Gün ışığının göz bebeklerinize doğması kadar büyülü hiçbir şey yoktur. Bu yüzden, gölün kıyısındaki soluk yeşil kamp çadırımda değil, kanatlarının çıkardığı vızıldamayla beni bekleyen sivrisineklerin arasında uyuyordum. Etrafımda dönüp, tenime değmiyorlarsa, bunu gözeneklerimden sızan okaliptüs yağına borçluyum.
Geçen hafta, bu sabah, yine sineklerin sessizleşmesi ile beraber, güneş en tepemde yerini almıştı. Sırtımdaki kemiklerin ağrısına aldırmadan, gülümseyerek uyandım. Benim kıpırdanmamla beraber, Kaos iri gövdesini ayak ucumdan havalandırdı. Bedenine yapışan tüylerini silkeleyerek esnedi ve geniş çenesinin ardından kocaman dilini dışarı uzattı. Bakışlarımız kesiştiğinde, ikimizin de aynı komutu beklediğini anladım. Heyecanla doğrularak; “Hadi,” dedim, “Bu kez kim kazanacak?” Havlama ve uluma arası bir sesle, öne arkaya atıldı. Büyük bir adalet timsali göstererek, benim yerimden kalkmamı bekliyordu. Doğrulmamla beraber, kocaman gövdesini sağa sola sallayarak, göle girdi. Tatlı su, yüzündeki tüylere çarparken, bir yandan, doğasının ona emrettiğini yapıyor, ön patilerini hararetle büküp, yeniden açıyordu. Ayaklarım, suya değdiğinde, üzerime atıldı. Yeşil sularda kaybolduğumuzda, bu anı, hayatımın en huzurlu saniyesi olarak hafızama kazıyacağımı bilmiyordum.
Kaos, boşluk demekti… Evrendeki bilinmezlikti… ben Evren’dim, o benim sonsuzluğumdu. Aynı zamanda, Yunan tanrılarından birinin adıydı. Oysa benim hayatımda, içi dolu gözüken insanların yapamadığını yapıyor; tarifsiz bir boşluğu dolduruyordu.
Aynı yemeği bölüşüyor, aynı suyu içiyor, aynı yerde yıkanıyorduk. Birlikte yalnız kalmanın mümkün olduğu, spot ışıklarının yerini doğal yansımaların doldurduğu, kelimelerin birbirini dövmediği, sessizliğinin sesini dinlediğimiz bir hayat yaşıyorduk. Belki birlikte, orada yaşlanabilirdik. Ama o gün, biz suya heyecanla batıp çıkarken, yolun kenarında bağıran bir motorun sesini duydum. Egzozundan yükselen duman, mavi göğe sızıyordu. Sanki büyük bir özveriyle boyadığım tuvalim kirlenmişçesine ürktüm. Sırılsıklam kıyafetlerime aldırmadan, göl suyunu üzerimden silkeleyerek kıyıya çıktım. Ayaklarımın altı, çim ve toprakla bezenmiş, ormanın nefis kokusu yeniden genzime dolmuştu. Ama o kara duman, manzaramın önünde kocaman bir pustu.
Beyaz motosikletten inen genç adam, kaskını çıkarıp, omuzlarına dökülen saçlarını savurduğunda, ellerimle yüzümde kalan son su damlalarını sildim. Sanki saçlarım yerine yenilerini bırakmayacak gibi, hızla yürümeye başladım. Onu görmeyeli aylar olmuştu. Benimkilere benzeyen geniş omuzlarına, kumrallıktan esmerliğe dönen güneşlenmiş tenine, ela yansımalarla beni izleyen gözlerine baktım. Kaos, gölden çıktığımı yeni fark etmiş olmalı ki, peşim sıra koşarak yanıma geldi. Önce yavaşça, sonra hızla sallanarak tüm suyu kardeşimin üzerine boca etti. Eğer o gelmeseydi, konuşmadan dakikalarca orada durabilirdik. Ancak yeni ütülenen pantolonu, çamur ve suyla islenen Devin, ıssızlığı bozdu. “Ne yapıyorsun it oğlu it?!”
