Öykü

Antur’da Koleksiyoncu

“Sakin ol, birader!” diye bağırdı Atasagun. Karlı ormanın ortasında Aktekin’i omuzlarından tutmuş, sarsıyordu. “Her yer kar zaten. Tipi ayak izlerini örtmeden onları takip etsek, yeter. Bak şu taraftan gidiyorlar.” Uzun ve sık ağaçlar arasındaki, her an manzaranın geri kalanıyla bütünleşerek kaybolacak gibi duran ayak izlerini gösterdi. Kuzey batıya doğru ilerleyip gözden kayboluyordu.

“Her yer birbirine benziyor, yahu! Beyaz, beyaz, kusturucu beyaz… Râdilâ iyi midir sence, Atasagun?”

“Kocaman kız. İyidir büyük olasılıkla. Hem senden, benden daha iyi biliyor buraları. Kendine zarar verdirmez, sakin ol!”

“Nasıl böyle bir şeye izin verebildik? Aklım almıyor… Elimizi kolumuzu sallaya sallaya uzaklaşacaktık, değil mi? Bir kovalamacanın ortasındaydık be… Ne kadar da salağım! Adamlar bir düzine kurdu kaybedince, sanki vazgeçip peşimizi bırakacaklardı. Tabii, tabii… Gitti işte. Götürdüler kızı. Burada böyle mal gibi iz süreriz artık. Adını sanını bilmediğim lanet topraklarda…” Nefes nefese hem koşturuyor, hem de söyleniyordu Aktekin. “Önümüzü göremiyoruz. Böyle devam edemezler. Bir yerde durmaları lazım artık.”

“Az daha sabret be birader! Gözden kaçırmaya…” Sözünü tamamlayamadan, Atasagun’un hançerlerindeki ejder tamgaları bir anda kızarmaya başladı. “Dur! Birini geride bırakmış olmalılar.”

“Râdilâ’yı bizden alan büyücü mü, ne haltsa geldiğinde bir faydasını göremedik o tamgaların ama…” Aktekin kar yuta yuta söylendi. “Adamlar kafa bulur gibi on adımlık mesafede kızı kaçırdılar, şimdi de bilerek arayı açmadan bize kendilerini takip ettiriyorlar resmen. Tipi var, arkadaş. Tipi! Göz gözü görmüyor. Ormandayız. Her yer birbirinin aynı. İzini kaybettirmek ne kadar zor olabilir ki?! Hem neden hiç binek hayvanları yok? Bizimkileri kaybettiğimizden, geride kalırız diye mi? Kötü şeyler seziyorum. Çok kötü şeyler…”

İki delikanlı yavaş hareketlerle çevrelerini kolaçan etmeye başladı. Gacırdayan karlı topraklarda ses çıkarmamak zor oluyorsa da, hemen ağaçlardan birinin altına saklandılar. Az ilerlerinde zırhlı bir adam, sırtı onlara dönük bir şekilde, ayakta ihtiyaç gideriyordu.

Atasagun bu fırsatı değerlendirip sinsice adama arkadan yaklaştı. Durum gülünçtü ama yüz yüze kapışılacak zaman değildi. Hem bu körlemesine koşuşturmacanın hırsını birinden çıkarmalıydı. Ejder çeliği hariç her türlü metale karşı gönül rahatlığıyla kullanabildiği hançerlerini, adamın zırhlı bacaklarına sapladı. Tereddütsüz. Giderilememiş ihtiyacının üzerine, kanlar saçarak yıkılmak kötülere bile yakışmıyordu. Atasagun iç geçirdi. Hemen üstüne çullanıp ağzını kapattı adamın.

“Sizinkiler nereye gidiyor?” Tehlikenin devam ettiğini hissettirebilmek için hançerlerinden birini adamın boğazına dayadı Atasagun. “Sesini yükseltmeden söyle hemen.”

Adam bir şeyler mırıldandı.

Yanlarında çömelerek bekleyen Aktekin, adamın kanlar içindeki sol bacağına diz atıp öfkeyle ama yine de kısık sesle söylendi: “Ortak dilde söylesene lan!”

