağı yukarı 1000 kilometre… Arkadaşımın adı, Ahmet Çelebi. İyi bir âlimdir, bilim insanıdır. Çok da cesur bir adamdır.” Yusuf bir süre susar. “Sizinle bir kontrat yapmak istiyor, yüklü miktar ödeme yapılacak.”
Hernan arkası dönük düşündü kısa bir süre. “Halâ tam olarak ne yapmamı istediğinizi söylemediniz?”
“Ben de tam olarak bilmiyorum. Sizi aslında ben önerdim. Andren yaratık avlamada Avrupa’nın en iyisi olduğunuzu söylüyordu. Bunun üzerine bir sohbette, Ahmet gökyüzü ve oradaki tehlikeli varlıklardan bahsedince, ben de onları avlayan kimseler olduğunu duyduğumu söyledim. Ahmet o kadar ısrar ettik ki, ertesi gün yolda buldum kendimi. Şimdi de Osmanlı sınırının uzağındayım.”
“Wallachia’dasın, siz Eflâk diyorsunuz,” dedi Andren.
“Eğer kontratı ve Ahmet Çelebi ile görüşmeyi, kabul etmeyi düşünürseniz ki Ahmet bunun hayat memat meselesi olduğunu söylüyor, sizi hemen birkaç yüz kilometre ötedeki karakolumuzdan yola çıkararak götürebiliriz.”
“Görüşmeyi kabul ediyorum. Kontratı ise Ahmet denen adamı dinlemeden olmaz. Sadece İstanbul’a gelmem için 500 altın alırım. Gerisi için hiçbir sözüm yok.”
“Anlaştık Efendi Avcı! Haydi yola koyulalım…”
“Siz yola düşün, İstanbul’a kendim geleceğim. Ben Ahmet Çelebi’yi bulurum!” dedi Hernan.
“Ahmet Çelebi yetmeyebilir. Biz ona ‘Hezarfen Ahmet’ deriz!”
* * *
Hernan geceyi Brienne ile ‘ritüel’ yaparak geçirdi. Sabah güneş, artık baş göstermeliyim diyerek hareketlendiği saatlerde Brienne ritüelin sonucunu yatakta Hernan’a söyledi.
“Estellalı Hernan! İstanbul’da hayatının en zorlu ve en büyük kontratını alacaksın! Lâkin ölümcül bir tehlike görüyorum. Hayatına mâl olabilir… Geleceğin damarlarında çok bulanık akıyor… Yola çıkmadan evvel çok iyi düşünmelisin!”
Hernan bir an bile düşünmedi. Brienne ile vedalaşıp İstanbul yolunu tuttu, tabii ki tam da bir Cadı Avcısı’na yakışır bir rota tutarak. Karadeniz’de bir limandan ayrılan yük gemisinin ambarına gizlice sızarak…
* * *
Bir hafta sonra, İstanbul…
Lodos tepeleri sert bir şekilde vuruyordu. Denizden esen rüzgâr çimenleri bir o yana bir bu yana sallandırıyor, ağaçlar nazlı nazlı titriyordu. İri gövdeli bir ağaca sırtını yaslamış orta yaşlı, sert kara sakallı biri adam elindeki deftere, havaya bakıp bakıp bir şeyler yazıyordu. Elindeki kuş tüyü havaya kaldırıp rüzgârda ne tarafa yattığını inceledi. Sonra da ayağa kalkıp aynı işi birkaç farklı açıdan yaptı. Notlar almayı sürdürdü. Ağacın dibinde kitaplarını koyduğu büyükçe bir torba vardı. İçinden kahverengi kalın ciltli olan bir tanesini aldı. Kitabın içindeki çizimleri inceledi. Bir kuşun kanat hareketleri on iki farklı çizimle anlatılmıştı, bu kitapta. O an üzerinde uçup çirkin sesiyle gaklayan bir kargayı fark etti. Çizimleri havaya kaldırıp karganın hareketlerini aynı anda gözlemledi ve oturup hızlı hızlı bir şeyler yazmaya koyuldu.
“Ahmet!”
Adam kafasını kaldırdı ve ona doğru gelen dostunu gördü.
“Yusuf? Döndün demek!” dedi Ahmet. “Nasıldı Eflâk yolculuğu?”