Parmak şaklatarak, Kaos’a yukarıyı işaret ettim. Ön patilerini kaldırarak omzuma dayadı. Neredeyse aynı boydaydık. “Adını biliyorsun,” dedim kısık bir sesle. “Ona bir daha it deme, olur mu insan?”
Göz bebeklerindeki özleme benzer parıltı solarak, yeniden, o çok tanıdık nefreti giydi. “Neyse ne? Seninle konuşmam lazım.”
Omuz silkerek, köpeğimin ıslak başını okşadım. “Sana insan dememe mi bozuluyorsun?”
“Hayır! Benim karşımda olan her şeyi korumandan sıkılıyorum. Şimdi beni dinle Evren! Yeteri kadar kafanı dinlediğini düşünüyorum. Artık dönmek zorundasın…”
Kaos kısık bir hırıltıyla başını boynumun altına kaydırdı. Devin, dudağının kenarını kıvırarak, alayla gülümsedi. “Dişi kaplanlar gibi, eşinin boynunu başka bir kaplandan mı koruduğunu düşünüyor o?”
“O bir köpek…” dedim aynı ses tınısını giyinerek. “Kaplanlarla genetik olarak bir bağı yok. O arkadaşını koruyan, başka bir onurlu erkek.”
“Benden mi? Benim sana ne gibi bir zararım olabilir ki?”
Aklıma gelenler, beynimi patlatacak gibi olmuştu. O, gerçekten hatırlamıyor olabilir miydi? Avuçlarımı sıkarak, “Niye geldin Devin?” dedim, can dostumun başını öpüp, ona çadırı işaret ettim. Patilerini omzumdan çekerek, homurtuyla gitti. Beni burada bıraktığına memnun değildi; ama yapacak bir şey olmadığını biliyordu. Bakışlarımı yeniden kardeşime kaydırıp, ellerimi göğüs kafesimde birleştirdim. “Ben yalnız kalmak istiyorum, bunu henüz anlayamadınız mı?”
“Kaç ay oldu? Üç mü?” Cevaplamama fırsat bırakmadan, kendi boğuk sesi ile kendi sözünü böldü. “Her neyse! Bizim sana ihtiyacımız var. Sen olmadan kimse bize konser teklifi ile gelmiyor. Yeni bir solistimiz de yok üstelik.”
Ellerimi göğsümden ayırıp, sertçe havaya kaldırdım. “Sabahın beşinde iş mi konuşacağız gerçekten? Ben susmayı seçip, çadırda bir dünya kurmuşken mi?”
Yumruklarını sıktıkça gözlerindeki öfke büyüyordu. “Ne zamana kadar yetecek o para sana? Yeniden kazanmak zorunda kaldığında ne yapacaksın? Muhakkak döneceksin öyle değil mi? Peki döndüğünde, sıfırdan başlamak mı istersin, yoksa henüz dağılmamış bir grubu toparlamaya yardım etmek mi?”
Bedenime yapışan tişörtümü üzerimden sıyırıp attım. Boynumu hafifçe eğerek kıtlattım. Benden birkaç parmak uzun kardeşimin kulağına doğru uzanarak, kısık sesle fısıldadım. “Başkasını becerin! Başkasının sırtına tüneyin. Uzuvlarınız çalmaya yaramıyorsa, gidin başka bir iş edinin. Ben burada, bambaşka bir hayat kurdum. Ve senin egoların, benim dünyamda hissiz kıkırdaktan başka hiçbir şey değil.”
Ağız dolusu bir kahkaha attı. Göğsümde zayıflayan kaslarıma bakıp, başını iki yana salladı. “Böyle bir yerde, senin uzuvların ne işe yarıyor, söylesene bana?”
Gülümseyerek bir adım geri çekildim. Şimdi ben onu baştan aşağı süzüyordum. “Halimden şikayetçi olmadığım, yardım isteyenin ben olmadığımdan belli bence.” Dumanı artık tütmeyen motosiklete baktım. “Al beyaz atını da git buradan.”