“Yekduru’ya gidiyorlar. Kızı teslim edecekler. Adı Anılmaz’a…”

Atasagun ne pis bir duruma düştüklerini bir anda kavramış gibi, artık varlığına ihtiyaç duymadıkları adamın gırtlağını kesip acıyla Aktekin’e baktı. Râdilâ’yı götürdükleri kişiyi, daha doğrusu şeyi daha önceden duymuştu. Çok önceleri… “İşimiz zor.” diye fısıldadı. “Takibin bundan sonrası imkânsız bir göreve dönüşüyor ama istersen burada bırakabiliriz, Aktekin. Hem hangi ara bu kadar tutuldun kıza? Topu topu iki gündür tanıyorsun.”

“Olmaz, birader. Aldığım onca canın kefareti olacakmış gibi, yaşamasını her koşulda sağlamam gerektiğini hissediyorum. Bilmiyorum… Hem sen de beni topu topu üç gündür tanıyorsun. Birine kendini adamak için, onunla yıllarını geçirip olayın, yan yanalığın akla yatması gerekmiyor bence. İlk anda hissettiğinle de, o kişinin içine işlemesi yeterli. Onu kurtarıp ortadan yok olmamız gerek. Bir kelle avcısı için fazla duygulu sözler bunlar belki ama bu tuhaf beyazlıktaki karla asla aklanamayacağımı gayet iyi biliyorum. Bu bir fırsat gibi geliyor bana Atasagun. Canım pahasına onu kurtarmalıyım.”

* * *

“Neymiş kral sarayına, tüccar köşküne, ne bileyim komutan şatosuna sahip olmak ve özendikleri soylular gibi, evet aynen onlar gibi o muhteşem yapıların içinde yaşamak, paha biçilemezmiş. Ne kadar da çarpık bir düşünce bu, anlatamam. Başyapıtın sahibi olmakla, o ince işçiliğin, o kusursuz tasarımın varlığına dıştan tanık olamadığımız için, ancak edilgen bir keyif alan konumunda kalırız. Ama asıl haz, asıl keyif o başyapıtın karşısında olmakta, azizim. Evet, sözgelimi, illa bir şeyi almam gerekse o başyapıtı değil, o başyapıtın karşısında varlığı olası küçük kulübeyi satın alırım. Ki her gün pencereden baktığımda, balkona çıktığımda karşımdaki manzarasızlık için yoksul kulübeye sövmektense, kulübemin karşısındaki muhteşemliğin tadını çıkarırım.” Pilkington masasında ellerini kavuşturmuş, karşısında oturan pos bıyıklı Kurul temsilcisine kendini anlatıyordu. “Özel güçlere sahip olmak da aynı şekilde değerlendirilmeli bence, farklı bir ırk olmak da… Her tür özgünlüğe sahipliğin, her türlü gücün çeşitli sorumlulukları var. Yaptıkları var, yapamadıkları var. İşte bu eşsizliklerin içinde olup söz konusu kısıtlı farklılıklarla yüzleşmektense, onları hapsedip tamamen dışardan yegâneliklerine tanık olmak, daha tatmin edici benim için.”

Temsilcinin gözleri ışıldadı. “Çok değişik bir bakış açısı… Kafamda tartmaya çalışıyorum da, haklı tarafları daha ağır basıyor gibi.” Kahvesinden bir yudum alıp refleks gibi duran bir hareketle bıyıklarını burdu.

“O açıdan Donavi Bey, büyüklüğünden haberdar olduğunuz servetimi alelâde taşları, metalleri biriktirmek için de değil de, kanlı canlı yegâneleri toplamak için kullanmaya karar verdim yüzyıllar önce. Bu amaçla da, bölge bölge dolaşıyoruz. Bildiğiniz gibi üç aydır burada, Goklona’dayız. Goklona dedim de, siz bu taraflara ne diyordunuz?”