“Sıkıntılı, çok yol be efendi! Hatır gönül eylemeyeydin, gitmezdim taa Fizan’a!”
“Fizan’dan beridir oralar, be efendi! Neticesi nedir? Buldun mu o adamı?”
“Buldum, buldum… Az kala canımdan olurdum, Ahmet Efendi!”
“Allah esirgesin, Yusuf. Hayırlar ola?”
“Adam bizi bir hana çağırdı, büyük bir arbede vukû oldu. Neyse ki o adam kurtardı, hem malımızı, hem canımızı.”
“Öyle dersin de, saikası da kendisi imiş ya?”
“Neyse efendi, konuştuk. Adam gelecek amma bu gün amma bu sene bilmem.”
Ahmet’in yüzü düşer. “Af buyur? Adamı getirmedin mi yanında?”
“Maalesef Ahmet. Gelir ben sizi bulurum dedi,” dedi ve havaya baktı. “Hava burada bayağı sert esmekte, ha Ahmet?”
“Ya.”
“Bak efendi sormayım sormayım derim ama ne edeceksin bu kadar tehlikeli bir adamla. Herif, Canavar Avcısı, hem her kimseler bilmekte adamı, hemi de korkmakta. Amma ismen değil Avcı diye bilirler. Sen gibi bir irfan adamının ne işi olur?”
“Hürriyet meselesi diyelim, Yusuf, hürriyet!”
“Yalınız adam sadece görüşmeye 500 altın istedi, ha!”
“Etme…” dedi ve gülüştüler.
* * *
Atlı araba taşlı yolda usul usul yürüdü. Yağmur hızlı, düzgün ve ince ince yağıyordu İstanbul’un üzerine. Tophane’den yukarı yönelince araba, yolun kenarındaki oluktan biriken yağmur suyu minicik bir dere gibi şırıldıyor ve yine yağmurun sesine karışıyordu. Acele ile atlıdan inen adam, arabacıya birkaç sikke verdi. Evin içine adeta dalan adam üstündeki kaftandan kurtuldu. Çalışma odasına yöneldi. Tahta kapının aralığından mum ışığı sızıyordu.
“Kimdir oradaki?”
Ses gelmedi. Korku ile kapıyı araladı. Karşısında iskemleye çökmüş, dirseklerini bacaklarına oturtmuş ona bakan birisi vardı. Uzun boylu, kara saçlı, iblisvâri yeşil gözleri, sırtında iki kılıç, boynunda tuhaf bir madalyon.
“Kontrat için buradayım” dedi adam.
Ahmet bu kişinin Yusuf’un tarif ettiği adam olduğunu hemen anlamıştı. Gerçekten de tehlikeli görünüyordu ama Ahmet’i korkutmadı. Bu iş için korkunç biri lâzım geliyordu.
“Hezarfen Ahmet,” dedi ve devam etti “Ahmet diye soruşturmak belki yılımı alacaktı ama Hezarfen deyince herkes tek bir kişi söyledi. Seni bulmak kolay oldu. Neyse şimdi iş konuşalım!”
“Senden bir yaratığı halletmeni istiyorum.”
“Hmm. Nasıl bir yaratık? Daha açık konuş.”
“Bir kuş, dev bir kuş… Cehennemin zındanlarından çıkmış göğü yara yara uçan bir kuş. “
Hernan ayağa kalktı. Ahmet ise masasına geçti, hazırladığı bir keseyi çıkardı: “İmdi 500 altınım yoktur lâkin hayalimi gerçek edende o kadar, hatta dahası olacak. Bunu alınız, Efendi Avcı!”
Hernan keseyi alıp şöyle bir tarttı. Ahmet hafif tebessümle; “200 kadar olacak… Siz Avcıların altın olmadan parmağınızı oynatmadığınız esas imiş meğer!”
“Tamam görüşme için kabul edilesi bir meblâ. Peki, bahsettiğin kuş… hiç gördün mü?”
“Evet, bayağı uzak bir uzaktan. Aşağı yukarı iki insan boyunda. Pençeli dört ayağı var. Aslan gibi yere konduğunda, kartal gibi ne vakit uçtuğunda.”
“Griffin… Çok nadir görülen kadim bir kuş. Benden ne istiyorsun peki? Griffini öldürmemi mi?”