Ardıma dönüp, göldeki tanıdık kurbağa ile göz göze geldiğimde, sesi daha önce hiç duymadığım bir yükseklikte çıktı. “Bunu bir tatil olarak düşün, burası senin gerçekten evinse, döndüğünde seni kabul edecektir zaten. Hem sen demez miydin; gitmekten korkanlar, geri dönecekleri yere güvenmeyenlerdir, diye.”
Tebessümle ardıma döndüm. “Oysa ben zaten gittim, sen şimdi bana geri dön diyorsun.”
“Sadece bir süre… Sonra yeniden, bu siktiğimin hayatına dönersin. Köpekle konuşur, kurbağalarla uyursun, umurumda değil. Şimdi gel benimle. Bir sırt çantasına sığacak hayatını topla ve gel. Bir konser… Birkaç bin insan… O kadar…”
“Neden yapayım bunu?”
“Kışın çadırdan daha korunaklı bir hayata ihtiyacın olduğu için, yaşamak için üretmeye mecbur olduğun için.”
“Neredeyse hiç tüketmediğin bir hayattan çık diyorsun yani.”
“Bir süre… Hem sadece şarkı okuyacaksın. Bunun neresi, bu kadar kötü ki?”
Bakışlarım, çenesini toprak zemine dayayan can dostuma kaydı. Göz bebeklerine oturan hüzün, bunu hiç yapmak istemediğini gösteriyordu. “Ne dersin?” diye fısıldadım. “Kendi dünyamızdan ayrılıp, kısa bir keşfe çıkalım mı?” Patileri ile yüzünü kapattı. Daha önce bundan daha açık bir -hayır- duymamıştım. Ama yine de, içimde bunu yapmamı söyleyen bir ses vardı. Kaos’un karamsar başını okşamak için eğildim, yeniden ayağa kalktığımda, göl kenarındaki hayatıma kısa bir süreliğine dondurmaya karar vermiştim.
* * *
Bir gün sonra, Kaos’u dört duvar arasındaki aile evine bırakıp, provaları yaptığımız ofisin, unuttuğum karanlık yüzüne geri döndüm.
Tuşlarına aylardır dokunmadığım klavyeye bakarken, Rana, kızıl saçlarını savurarak, ofis kapısından içeri girdi. Gruptakilerden biriydi. Değişik bir gitar olan Chapman Stick’i ince parmaklarının arasında hapsederek, kulakların zifiri karanlığındaki, eskimiş pası tozlandırırdı. Yaptığı işe hayran olsam da ben onu hiç sevemedim. Hoş, ben herhangi bir insanı zaten sevmedim. Ama en çok, cinsiyetlerini vurgulayan insanların, topal dünyalarından sıkıldım. Kadınım diye bağıran kadınlardan, erkekliğini vurgulayan erkeklerden, efeminen davranan eşcinsellerden. Bence cinsel kimlik, herkese gösterilmesi gereken bir vurgu değil. Bu yüzden topukları fayans zeminde kayarken, etrafımı kaplayan karanlığı sezebiliyordum. Uzanıp yanağıma iştahlı bir öpücük bıraktı. Parmaklarını dağınık saçlarımın arasında dolaştırıp, masamın üzerine oturdu. “Hoş geldin!”
Elimin tersi ile yanağımı silip, yapmacık bir gülümseme giydim. “Teşekkür ederim. Mümkünse izin verir misin?” Sorgular bakışları, yüzümü yalayarak, kapalı bilgisayar ekranıma kaydı.
“Neye? Hiçbir şey yapmıyorsun ki?”
“Yalnızlığıma…” iç çekerek devam ettim. “Yalnız kalıp, kafamı toparlamazsam, tüm gün karanlık bir ekrana bakacağım. Belki gitarı elime bile alamayacağım.”
Bir kez daha eğilip saçlarımı kokladı ve ardından hızla geri çekilip, burun kıvırdı. “Köpek gibi kokuyorsun.”
“Evet. Bazen Kaos’la aynı şampuanı kullanıyoruz. Kimi zaman o benimkini, kimi zaman ben onunkini.”
Tırnaklarını siyah masanın zemininde kaydırıp, dişlerimi gıcırdatan, o tanıdık, sevimsiz sesi çıkardı. “Öğle yemeğinde görüşelim o zaman, belki biraz alışverişe gider, sana özel bir şampuan alırız.”