Temsilci kibarca yanıtladı: “Yekduru”

“Evet, Yekduru’dayız. Ulu kuronoşinolar ile onların kuklaları yalepifaller ve macoların yaban diyarı. Buradaki işimizi hallettikten sonra daha batıya, Pavru’ya gideceğiz. Bize biraz daha müsaade etmelisiniz. En azından, Kurula düzenli olarak yaptığım bağışların hatırına…” Pilkington kaşlarıyla yardımlarının büyüklüğünü ima etti.

“Yok tabii, Pilkington Bey. İstediğiniz kadar misafirimiz olabilirsiniz. Gurur duyarız. Ben sadece bir ihtiyacınız var mı, diye bakmaya gelmiştim. İşlerinizi denetlemek gibi, haddimi aşacak bir amaçla burada değilim.” Temsilci söylenmesi gereken bütün klişe sözleri tek seferde söylemesi gerekiyormuş gibi, aralıksız hepsini sıralıyordu. “Bir sıkıntınız yoktur umarım. Kurul başkanımızın selamları var. Bir ihtiyacınız yoksa ben müsaadenizi isteyim.”

“Müsaade sizin, Donavi Bey. Yuvmet Bey’e selamlarımı iletin, lütfen. İşimizi halledene kadar, pek tabii ki işlerinin doğası gereği kaza geçiren, taşımaktan yorgun düştüğü ıstıraplı ruhunu zamansız teslim eden ya da bir akşam ansızın ortadan kaybolan birkaç kişi olacaktır. Merakınızın giderilmesi gerektiğini düşündüğümde, sizinle iletişime geçeriz. İyi günler dilerim. Başyardımcım Sethun size yolu göstersin.”

Jilet gibi kusursuz, bej renkli tek parça kıyafetiyle başyardımcı Sethun, sahibi Pilkington sözlerini tamamlar tamamlamaz, temsilcinin yanında belirip kapıya kadar ona eşlik etti.

“Bir dahaki sefer, ne diyeceğim ben adamlara?!” Temsilci odadan çıkar çıkmaz, Pilkington ellerini ensesinde kavuşturup gerindi.  “Haftalardır oyalayıp duruyorum. Ha bu hafta, ha sonraki hafta diye… Orta Batının Yegâneleri koleksiyonumu taçlandıracak son bir parça kaldı. Tam olacak; sonunda tamam olacak dedik durduk ama Sinsi İlsin’in adamları ellerine yüzüne bulaştırdılar işi. Bir de çift taraflı oynamış şerefsizler. O kızın yegâneliğini kağana da söylemişler…” Başyardımcısı sanki odaya geri dönmemiş gibi, konuşa konuşa öfkesini dindirmeye, becerebilirse de kendini ikna etmeye çalışıyordu Pilkington. “Yetti artık. Kağan hapı kurtaramayınca bıraktı peşlerini. Nasılsa önümüzdeki yıl yeni hap gelecek… Adamın elinden bir macifal kaçtı. Macifal… Sulu kan deyip küçümsüyor geri zekâlılar. Asıl sulanmış beyinli kansızlar kendileri. Kahretsin. Artık paraya kıyıp onu çağıracağım.”

“Emin misiniz, efendim? Belki denenmesi gereken başka yollar da vardır. Şey gibi…” Kapının yanında dikileduran başyardımcı telaşlanmıştı.

“Son çareye ihtiyaç duyulan andayız artık, Sethun! Kasabayı çoktan terk etmiş olmalılar. Burada oturup o güzide parçanın ortadan kaybolmasını seyredemem. Onların izini ejder tamgasına yakalanmadan sürecek, onları bulduktan sonra da istediğim şekilde, istediğim ruh halinde bize getirecek bir tek o var. Ruhsuz Moyençor. Hemen haber sal. Tez buraya gelsin. Parası neyse vereceğim.”

“Tamam, efendim. Gerekli ayarlamaları yapıyorum hemen. Müsaadenizle.” Başyardımcı, sahibi Pilkington’a arkasını dönmeden geri geri giderek odayı terk etti.