“Kanatlarını istiyorum Efendi Avcı! Öldürmeden alabilir misin?”
“Neredeyse imkansız!” dedi, Hernan düşüncelere daldı ve bazı sorular sordu kendine. Cevaplayamadığını birini Ahmet’e yöneltti. “Neden? Neden bunu istiyorsun? Seni araştırdığım kadarıyla sen bir bilimadamısın. Kadim bir yaratığın kanatlarını ne yapacaksın?”
“Hür olmak içün, gökyüzünde hürce süzülebilmek içün… Uçmak içün Efendi Cadı Avcısı! Binlerce yıldır insanoğlunun hayalidir; uçmak! Benden evvel ustam Cevheri ve büyük üstat Da Vinci çalıştı bu konuda. Nicedir çalışırım kuşlar üzerinde, uçabilmek irfanı üzerinde. Eveliyattan da araştırdım ve eskilerin hatasını buldum. Rüzgâr ve kanat gücü! Doğru bir rüzgar ve insanı uçuracak güçlü kanatlar! İnsanın uçması içün lâzım gelenler bunlardır.”
“Kadim bir yaratığı öldürmek pahasına da mı?”
“Hürriyet, bedel ödenmesini şart koşar kişiye. Bu hürriyetin bedeli de; azaptır. Lâkin o kuş çok yolcunun canını da almıştır. Doğanın kanunu birinin yaşaması için, birinin de ölmesi lâzım gelir.”
“Çok ilginç bir adamsın, Hezarfen! Anlaştık!”
* * *
“Diğer yaka mı?”
Hezarfen, Hernan’a İstanbul’un diğer yakasında Alemdağ’ını tarif etti.
“Evet, karşı yaka yani Anadolu’dan bahsediyoruz. Oraya ‘karşı yaka’ deriz.”
Tekne ile birkaç saatte Anadolu’da oradan da atlılar ile yarım gün kadar bir sürede Alemdağ’ında oldu. Hernan daha evvel Ahmet’in tarifinden daha büyük bir griffini öldürmüştü ancak bir büyücüden ve birkaç paralı askerden destek almıştı. Hezarfen’in evinde hazırladığı üç gözyaşı bombası ve arbalet oklarıyla dövüşe hazır sayılırdı. Tek eksiği bir ‘Yem’di. Griffin’i yuvasından çıkarıp mahaline getirmek için kan kokusu kullanmalıydı. Alemdağ’ının eteğinde bir köyden orta ebatta bir koyun satın aldı. Akşam kendini iyice hissettirdiği vakit tepeye ulaşmıştı. Hernan rüzgârı dinledi. “Rüzgar uluyor! Çok uzakta değil!” dedi kendi kendine. Koyunu yatırıp tek hamlede boğazını kesti. Oracıkta can veren koyunun başından hemen uzaklaşıp bir çalının ardına saklandı. Beş altı dakika sonra uzaktan ’cehennemin zındanlarından çıkan yaratık’ göründü.
Kesesinden hemen bir Gözyaşı Bombası ateşledi ve yem olarak kullandığı cesedin dibine yuvarladı. Koyunun başına gelip hemen koca bir parçayı yutan griffinin önünde, bomba patladı. Gözleri yanan yaratık, âdeta kör oldu. Hernan hemen koşarak geldi ve yaratığın boyununu gözüne kestirdi. Ancak kör döğüşü kanatlarını savuran griffin, Hernan’ı yere çaldı. Yaratık havalandı. Hernan yerde çok kalmadı, çevik bir hamleyle kalkıp arbaleti ile yaratığı iki kez vurdu. Yaralı canavar gözleri açılınca düşmanı olan adamı gördü. Pençeleriyle hücum etti. Hernan son anda çekildi ancak sağ omzundan ağır bir pençe yarası aldı. Toparlanıp bir sonraki hamlede itme büyüsü yapıp yaratığın dengesini bozdu. Yere konmak zorunda kalan griffine gümüş kılıcı ile saldırdı ve göğsünden iki derin yara açtı. Ahmet kanatları sapasağlam istediği için kanatlara dokunamadı. Yere bir bomba daha bırakıp kaçtı. Canavar neye uğradığını şaşırdı ve kör hamlelerle sağa sola çığlık attı. On saniye içinde boynuna aldığı iki darbe ile göğün tehlikeli yaratığı orada can verdi.