“Molasız çalışacağım,” dedim, ekranın tuşuna dokunurken, “Geride kalan hayatıma kavuşmak için zamandan tasarruf ediyorum.”
Topuklarının sesi silinene kadar, zihnimi toparlayamadım. Sanki bir önceki sabah uyandığım gibi bir daha güne başlayamayacaktım. Önüme yığılan parçalar arasından birini seçip aldım. En zoru, en karmaşığıydı. Ama onu yeniden çalmayı başarırsam, sanki diğerleri, birbirine bağlanan halkalar gibi geri gelecek ve onlar zincirlendikçe, benim kemendim çözülecekti.
Kaç saat oraya mıhlandığımı, parmaklarımın gitarın telleri arasında nasıl mekik dokuduğunu hatırlayamıyorum. Ama uzun zamandır beni bırakan bir yorgunluğun içindeydim.
Mizantrop olmadan kısa bir süre önce, insanların bu karmaşık ve birbirini tekrarlayan günlerin arasında nasıl kaybolduğunu anlamaya çalışıyordum. Adımlarım onlardan uzaklaştıkça, önce kadınlar için aseksüel bir varlığa dönüştüm. Sonra, etrafındaki herkes için, tam olarak anlaşılamayan bir sosyopat oldum. İnsanlar beni anlamaya çabalamadı. Beni, benliğimde bırakıp, kendi uyuşuk, öğretilmiş, çaresiz hayatlarına geri döndüler. Ben de, kendime yeni bir dünya yaratıp, üremeden, üretmeden, tüketmeden yaşamayı formülleştirmeye çabaladım. Ama döndüğüm halkanın içinde, bir gün yine yolum insanlara bağlandı. Bunun başka bir çıkarı yok muydu? Sanırım şimdilik yoktu. Avlanmayı başaramayacağıma göre, para, hayatımın merkezindeki yerini kimseye vermeyecekti.
Ekranı kapatıp, esnememi sakinleştirmeye çalışırken, biraz uyumak için, sabah Rana’nın kalçalarının durduğu masanın sağ köşesine eğildim.
Uyandığımda gün çoktan doğmuştu… Aklım gri tüyleriyle, tanımadığı bir evde uyuyan gri İrlandalı av köpeğimdeydi. Onu, son konser günü, kulise girdiğimde bir kutu içinde bulmuştum. İnsansızlaşma isteğimi fark eden biri, beni yeni bir dostla tanıştırıyordu. Belki beni, hayata yeniden kazandıracağını ummuştu; ama ben onunla yalnızlaşmayı seçmiştim. Hiçliği giyinip, üst üste maskeledikleri bedenlerde, kendilerine yabancılaşan insanların, saydam taraflarını sadece ben mi görüyordum? Sevişirken bile bedenimi paylaşmaktan sadece ben mi rahatsızdım? Neden herkes birbirine benzerken, ben ötekileşiyordum? Kaos’un yemek yeyip yemediğini düşünerek, kendimi son düşündüklerimden uzaklaştırdım. Gitarın, parmaklarımı nasırlaştıran tellerine dokunarak, grubumun, yani Mahşer’in en sevilen şarkılarından birini mırıldanmaya başladım. Müzik ve sesim, nihayet aynı ritmi yakaladığında, yan odanın gıcırdayan kapısı açıldı. Devin ve Rana dışında, Sinan ve Tuna da tam karşımdan bana gülümsüyordu. Sinan simsiyah sakallarını sıvazlayarak, baterisinin başına oturdu, Tuna, mavisi solan saçlarını karıştırarak, saksafonu eline aldı. Devin kemanını, Rana ince, uzun gitarını kuşandı. Müzik, hepimizden aynı tonda yükselirken, dudaklarımdan mısralar dökülüyordu.
“Korktuğunla ölürsün… Kim bilir bedenin neredeyken, sen nereye gömülürsün? Sustuğunda boğulursun… Kim bilir neler demek ister; ama nelere dövünürsün?”
Birkaç dakika sonra ben sustum. Devin’in kemanı biraz daha çalmaya devam etti. Tuna, ellerini çırparak “Hazırsın,” dedi. “Acaba dönmüşken birkaç konser daha mı ayarlasaydık?”