* * *

              Her şey bir anda olup bitmiş, Yekduru’ya varmadan Aktekin ile Atasagun ne olduğunu anlamadan yakalanmıştı. Atasagun’un o çok güvendiği, tehlikeyi önden sezen tamgalı hançerler bu sefer de uyaramamıştı. Tamgalara karşı bağışıklığı olan biri olmalı bu, diye düşündü Atasagun. Çok kolay avlandık, arkadaş; tipiden yolumuzu kaybedeceğiz diye boşa telaş yapmışız… İhtiyaçlı can veren adama da yazık etmişim. Adamları takip ettiğimiz falan yokmuş aslında. Kuyruk gibi bizi peşlerine ekledikleri gibi, yeri gelince o kuyruğu kayıtsızca kesip paketlediler işte. Karda-kışta taşımayla uğraşmak istemediler demek ki…

Ellerini, ayaklarını bağladıkları yetmiyormuş gibi ağızlarını da bir çaputla tıkamışlardı. Sadece ön tarafları demir parmaklıklı ayrı kafeslerde taşındıkları için, göz göze dahi gelemiyorlardı. Aktekin kurtulmalarını sağlayacak bir fırsatın ortaya çıkmasını beklemişti ama her geçen dakika umudunu yitirmeye başlamıştı.

Bir düzineden fazla zırhlı adam, kendilerini hazırlıksız yakalayan tamga arsızının emrindeymiş gibi hareket ediyordu. Devinden, aldacısına, kurdundan, zırhlı çete üyelerine, türlü şekillerde varlıklarla karşılaşmış olmak algı dünyasını yerle bir etmişti Aktekin’in. Buradan dönersem şayet, bırak kelle avlamayı, balık bile tutamam ben…

* * *

“Delikanlıyı getirin buraya bakalım!” Yüzü maskeli bir adam ortak dilin hakkını vererek tane tane konuşuyordu. “Yavaş, acele etmeyin.” Maskesinde sadece göz delikleri ve son derece iblisvâri uzun sivri boynuzlar vardı.

Muhafızlar delikanlının ellerini arkadan kelepçelemişler, ittire kaktıra yürütüyorlardı. Odadaki loş ışıktan dolayı etraf pek seçilemiyordu. “Yürü hadi!” Muhafızlardan biri adamı sertçe itekledi. Tutsağı yanına isteyen maskeli adamın bulunduğu yer, büyük bir platformun üzerinde ve yukarıdaydı. Basamaklarla aşağı doğru inip büyükçe bir dövüş kafesini andıran yere tutsağı bırakmaları gerekiyordu. Muhafızlar denileni yapıp kafesi kapatarak odayı terk ettiler.

“Merhaba, delikanlı! Lafı hiç uzatmayacağım. Sağına doğru bak istersen.” Adam etkinliklerde açılışı yapan baş göstericiler gibi değişik bir tutkuyla konuşuyordu.

Tutsak bütün yorgunluğuyla sağa doğru baktı. Küçük bir kafeste, sandalyeye bağlı bir halde, sarışın bir kız duruyordu. Yüzü tam seçilemiyordu ama tanımıştı. “Râdilâ!” diye bağırdı.

Kız da onu tanımıştı: “Aktekin!”

Maskeli adam araya girdi: “Birbirinizi tanıdığınıza göre artık harekete geçebiliriz. Bir an önce bu aptal topraklardan ayrılmak istiyorum.” Ellerini havaya kaldırdı. “Oğdumıl çigişipşiyo! Pıl!”

Aktekin acil ışığa ihtiyaç duyan bu gereğinden fazla loş mekâna, sanki güneş olarak temelli bir çözüm sunacakmış gibi bir anda alev aldı. Bir anda. Ne çığlık, ne yakarış… Yüzündeki şaşkınlık ifadesini dahi atamadan, ansızın kül oldu. Kelle avcısının son derece basit, son derece yarım, son derece olası kellesiz sonu…

Beklenen tepkiler hemen karşıdaki kafesten geldi. Râdilâ olayın şokuyla çığlık çığlığa sandalyesinde zıplayıp kendini kafesinin demir parmaklıklarına vurmaya başlamıştı. Bir şey anlamamıştı. Kendisini özgürleştirmeye baş koymuş insana hem kavuşmuş, hem de aynı anda onu kaybetmişti. İki kelam edemeden… Bütün öfkesi, üzüntüsü içinde patladı kızın. Ağzı açık sessiz çığlıklarından birini atmaya çalışırken, sandalye ile beraber yere devrildi. İsterik bir halde, ses çıkaramadan “Neden?” diye ağlıyordu.