Hernan kelleyi koleksiyonun için aldı. Kanatları ise titizlikle kesip bayır aşağı at arabasının olduğu yere kadar sürükledi. Bu zorlu savaşı Cadı Avcısı Hernan kazandı.
* * *
“Ikarus Efsanesini bilir misin, Efendi Avcı?”
“Tam olarak değil,” dedi Hernan. Sağ omzundaki yarayı sarmış hareket ettirmemeye çalışıyordu.
“Ikarus ve Dedalus, Girit adasında, Labyrenthos’daki esaretten kurtulmak için tepelerinde uçan kuşların kanatlarını toplarlar ve kendilerine tüylerden kanat yaparlar. O kanatlar sayesinde uçarak hapsoldukları kuleden bu şekilde kurtulurlar ancak Ikarus zafer sarhoşluğu ile güneşe doğru uçmaya çalışıp olabildiğince yükselir. Sonunda ise eriyen balmumu ve alev alan tüyler yüzünden kanatlar kül olur ve Ikarus denizin dibini boylar,” dedi Hezarfen, atölyesinde kanatlar üzerinde çalışırken. Hernan bacaklarını bir masaya uzatıp keyif yapıyordu. Bir yandan da üstat Hezarfen’i dinliyordu.
“Anladım, aynı zamanda anlamadım da.”
“Yani çok büyük bir eksiğim olan kanatlar elimde… Velhasıl hesaplanması gereken başka şeyler de var. Benden önceki uçma girişimlerinin hataları bu idi. Rüzgârı hesaplamamak… doğru rüzgarı ve harekete geçecek doğru yüksekliği bulmak gerek.”
“Doğru hareket?” diye sordu Avcı.
“Yerden yukarı havalanmayacağım. Yukarıdan…” dedi ve kalın kalaslardan tasarladığı iskeleti ve üstüne yerleştirdiği kanatları aşağıdan göstererek. “Yukarıdan uçup rüzgârı engel olarak karşıma değil, bilakis kendi lehime çevireceğim!”
“O kadar yüksek bir yer var mı?”
“Var hem de çok yakınımdadır! Galata Kulesi!”
“Kule öyle mi?”
Hezarfen hemen Hernan’ın olduğu masaya döndü. Ahmet Çelebi, Avcı Hernan’ın ayaklarını eliyle itti. Masaya da koca bir parşömen çıkardı. “İşte plan. Kule’den havalanacağım ve boğazı geçeceğim, UÇARAK! Sonra rüzgâr hesapladığım yön ve kuvveti sürdürür ise; Üsküdar’a iniş yapacağım. İki senedir rüzgârı günbegün takip ettim. Bir hafta sonra yılın en kuvvetli rüzgarları esecek, bana lazım olan 20 dakikadır, o gün öğlen bu tasarım Allah’ın izni ile gerçek olacak.”
“Ölmekten korkmuyorsun, sesinden bir parça bile korku sezinlenmiyor.”
“Bilakis! İçimde tarifi imkansız bir sevinç var. Ölmek pahasına, uçmak arzusundayım!”
* * *
Yusuf Bey ve Hernan kayıklarla Üsküdar’a, Doğancılar Meydanı’na geçtiler. Meydan Kahvesi’nde oturdular. Yusuf Bey köstekli saatine baktı. Rüzgâr Üsküdar’da şiddetini artırdı. “Birazdan deneyecek! Allah yardımcın olsun, Ahmet!”
*
Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nin tepesinden İstanbul’u seyretti. İçinde tuhaf hissiyatlar vardı. Korkmuyordu. Biraz sonra, daha önce belki de hiç kimsenin başaramadığı bir şeyi başaracak, ya da bu uğurda öleceğine dâir duygular denizinde yüzdü gönlü âdeta. Kanatların yerleştiği iskelete kendi bağladı. Açısını ve yönünü ayarladıktan sonra: “Allah’ım beni utandırma… Hürriyet için!”