Gözlerimi kapatıp, zihnimde kalan çimen kokusunu ruhuma doldurdum. “Bir tane yeter,” diye mırıldandım, “İnsan görmeye daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum.”
Sinan keçi sakallarıyla oynayarak, yanıma geldi. Eli, onun dokunmasını hiç istemeyen omzumdaydı. “Korktuğunla ölürsün Evren… İnsandan korkma, insan yüzünden ölürsün.”
Devin kemanı ve yayı bırakarak, yanıma yaklaştı. Rana’nın gözleri ise, göz bebeklerimi örtmeye çabalıyordu. Sanki başka hiçbir şey görmemi istemiyor gibi, görünmez bir duvar örüyordu. “Araba kazasından korktuğu için adaya yerleşen; ancak orada araba kazasında ölen kadını biliyor musun? Neye odaklanırsan evren sana onu sunar…”
“Ben yalnızlığa odaklanıyorum,” dedim omuz silkerek “Ve kâinattan onu bekliyorum.” Bakışlarımı ondan kaçırıp, Devin’e baktım. “Ne zaman konser?”
“Yarın akşam. Bugün burada, yarın mekânda prova alacağız. Baksana aklıma ne geldi, Kaos’u da getirsene konsere, hoş bir enstantane olur bence.”
Normalde fikirlerimin sürekli çakıştığı kardeşim, ilk defa beni heyecanlandırıyordu. Dostumun yanımda olduğunu bilmek, beni koruyucu bir sarmalın içinde, tıpkı pupasını kuşanan bir tırtıla dönüştürebilirdi. “Olur mu?” dedim, bakışlarım hepsinin yüzünde heyecanla gezindi.
“Olmaz mı?” dedi Tuna, “Sonuçta o da ekibin bir üyesi. Onu sana biz almıştık. Tabii birlikte kaybolabileceğinizi düşünmedik.”
Omuzlarım düşerken “Öyle mi?” dedim, “Umarım sahiplenmişsinizdir, dostluklar satın alınmamalı.”
Sinan, koyu renk saçlarının hünerle örttüğü kafasını salladı. “Kesinlikle öyle yaptık. Ama iyi bir hırsız değil mi? Bizi Evren’siz bıraktı.”
Devin’in bakışlarının onu dövdüğünü görebiliyordum. Gözlerimi devirerek ayağa kalktım. “Bir süre tuvalette olacağım. Herhangi bir ses duymadan, yeni bir insan görmeden… Hazır olduğumda gelirim.”
Bedenimi yeniden yalnızlığa teslim edip, musluğu açtım. Bir sonraki sabaha kadar, kendimi ve suyun fayans zemine çarparak çıkardığı sesi dinledim. Bir fahişenin bedeninde gezinir gibi, kirli geçmişimi okşadım. Ölümleriyle bizi yalnız bırakan anne ve babamı, kardeşimin koynundan çıkıp, benim yatağımda uyanan eski karımı düşündüm. İşi düştüğünde arayan tüm geçmiş zaman insanlarına sövdüm. Uyuyup uyumadığımı bilmeden, içeri sızmayan güneşe değil, florasan ışığa gözlerimi açtım.
Çalışma odasına gittiğimde, tüm müzik aletleri toparlanıp, konser alanına gönderilmişti. Tuna dışında kimse yoktu. Tam istediğim gibi, derin bir sessizliğin içindeydim. Yarı kapalı göz kapaklarına bakarak, Mahşer’in soluk halkasının kulağına fısıldadım. “Konser başladı!..”
Tuna heyecanla ayağa kalkarak, etrafa baktı. Boş odada bir şeyler aradıktan sonra bana baktı. “Uyandın da şakalar mı yapıyorsun?”
Parmaklarımı şaklatarak, pencereyi gösterdim. “Aşağıda motosikletin var mı? Beni eve bırakırsan Kaos’u alacağım.”
“Tabii, sonra hemen konser alanına geçelim. Prova almamız lazım.”