Kapkara kaftanlı bir adam, usulca odaya girdi. Râdilâ’nın ağlayıp kendini paralaması karşısında zerre bir şey hissetmediğini belli edercesine, soğuk tavırlarla ortadaki adamın yanına doğru yürüdü. Kafesin ortasındaki kül yığını da, adam için bir şey ifade etmiyordu. “Adı Anılmaz Bey, diğer tutsak bir albakarmış. Vaat ettiğiniz ödülün sadece dörtte biri ile beraber, onu da almak istiyorum. Uygunsa yarım saate buradan ayrılacağım.”

“Olur tabii ki, ulu Moyençor. Elimde başka bir albakar var zaten. Hem sen sözünü tuttun. Onlarca kurdun eline yüzüne bulaştırıp da getiremediği üç kişiyi, aynı gün içinde bana getirdin. İsteğini kabul etmeyip de, ne yapayım. İstersen o tutsakla beraber, bütün ödülü de alabilirsin.”

“Sağ olun. Dediğim gibi ödülün dörtte biri ve o albakar bütün çabalarım için yeterli.”

“Tamam, o zaman. Her şey için teşekkürler.”

Moyençor odaya girerkenki ruhsuz halinden daha duygusuz bir tavırla odayı terk etti.

“En sonunda bu bölgedeki yegâneler koleksiyonum tamam.” Maskeli adamın keyiflendiği çok belli oluyordu. “Bu bölgenin yegânesi macifallerden de bir örnek alabildim… Değil mi, Râdilâ Hanım?” Râdilâ’dan ses gelmedi. “Hatta eski yazıtlar sağ olsun, halkın bilmediği ama benim çok iyi bildiğim bir şey var. Macifaller siyah saçlı doğar. Ruh eşlerini bulduklarında saçları sararır. Evet, bu kısımdan buradaki ahali yalan yanlış da olsa haberdar.” Râdilâ bayılmış gibi hiç ses çıkarmıyordu. Umursamadan monoloğuna devam etti Adı Anılmaz. “Tek bilmedikleri ise, macifaller yüreklerini mühürledikleri ruh eşleriyle beraber, diğer yalepifaller ve macolar gibi ölemezlerse, sonsuza dek yarım kalmışlığın kahrını çekecek ölümsüz birer dula dönüşürler. Hüzünlü dullara… Koleksiyonumun dikkat çeken farklılığı da bu. Ben ölümlü canlılar toplamam Râdilâ Hanım. Ölümsüzler koleksiyonum var benim. Benim gibi bir ölümsüze de, bu yaraşır zaten.”

* * *

Pilkington, gece yarısı odasında çekmecesine bir şey saklarken, boynuza benzer çıkıntılarını zedelememeye çalıştı. Keyfi yerindeydi. Binlerce yıldır uyumaya ihtiyaç duymuyordu. Sallanan sandalyesine geçip gözlerini kapattı. Bir başarılı avın daha sonuna gelmişti. Her gece tekrarladığı sözleri yine odaya, kendine fısıldadı: “Koleksiyonculuk tutku işidir. Zamanını, servetini, eş-dost olanaklarını değil, yüreğini bu işe koyanların sonunda kalıcı hazlar alabileceği… Uğraşı değil, başlı başına bir iştir.”

Cihangir D.

Animelerden kaynaklı Japon, Kore dizi ve filmlerinden kaynaklı Koreli severim. Bilimkurgu ve fantastik kurgu okumayı, RPG oynamayı ve çoklukla sert şeyler dinlemeyi hayat fırsat verdikçe sürdürmeye niyetliyim.