Kendini kuleden aşağı bıraktı…
*
Dakikalar birbirini kovaladı…
Boğaz’da dalgalar şiddetlendi. Lodos denizden kuvvetle esiyordu. Keskin gözleri ile göğü tarayan Hernan, Ahmet Çelebi’yi aradı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Yusuf telaşla ayaklandı: “Olmadı! Başaramadı, Avcı! Yarım saat geçti!” gözleri yaşardı adamın. Ancak Hernan bir şeyler seziyordu.
Bir anda gökte bir şey belirdi. Kalastan bir iskelete yerleştirilmiş parlak griffin kanatları ile uçmakta olan çılgın bir âlim. “Bu Hezarfen!” dedi Yusuf Bey.
Ahmet Çelebi gökkubbenin tepesinden alçala alçala onlara doğru süzüldü. Sert bir şekilde yere yapıştı. Ne yazık ki inişini iyi hesap etmemişti. Yusuf Bey dostunun yanına koştu. Hernan da peşinden…
Sarılan iki dostun yanında kollarını bağladı ve onları seyretti. Ahmet Çelebi’nin gözleri dolu doluydu.
“Tebrikler azizim! Tebrikler!” diye haykırdı Yusuf Bey. “Başardın!”
“Sayenizde aziz dostlarım.”
Hernan aniden çevresinde bir hareketlenme hissetti ve hayra alâmet değildi bu.
“Şeytân! Şeytânın uşağı bu herif!” diye bağırdı arkalarından bir adam. “İblis işi bu!” dedi bir başkası. Etraflarına devriye askerleri toplandı ve kılıç çektiler.
“Arkama geçin!” diye kükredi Hernan.
“Yakalayın, üçünü de yakalayın!” diye emretti askerlerden birisi.
Başta sayıları az olan askerlerin sayısı arttı ve Hernan büyü yapmak zorunda kaldı. Birkaç devriyeyi kahvehaneden içeri uçurdu. İkisini silahsız bıraktı. Bu bilmediği yerde asker öldürmek istemiyordu. İki kılıcını birden çekip aşağı yukarı onbeş kadar devriye askeri ile çarpıştı. Birkaç tanesini hakladı ancak sayıları fazla idi ve Hernan’ı kollarından yakaldılar. Bir tanesi saçlarını çekti ve dizlerine vurup çökerttiler. Soğuk bir kılıç boğazına dayandı. O an Brienne’in sözlerini hatırladı. Bu kontrat hayatnı mal olabilirdi ve görünen o ki; olacaktı…
“Desturrr!! Durun! Padişah Efendimiz adına durun!”
Bağıran rütbeli bir askerdi ve herkesi durdurdu.
“Ahmet Çelebi, hanginiz?”
“Benim, efendim!” dedi Ahmet Çelebi.
“Sultan seni bekliyor.”
* * *
Aradan günler geçti. Okmeydanı Zaptiye Nezaretinde, duvar dibinde kolları bağlı ayakta dikilen birisi vardı. Adamın olduğu hücrede yerde yatan tertemiz dayak yemiş sekiz kişi vardı, adamlar inliyordu. Aynı hücrenin dış kapısından temiz parlak bir takım giymiş, başında fesi elinde yürüyüş bastonu ile orta yaşlı sakallı bir adam girdi. Bu adam Ahmet Çelebi’ydi. Duvar dibindeki onu görünce hemen demir kapıya seğirtti. İki adam parmaklıkların önünde buluştular.
“Burada bile rahat durmamışsın, Efendi Avcı!”
“Suçlularınız benim dilimden pek anlamıyorlar” dedi ve durdu. Tek eliyle parmaklığı tutup. “İdam edildiği düşünmüştüm.”
“Hayır. Lâkin Cezayir’e sürülüyorum.”
Bir saniye sonra arkadan gelen görevli memur hücre kapısını açtı. “Estella ilinden Hernan, Serbestsiniz.”
Bir saat sonra Karaköy sahilinde denizi izlediler. Hernan Hezarfen’e döndü. “Ama neden?”
“Hürriyet taşıması zor bir yüktür. Ben bunun üzerine bir de uçmak gibi imkansız bir emeli gerçek ettim. Sebebi budur,” Elinde koca bir kese altın vardı. Onu Hernan’a uzattı. “Anlaştığımız gibi 500 altın! Sultanın bana ödülüdür bu!”
Hernan keseyi alır. “Ama nasıl? Sürülmedin mi?”
“Sürüldüm. Sultan gösterimi izlemiş, nasıl uçtuğumu görmüş, özgürlüğün verdiği mutluluğu o an, o da hissetmiş ancak ‘Bu adam her ne murad ederse başarır, böyle kimselerin bekaası caiz değildir’ diye buyurmuş… Belki de haklıdır.”
Hernan kese elinde çok uzun bir süre düşünür. Keseyi olduğu gibi geri verir.
“Ben bir griffini öldürmek için anlaştım. O da zaten 200 altın içindi. Bana borcun yok Hezarfen! Sana Cezayir’de başka çılgın hayallerine kuvvet olsun bunlar!” dedi Ahmet’in gözleri doluydu. Arkalarında iki zaptiye göründü. Ahmet Çelebi için yolculuk zamanıydı.
“Fezâya çıkmak gibi mi?” diye sordu gözleri dolu dolu. Hernan sadece tebessümle başını salladı. “Allah’a emanet olasın, Efendi Avcı!”
“Sen ilginç bir adamsın, Hezarfen…” dedi Hernan “Yolun açık olsun!”
Adamlar Ahmet Çelebi’yi götürdüler. Hernan o günden sonra ne vakit bir tehlikeli kuş kontratı alsa ya da sadece basitçe göğe baksa bile aklına o çılgın adam geldi.
…
Bir sene kadar sonra…
Kara Tepe’nin üstünde yükselen bir kule göze çarpıyordu. Hernan’ın evinin tepesinden göğe doğru 15 metre yükseliyordu, bu kule. Hernan sırtında, kalastan bir iskelet üzerine oturtulmuş iki koca griffin kanadını kulenin tepesine taşıdı. Vücudunu iskelete bağladı. Kollarından güç aldı.
Ay tertemiz gecenin üstünde parlarken, şiddetli bir rüzgâr çıktı. “Hezarfen için…” dedi sessizce.
Hernan gecenin sessizliğinde, gözyüzünde dev bir kartal gibi süzüldü. Gören cümle kuşlar onu kıskançlıkla seyrettiler…
Hürriyet böyle güzel bir şeydi.
- Güneyin Şeytanı - 15 Aralık 2018
- Donmuşgöl’ün Laneti - 15 Ekim 2018
- Kızıl Kar - 15 Mayıs 2018
- Acayip Bir Kontrat - 15 Nisan 2018
- Tumbar Mezarlığı - 15 Mart 2018
selamlar
Kaleminizin gücü inanılmaz! Baştan sona etkileyici ve yaratıcı bir öykü olmuş.Benim gibi odak sıkıntısı olanlar için birazcık uzun olmuş sanki:slight_smile: Çok keyifli bir öyküydü emeğinize sağlık…
Merhaba Skywalker
Güzel yorumun için teşekkür ederim. Hikâye dallı budaklı oldu bu sebeple öykü uzun oldu. Zaman ayırdığın için teşekkür ederim tekrar. Görüşmek üzere
Çok güzel bir olay öyküsüydü. Hezarfen ile Witcher’ın karışımı olması beni ayrıca mutlu etti, sevdiğim bir seridir. Bence uzunluğunu da hissettirmedi, hem tempoluydu hem de bol diyalogluydu aktı gitti okurken. Tebrik ederim son derece güzel olmuş.
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle.
Merhaba Murat,
Bu uzun öyküyü zaman ayırıp okuduğun için teşekkür ederim. Beğenmene de çok sevindim. Son dönem 3. Oyununu oynadıktan sonra biraz etkisinde kaldım sanırım. Ancak Hezarfenin uçmak için büyük kanatlara ihtiyacı olması ve bunu bir cadı avcısıdan istemesi fikri hoşuma gitti bu yüzden yazdım yazarken de eğlendim açıkçası. Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere.
Merhabalar,
Uzun, güzel bir öyküydü. Olayların gelişimi, karakterler, diyaloglar hepsi başarılıydı. Güçlü bir anlatımınız var, hayran kalmamak elde değil. Kurgu da oldukça güçlü ve etkileyiciydi. Çok uğraşılmış belli. Eleştiri olarak söylemiyorum da bahsedilen kadın karakterleri sevemedim. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.