Başımla onaylayıp, kalabalığa çıkan merdivenleri indim. İçimde gezinen panik duygusunu bastırmaya çalışarak, hızla kaskı taktım. Sanki herkes beni izliyor, sanki vebalı ruhumu görüyorlardı. Tuna’nın ekşi kokan bedenine sokularak sarıldım. Gözlerimi kapatarak, kalabalığı sildim. Aile evimin önüne gelince, hızla, eski arkadaşımın insan bedeninden uzaklaştım.
Tuna kaskı çıkarıp, ne yaptığımı anlamaya çalışarak beni süzdü. Sonra boş vermiş olacak ki, bakışlarını kısarak, biraz ileride duran arabamı gösterdi. “Gelebileceksin değil mi? Yanında olmamı ister misin?”
Başımı hızla salladım. “İstemem. Tek istediğim önümden sürmen, kalabalığın içinde kaybolmak istemiyorum. Onu alıp geliyorum.”
Kapıyı açtığımda, Kaos iri kollarını boynuma doladı. Su içmekten ıslanan beyaz bıyıklarını yaladıktan sonra, başını yüzüme sürdü. “İyi misin?” diye mırıldandım, “Duvarlardan korktun mu? Ben korktum biliyor musun? Hep korkarım. İnsanlardan, onların ördüğü duvarlardan, sensizlikten korkarım.” Havlayarak, kulaklarımı yaladı. Sanki onsuzken duyduğum her sesi silmek ister gibi. “Müzikten korkarsın diye düşündüm,” dedim yarı mahcup, “Ondan burada bıraktım seni, eminim beni anlıyorsundur dostum.” Havlayarak omuzlarımdan indi, odanın içinde kısa bir tur atıp, bana doğru koştu. “Ama şimdi çok ironik bir şey yapmak istiyorum,” dedim “Seni konsere götüreceğim, korkar mısın?” Yere oturup, kafasını sağ yanına yatırdı ve ardından patileriyle yüzünü örttü. Bu onun ikinci ‘hayır’ıydı ve ben onu yine anlamazlıktan geliyordum.
Merdivenleri isteksizce inerken, onu bu hale getirenin ben olduğumu fark ettim. Kendi insan korkumu onun iliklerine işlemiş, onu asosyalliğimin çukuruna çekmiştim. Göl kenarında Devin’i gördüğünde ne kadar şaşırdığını düşündüm, beni herhangi bir hayvanla paylaşırken, onunla baş başa bırakmaya ne kadar çekindiğini anladım. Benim zihin çemberim, ikimize bir dünya yaratmıştı ve bunu kesinlikle, zavallı dostum hak etmiyordu. Bu yüzden onun retlerini aşmanın bir yolu da, onu, benim de korktuğum kalabalığa karıştırmaktı. Apartmandan çıkarak, gökyüzünü kaplamaya başlayan bulutlara baktım. O da, tam yanımda, benimle aynı şeyleri yapıyordu. Arabaya binerek, derin bir nefes aldım. Yan koltuğumdaki tüy torbasına bakarak gülümsedim. Belki bu konser, ikimiz içinde yeni bir pencere aralayacaktı.
Alana geldiğimizde, içimdeki panik duygusu yeniden havalanmıştı. İnsan bedeninin çürümüşlüğü kokan bu yer, iliklerimi kemiriyordu. Sanki çoktan göçmüş bir ruhtum ve bedenim, fütursuzca savruluyordu. Tuna yanımızdan ayrılarak, sahneye, diğerlerinin yanına gitti. Ben ve köpeğim, yani Evren ve Kaos, tam karşımızdaki Mahşer’e ve eyerlerini kuşanan dört atlısına bakıyorduk. Yere eğilip, aşağı bakan sol kulağını kaldırdım ve dudaklarımı iyice yaklaştırdım. “Dinle,” dedim, “Onlar bizim kıyametimiz için geldi. Devin’in beyaz motoruyla geldiği günü hatırlıyor musun? Elinde taşıdığı kemana ve kuşandığı yaya bak… O, tacı isteyen kişi. Rana’nın kılıca benzeyen gitarına, kanı simgeleyen saçlarına bak. O, savaşın bedene bürünmüş hali… Sinan’ın baterisindeki dengeye, avuçlarının altındaki teraziye bak, o yoksunluğun, yoksulluğun simgesi… Ve Tuna’nın mavisi akmış saçlarına, iyice beyazlamış tenine bak, o ölümün ta kendisi…” Kaos anlamsızca bana bakarken ayağa kalktım, zihnimde, onları içinde bulundukları fondan ayırıp, bir savaşın tam ortasına bıraktım. Zayıf derilerinin kapladığı biçimsiz kemiklerini, enstrüman yerine kuşandıkları silahlarını gördüm. Derin bir nefes alarak, sahneye doğru yürüdüm. “Kazanmaya var mısın? Pink Floyd’un klibinde şarkı söyleyen köpeğin yaptığını yapabilirsin bence. Hadi gel… Gel ve onları yenelim oğlum…”
Birkaç provadan sonra, Kaos mükemmel şekilde mikrofona havlamayı öğrenmişti. Sahneden inerek, Rana’nın seçtiği kostümleri giymek için, ter kokusuyla bezenen kulise girdik. Siyah yırtık bir kot, eskitilmiş haki bir tişört ve deri bileklikler takmıştım. Rana’nın topuklu ayakkabılarını saymazsak, aşağı yukarı aynı görünüyorduk hepimiz. Köpeğimin sırtında da benzer bir tişört vardı. Ensemi terleten saçlarımı toplarken, dışarıdan yükselen sesi duydum. İnsanlar bizim sahneye çıkmamızı istiyordu. Nefesim daralmaya, içinde bulunduğum zaman akmamaya başlamıştı. “Sanırım yapamayacağım,” diye mırıldandım. Kimse duymuşa benzemiyordu. Kaos hırıltıyla kafasını, kolumun altına sıkıştırdı. “Sanırım yapabilirsin diyorsun,” dedim, sonra aklımda köpeğimin hırıltıları cümlelere döküldü. “Biz yeneceğiz,” diyordu, “Kazanmaya var mısın?”
Ayağa kalkarak, gitarımı aldım ve sahneye açılan perdeyi hızla savurdum. Seyirci bizi görünce, çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kalabalığın içine karışmak için, atmam gereken bir adım vardı ve ben bunu yapamıyordum. Devin, omzuma hızla vurarak beni birkaç adım savurmasa, yüzyıllar boyu orada kalacağımdan en ufak bir şüphe duymuyordum. Terleyen avuçlarıma, titreyen sesime aldırmadan mikrofona yaklaştım. Konuşmamı bekliyorlardı, yapamadım… Gitarımı akort ederek, müziğe, ardından seslendirmeye başladım. Aklım, hâlâ kuliste olan oğlumdaydı. Onun eşlik edeceği parçaya biraz daha vardı. Bunu düşünerek biraz daha devam ettim ve birkaç dakika sonra gözlerimi hiç açmadığımı fark ettim. Sesleri duyuyor, kokuları hissediyor; ama görmüyordum. Kalabalığı yok etmek için kendime görünmezlik örtüsü örtmüştüm ve bu durumdan inanılmaz derecede memnundum. Sıra nihayet Kaos’a geldiğinde, bakışlarımı Tuna’ya çevirdim ve perdenin arkasını işaret ettim. Tuna, saksafonu bırakarak ardına döndü, ben de müziği geçiş tonuna çekerek, insanların ritüele eşlik etmelerine izin verdim. Ancak birkaç dakika geçmesine rağmen ekip arkadaşım geri dönmüyordu. İçimi kemiren korkuya güvenerek müziği durdurdum. İsyan sesleri yükseldi ve kulağıma değmeden beynime sızdı. Kimsenin ne dediği, ne düşündüğü umurumda değildi. Sahnenin ıssızlığa açılan yüzüne döndüğümde, Kaos’un yere devrilmiş bedenini, ruhsuz göz bebeklerini ve Tuna’nın yüzüne oturan ölümü gördüm. “Sanırım kalp krizi geçirmiş,” diye mırıldandı “Yüksek sesli müzik ona ağır gelmiş olmalı…”
Diğerleri arkamdan gelirken, bedenimin sallandığını, dizlerimin bağlarından kurtulduğunu, tüm gücümün yitip gittiğini hissettim. Bedenim onun bedeninin yanına düşerken, onu öldüren şeyin, benim korkularım olduğunu biliyordum. Ve aslında ölmesi gerekenin ben olduğumu…
* * *
Şimdi… Devin’in döndüğü o günün üzerinden bir asır geçmiş gibi, Kaos’a hayaline uzağım. Aynı gölün kenarında, daha önce hiç görmediğim bir kurbağanın sesini dinliyorum. Çadırımın içine sığmaya çabalayarak, güneşe ardımı dönüyorum. Kuş seslerine bir köpeğin havlaması karışıyor. Hiç bilmediğim bu sese kulak kabartıyorum. ‘O’ olmadığını anlayınca, içimdeki çürümüşlüğü yeniden fark ediyorum. O’nun ölü bedeni, en son uyuduğumuz yerde, toprağa karışmış şekilde yok oluyor. Kemikleri, derisi, henüz olgunlaşmamış tüyleri, doğaya ortak oluyor. Ama o bitmeyen enerjisi, şimdi bilmediğim bir yerlerde dönerek, sanki ruhuma huzur üflüyor.
Gitmemeliydim, biliyorum… Bir daha asla aynı olmayacak dünyamda, kendi kıyametimi yaşıyorum…
- Histeri - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Viyolog - 1 Nisan 2020
- Kökler ve Dallar - 1 Şubat 2020
- Aynadaki Yolcular – Son - 1 Aralık 2019
Merhabalar,
Özenle dokunmuş bir kurguydu. Her kelime bir yapboz parçası gibiydi adeta. Elbette eserler için vazgeçilmezdir bu uyumu yakalamak fakat burada bahsettiğim bambaşka bir yaklaşımdı. Felsefi bir sohbetin kıyısına oturup onu dinlemişim gibi hissettim okurken. Gerek betimlemeleriniz gerek seçtiğiniz isimler detaylar ve bunları ustaca işleyiş şekliniz bu sohbete ortak kıldı beni de. Ki Mahşer unsuru için aklımdan geçen fikirlerden biriydi müzik lakin iyi ki denememişim dedim. Enstrümanlar, karakter detayları gerçekten incelikle hazırlanmıştı. Israrla kelimelere geleceğim sanırım bir “insan” olarak etkilendiğim noktalara temas etmeden duramıyorum belli ki. Her diyalog ve fikir sonradan bir noktaya bağlanmaktaydı. Evren’in geçmişi ve bugünü arasındaki tezatlığı dahi birkaç cümleyle önümüze sermiş olmanız gerçekten başarılı bir hamleydi. Kaosun zarif yüreği de ayrı bir güzellikti; alabildiğine sahiciydi. Bilmiyorum beni bıraksak daha çok konuşurum. Fakat işin sürprizini de kaçırmak istemiyorum okuyacaklar için. Öykünüzden bir alıntıyla yorumumu sonlandıracağım.
“Kaos, boşluk demekti… Evrendeki bilinmezlikti… ben Evren’dim, o benim sonsuzluğumdu.”
Zihninize sağlık!
Öylesi güzel bir yorum ki, ne kadar teşekkür etsem az:pray:t2: En kısa zamanda sizinkini de okuyacağım. Yorumlarken sectiginiz kelimelere bayildim bende, bu kadar yalin ve hissederek anlatilabilir. Sevgiyle:heart:
Merhabalar tekrardan,
Gerçekten geri okunma kaygısıyla yaptığım bir iş değildi öykünüzü okumak, bu sebeple hiçbir endişeniz olmasın. Şu an sadece bu öykünün bana temas ettiği gibi başka zihinlere dokunmasını da istemekteyim Hatta rıhtımda olmayan arkadaşlarıma da önerdim dayanamayıp
Tekrar kaleminize ve zihninize sağlık. Önümüzdeki seçkilerde de görüşmek dileğiyle
Diger hikayeleri okuyamadigimdan uzulerek yazdim aslinda onu. Beklentinizin bu olmadigina eminim elbette. Cok tesekkur ederim oneride bulunmaniza da.
Gorusuruz😍