Antur’da Koleksiyoncu” için 8 Yorum Var

  1. Merhaba, güzel bir seri oldu böyle, Antur maceraları. Temayı öyküye güzel yedirmişsiniz, sevdim.
    Sürükleyiciydi. Aktekin’in ölümü üzücü oldu sanırım Antur dosyası kapanacak. Öykünün sonunu güzel bağlamışsınız. Film gibiydi yine. Daha önce de söylemişimdir büyük ihtimal, bu seriyi çizgi roman dergilerine gönderin bence.
    Bir de “Oğdumıl çigişipşiyo! Pıl!” 🙂
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhabalar, beğenmenize inanın çok sevindim. Dosyayı kapatmayı değil de, ona az ara vermeyi düşünüyorum. (: Ki albakar ve ölümsüz Atasagun’un gelecekte geçen kendisine ait hafif uzunlukta bir öyküsü var, çok önceleri yazıp da henüz bir yerlerde paylaşmadığım. (: Seçilen temalar uygun düştükçe, Atasagun üzerinden Yekduru ve ötesini öyküleştirmeye devam edebilirim sanırım. (: Önümüzdeki ayın teması, zihnimde bir şeyler çağrıştırmaya başladı. Onu tamamlayabilirsem, çizgi roman dergileri konusu üzerinde ciddi düşüneceğim. (: Çok sağolun.
      Ayrıca, o kısımda Pilkington Korece “Alevler içinde kal, ateş!” gibi bir şey söylüyor. Tam hatırlamıyorum ve notlarımı bulamadım. ^^ Anlık aklıma gelen bir sözün google çeviri karşılığıydı. ^^ Ki kendisi de An Idiot Abroad’daki Karl Pilkington aslında. Tarihi esere değil de, karşısındaki kulübeye talip olma düşüncesini ilk sezon Ürdün’e gittiği bölümün başında söylüyordu sanırım; tam emin değilim. (: Ben o fikri biraz/bayağı geliştirdim, sonuç da fena olmadı gibi. (: Kendisine saygımdan da, karakterin adını değiştirmedim. (:
      Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle. ^^

  2. Merhaba, temayı güzel kullanmışsınız. Sonu güzel olmuş. Akıcı ve başarılı bir öykü yazmışsınız. Ellerinize sağlık.

    1. Merhabalar, çok teşekkür ediyorum. “Ne üzerine yazmalı” konusunda uyarıcı ve yön gösterici temaların sağladığı kolaylıkla, az da olsa bir yazma alışkanlığı edindim. (: Bunu aksatmadan devam ettirebilmeyi umuyorum. (:
      İyi oluşu yoruma açık olsa da, okunabilirliği konusunda kuşku taşımayan öyküler yazabilmek ve gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle. ^^

  3. Merhabalar. Devam niteliğindeki bu öykü yine başarılı akıcı ve güzeldi. Aktekin’in ölümü de renk katmış öyküye ama ben olsam sanırım Aktekin’in gözünden bakardım. En azından son bir kez olacaksa. Baş karakterin ölümünün vermesi gereken etkiyi hissedemedim, o yüzden söylüyorum. Tabii ki yazar sizsiniz, karışmak haddim değil. Öykü serisinin burada bittiğini düşünmüyorum; devamı gelecektir. Gelmeli de zaten. Ellerinize sağlık.

    1. Merhabalar, sınırlı üçüncü kişi anlatıcı olarak daha rahat yazabildiğim için sanırım, kahramanın gözünden anlatmayı denediğimde düşünce akışları, duygular, çözümlemeler bir türlü bitmek bilmiyor. (: O yüzden henüz kendimi yeterli hissetmiyorum. Biraz daha üzerinde çalışmalıyım o konunun. Ama dediğiniz gibi duyguyu aktarabilmek adına, öyle yazabilseydim daha anlamlı olurdu galiba. (: Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle. ^^

  4. Merhabalar,
    Oldukça akıcı ve çoğu yerde gülümseyerek okuduğum bir öykü oldu. Öncesinin olduğunu diğer yorumlardan okudum, en kısa sürede diğerlerine de bakacağım 🙂
    Başka öykülerde görüşmek dileğiyle,

    1. Merhabalar,
      Teşekkürler. Umarım diğerleri de iyi etkiler bırakır. ^^ Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle. ^^

Osman Eliuz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *